.

.
sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Mart 2015 Pazar

O güzel insanlar, o güzel atlar...




"İnsanoğlu bir karanlıktan geliyor, bir karanlığa doğru gidiyor. ama nereden gelip, nereye gideceğini hep unutuyor. bir defa geldim, bari tadını çıkarayım, demiyor."                                  

 Yaşar Kemal


                                                            "Kadın insandır, erkek ise insanoğludur."
                                                                                            Neşet Ertaş                                                                    



Neşet Ertaş için Boskırın Tezenesi ismini veren Yaşar Kemal'dir. Anılarına saygı ve sevgiyle...


20 Şubat 2015 Cuma

Whiplash/Kırbaç

Son zamanların en çok tartışılan filmlerinden Whiplash'ı izlememiz için Yaratıcı Yazarlık Atölyesi hocam Akgün Akova çok ısrar etti. Film boyunca devam eden gerilim son on dakikada zirveye ulaştı, tüylerim ve kulaklarım diken diken çıktım filmden. Eve geldiğimde hala kulağımda davul ve zil ritimleri vardı ve hemen youtube abimizi açıp filmin şarkılarını bulup yeniden dinledim. Ne çok soru vardı kafamda yarabbim! Ki, iyi bir film bunu yapar. Filmle ilgili bulduğum her yazıyı okudum, atölyede bir çalışma günümüzü neredeyse bu filmi tartışmaya ve Charlie Parker'i tanımaya ayırdık. Bir şeyi tutkuyla sevmek ve yapmak üzerine söylediği şeyleri konuştuk. bugün de şahane site artfulliving'de Doğu Yücel'in filmle ilgili yazdıklarını okuyunca sizin de okumanız için paylaşmak istedim. Doğu Yücel'den zihin açan bir Whiplash yazısı için burayı tıklayınız. Filmin son sahnesinde çalan Caravan'ı dinlemek için de burayı.

J.K.Simmons'un bu yıl Oscar alması hiiiiç sürpriz olmayacak.




29 Mayıs 2014 Perşembe

Beyoğlu'nda Aylak Bir Gün

Dün Beyoğlu'nda aylak bir gün geçirdim, bu bana hep iyi gelmiştir. Beyoğlu'nun eski çehresinin değişmiş olmasına, dokusunun bozulmasına, sanki görünmezmişsiniz gibi içinizden gelip geçen gürültülü kalabalığına rağmen; bir parçası olmaktan hep zevk almışımdır. Kendimi sürekli bir turist gibi hissediyor olmaktan belki, hep keşfedilecek bir şey var orada ve kimsenin tam bilemediği, ele avuca gelmeyen, hep şekil değiştiren bir şey.

Bu sefer ortasından başladım. Tepebaşı'ndan girdim Cadde-i Kebir'e. Bunun için şıkır şıkır balık pazarının içinden, daracık ama kocaman Nevizade Sokağı'ndan, gündüz biracılarının ve kokoreçcilerinin arasından, parlatılarak özenle dizilmiş şahane kırmızı boncuklara benzeyen ancak etiketi 20 ila 30 TL arasında olan kiraz tezgahlarının önünden geçerek Galatasaray'a vardım. Galatasaray Lisesi önünde, gezipartisi.org yazan tişörtler giymiş gençlerin standı ve yan sokakta bekleyen iki minibüs dolusu çevik polis karşıladı beni. Gençler gelip geçenlere broşür dağıtıyor, polislerse sıkılmakla meşguldüler. Polislerin işsizlikten sıkıldığı bir dünya ne güzel olurdu! Hızlı adımlarla Yapı Kredi Kültür Merkezi'ne yürüdüm, aklımda Oktay Rifat'ın dizeleri ile.


Evet, Elleri Var Özgürlüğün: Oktay Rifat 100 Yaşında sergisine gitmekti amacım. Bu yüzden yola çıkarken çantama kütüphanemdeki Oktay Rifat'ın şimdi kapanmış olan Adam Yayınları'ndan çıkmış olan "Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler"  kitabını atmıştım. Yolda farkettim ki, o kitabı aldığım tarihi yazmışım üstüne. 1985. Hiç eskimeyen şeyler ne güzel. Sergi, Oktay Rifat'ın çocukluğundna başlayarak fotoğraflarından, sanat ev hayat üzerine görüşlerini içeren sözlerden, çok az da olsa özel eşyalarından, pek bilinmeyen ressam yönünü vurgulayan tablolarından oluşuyor. Orhan Veli sergisine göre şiirleri pek az geldi gözüme, daha çok şiirine rastlamak isterdim sanırım. 



Şiirlerin ve resimlerin yanı sıra, ahşap işlerine olan el yatkınlığını da görme fırsatı buluyoruz sergide, şu tepsi misal. Kendi elleriyle yaptığı bu ahşap tepsiyi de o boyamış.


Özel eşyalarına gelince, Burberry pardesüsü, şapkası, hep kullandığı Doğu Alman harikası Erika marka daktilosu, hokkası, kol saatleri, kocaman bir çanak olan kül tablası, köstekli saatleri ve mührü vardı. 


Sonuç olarak, İkinci Yeni'nin ve modern şiirimizin kurucularından olan Oktay Rifat'ın insan yönünü görme şansına sahip olmak çok güzeldi. Sergi 22 Haziran'a kadar gezilebilir.


Bu kolaj Nursen için :)

Sergiden çıktım, bu sefer doğruca Mandabatmaz Kahvesi'ne. Geçen gittiğimde sokaktan tabureleri kaldırmalarını istemişti Belediye, sokak dedimse geçit orası. Neyse, bu sefer dışarıya attıkları taburelerin hepsi değişik milletlerden insanla dolu, cıvıl cıvıl. Mandabatmaz Kahvesi, Beyoğlu'nda 1967'den beri çalışan, küçücük bir geçidin içindeki küçücük bir ocak. Ancak bir kahve yapıyorlar ki azizim, köpüğün üstüne manda bıraksan batmaz! Efendime söyleyeyim, Oktay Rifat şiirleri ile kahvemi içtikten sonra üstünüze afiyet, düştüm gene yollara. Sırada Yapı Kredi Yayınları var. Yapı Kredi Yayınları, bastıkları her kitabı ve dergiyi sürekli olarak % 20 indirimli olarak bulabileceğiniz bir memba, ayrıca her ay belirledikleri yazarların eserlerine özel indirimler yapıyorlar. Bu ayın yazarı Sabahattin Ali imiş. Girdim içeri, bir dolaş bir dağıl. O sırada bir delikanlı elinde bir kitap, ortada duran görevli kıza indirim oranını sordu, "elinizdeki kitap  6.40 TL ye iniyor" dedi kız ilgisiz bir şekilde, çocuk da "ama benim 6 TL'm var ve harcamak istemediğim için kitap almak istiyordum" dedi, kız omuz silkti, eli istemez bir şekilde kitabı rafa geri koymaya hazırlanırken ben atıldım "istersen sana üstünü tamamlayabilirim, al kitabı" dedim ve çocuğa para verdim. Yüzü aydınlandı çocuğun ve kasaya gidip kitabı aldı, çıkarken el salladı bana. Ne kitabı olduğuna bakmadım bile. Kitap okuyanlar, kitaba sevinenler hiç bitmesin bu dünyada.

Galatasaray Lisesi önündeki gezipartisi.org gençleri bir vatandaşla röportajlarını kameraya çekiyorlardı, açıktan geçmemi rica ettiler. Çevikler hala sıkılmakla meşguldü, oh iyi. Bir sonraki durak Bitap Sahaf, kapıdan bir merhaba dedim Şeref'e.  Beyoğlu'nun simgelerinden Pandora Kitabevi eski dükkanının tam karşısına taşınmış, sevindim. Yolda gitar çalan iki genç sokak müzisyenin etrafında toplanmış insanlar, el çırparak tempo tutuyorlardı. Baktım söyledikleri şarkı hiç tanıdık değil, Kürtçe imiş. Kürtçe çalan sokak müzisyenleri de varmış demek, neden olmasın, bi baktım dünya da yerinden oynamıyor yani. Güzel de söylüyordu keratalar.


Oradan tam Taksim'e gelirken baktım ki Selçuk Demirel sergisi var Fransız Kültür Merkezi'nde. Kaçar mı, girdim içeri. Önce güvenlik kontrolünden geçip ardından Beyoğlu'nun bir vahasına, bahçesine attım kendimi. Geniş, ferah, kocaman kayısı rengi güllerle ve ağaçlarla dolu bu bahçeye gelmeyeli çok olmuş. Kafe tıklım tıklım. Akşam keyfi, nasıl sıcak, bunalmışım zaten, milletin yediği salatalara baktım, hemen bir sipariş, ton balıklı salata ve bira. Mis. yemekle beraber yeni aldığım Vüsat O. Bener'in Siyah-Beyaz öyküleri. Mis ötesi. Ardından sıra sergide.


İnsanoğlu Kuş Misali adlı sergide Selçuk Demirel'in 1974-2014 yılları arasında genellikle dış basında yayınlanan; insan hakları ihlalleri, politika, ekonomi ve  güncel hayat üzerine desenleri yer alıyor. 





Neredeyse hepsini çektim sergiyi gezdikten sonra. Yukarıdakiler tadımlık. Sergi 31 Ağustos'a kadar gezilebilir. Bence pek de güzel olur burada bir mola vermek.

Fransız Kültür Merkezi'nden çıkıp Taksim meydanına yürüdüm. Meydan, iş çıkış kalabalığı ile dolu. Gezi Parkı'na baktım, burada bir bina ne kötü olur Yarabbim diye düşündüm. Anıtın etrafındaki insanlara baktım, biri ayakkabılarını çıkarmış sırtını anıta vermiş müzik dinliyor kulağında kulaklık, iki adam anıta yaslanmış sohbet ediyor, 3 çocuk biri su satıcısı ip oynuyorlar biri yatmış bir ağacın altına serdiği kartonların üzerine biri bir ağacın altında oturmuş birini bekliyor sanki diğerleri çimende ayakkabı tezgahı etrafında ayakkabı cilalayıp gülüşüyorlar teyzenin biri yorulmuş az ilerideki parmaklığa oturmuş... İçim bir kabardı ki.


"Bu meydan halkındır ey efendiler, alamazsınız!" diye bağırmak istedim. Bu görüntüleri bozmak isteyenlerin suratlarına yaradana sığınıp kocaman bir tokat atmak istedim. Ben de o çimenlere oturayım istedim. O çimenlere, o ağaçlara kastedenlere karşı durmak borcumuzdur. Nazım'ın dediği gibi; "Hürriyetin ilk şarkısı anlamaktır, anladığını anlatmayan alçaktır!"


27 Mayıs 2014 Salı

şuradan buradan, bugün de böyle

 
 
-işte bugün yazmak için hiçbişey müsait değil. evde temizlik var. mutfağa kurdum laptopu. birazdan buraya da gelirler. salondan alçak tonda İbrahim Tatlıses, banyodan yüksek tonda çamaşır makinası sesi, mutfak camından güneş geliyor. evde ne kadar çok çer çöp olduğunu yeniden anladım. kan ter içinde kaldım bi yandan. temizlikçiler iki kişi. bir kadın ve bir adam. adam camları silip perdeleri söküyor filan. adam geveze, kadın sessiz. adam ikrama ve kaytarmaya açık, kadın sessiz. demin soğuk bir şeyler içerler mi diye sordum, kadın istemedi adam neskafe istedi. adam bir de mustafa topaloğlu'nun ikinci hanımına temizliğe gidiyormuş, onu anlattı (neskafe içmesini mazur göstermek için mi?). bu da onların kariyer çizgisi demek. nereden nereye. mustafa topaloğlu'nun ikinci hanımından benim evime. beğenmedi zaar. gerçi bi selebriti evinden bi selebriti evine de temizliğe giden vardır herhalde. bu arada ev içindeki pisliğe tahammül derecemin de (eşik mi demeli yoksa) oldukça yükseldiğinin farkına vardım. çöp ev değil, müze demeli diyordum ama müzeyi de geçmişiz hafiften. işte böyle her şeyi saklamak istersen sonu bu. daha arkadaki kitaplığı görmediler. şimdiden ağlamak istiyorum.

-kaç gündür cd çalarda aynı cd var, Oya-Bora'nın yıllar sonra çıkardıkları "Aşk Güzel Şeydir/Adı Aşk Olsun" albümü. rüküş doksanlarda pek eğlenerek izlediğimiz bir gruptu onlar. bir şarkılarında geçen "Ara beni, öptüm seni" sözlerini  hala günlük hayatta kullanıyorum bazen. sonra dağıldılar mı, müziği mi bıraktılar derken aklımdan çıkmışlar. yıllar sonra İncesaz'da rastladım Bora Ebeoğlu'na ve yeniden hayran kaldım. duyduğum en güzel erkek seslerinden biri. sonra takibe başladım, nerede ne yapmışlar ve yapmaktalar diye. İncesaz'ın şahane albümü "Geçsin Günler" üstüne şimdi de Oya-Bora albümü fıstıklı kaymaklı ekmek kadayıfı oldu benim için. bu albümde yeni şarkıları var, bir kısmı dizi müziği olarak yazılmış ama bana hiç tanıdık gelmedi. çok dingin, sözleri çok güzel, hep bir kenarda çalsın isteyeceğiniz bir albüm.

-Can Yayınları, D&R mağazaları ile geleneksel 5 TL yaz kampanyasına başlamış gene. maalesef iki kurumun da ne internet sitesinde, ne facebook sayfasında bilgi bulamadım. yayınların listesini yayınlamakta zaten yıllardır çekimser davranıyorlar, ileride eklemeler olabilir diyerek. ama en azından baştan bilsek iyi olmaz mı? Can Yayınları'na yine de mesaj attım. daha önceki senelerde bu kampanyadan aldığım ve çok beğendiğim kitaplar olmuştu. Peride Celal'leri bu kampanyalar sayesinde almıştım mesela. Marc Levy'nin Gölge Hırsızı ve Mazzantini'nin Sakın Kımıldama kitapları da alıp hediye etmeyi sevdiğim arasında. genelde aynı kitaplar olacağını düşünsem de, gene de bakmaya değer olduğunu düşünüyorum. D&R mağazasına uğrayacakların haberi olsun. Baricco'lar yine varsa alınabilir, bir de Elsa Morente'nin Tarih Devam Ediyor'u. gidip bakmalı.

-Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde Orhan Veli sergisi bitti, Elleri Var Özgürlüğün: Oktay Rifat Horuzcu başladı. Türk şiirinin en iyi şairlerinden biri ve modern şiirimiz kurucularından biri olarak kabul edilen Oktay Rifat'ın da bu sene 100. doğum günü.  teyzesinin oğlu Nazım Hikmet, teyzesi Celile hanım, babası Trabzon valisi ve dil bilimci Samih Rifat, dedeleri müzik bilimci ve şair. kendisi de hem şiirler, hem tiyatro oyunları yazdı, çeviriler yaptı, hem de ressam. bu çok yönlü sanatçımızın sergisine de gitmeli. sergiyle ilgili bilgiler için buraya. sergiye adını veren şiir de işte aşağıda:

ELLERİ VAR ÖZGÜRLÜĞÜN
1
Köpürerek koşuyordu atlarımız
Durgun denize doğru.

2
Bu uçuş, güvercindeki,
Özgürlük sevinci mi ne!

3
Öpüşmek yasaktı, bilir misiniz,
Düşünmek yasak,
İşgücünü savunmak yasak!

4
Ürünü ayırmışlar ağacından,
Tutturabildiğine,
Satıyorlar pazarda;
Emeğin dalları kırılmış, yerde.

5
Işık kör edicidir, diyorlar,
Özgürlük patlayıcı.
Lambamızı bozan da,
Özgürlüğe kundak sokan da onlar.

Uzandık mı patlasın istiyorlar,
Yaktık mı tutuşalım.
Mayın tarlaları var,
Karanlıkta duruyor ekmekle su.

6
Elleri var özgürlüğün,
Gözleri, ayakları;
Silmek için kanlı teri,
Bakmak için yarınlara,
Eşitliğe doğru giden.

7
Ben kafes, sen sarmaşık;
Dolan dolanabildiğin kadar!

8
Özgürlük sevgisi bu,
İnsan kapılmaya görsün bir kez;
Bir urba ki eskimez,
Bir düş ki gerçekten daha doğru.

9
Yiğit sürücüleri tarihsel akışın,
İşçiler, evren kovanının arıları;
Bir kara somunun çevresinde döndükçe
Dünyamıza özgürlük getiren kardeşler.
O somunla doğrulur uykusundan akıl,
Ağarır o somunla bitmeyen gecemiz;
O güneşle bağımsızlığa erer kişi.

10
Bu umut özgür olmanın kapısı;
Mutlu günlere insanca aralık.
Bu sevinç mutlu günlerin ışığı;
Vurur üstümüze usulca ürkek.

Gel yurdumun insanı görün artık,
Özgürlüğün kapısında dal gibi;
Ardında gökyüzü kardeşçe mavi!


*belki de siz onu karısı için yazdığı şu şiirle tanıyorsunuzdur:

Sofalar seninle serin
Odalar seninle ferah
Günüm sevinçle uzun
Yatağında kalktığım sabah

Elmanın yarısı sen yarısı ben
Günümüz gecemiz evimiz barkımız bir
Mutluluk bir çimendir bastığın yerde biter
Yalnızlık gittiğin yoldan gelir.



Meraklısına not: Yazının görseli Afyonkarahisar yollarından benim çektiğim bir fotoğraf.



13 Mayıs 2014 Salı

Sakın Şaşırma:Orhan Veli 100 Yaşında..



İlk ezberlediğim şiirler O'nundu. Hala aklımda hepsi. Sadece kısa oldukları için değil, çok yürekten ve benim dilimden oldukları için. Bu yıl yüz yaşında olacaktı yaşasaydı. Benden genç ölmüş, gepegenç, otuz altı yaşında. Ne acı.

Önce Oyuncak Müzesi'ndeki Yaratıcılık Atölyesi'nde konuşmacı olarak ağırladığımız sevgili Şeref Özsoy ve Fatin Hazinedar ile başladı. Şeref Özsoy'un Orhan Veli'ye olan sevgisinden, iğneyle kuyu kazar gibi yıllar sonra duyduğu her ayrıntının peşinden giderek onun hakkında yazdığı kitaplardan,  Beyoğlu'nda açtığı Orhan Veli Şiir Evi'nden, şimdi de Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde açılacak olan "Orhan Veli 100 Yaşında" sergisinden, bol bol da Orhan Veli'li anılardan konuştuk. Yıllar önce Ayna Yayınevi'nin iki kez bastığı ve artık sahaflarda bile çok ender bulunan "Kanık'sadığım Biri:Orhan Veli" adlı kitabın peşine düşülmesi not alındı.

Derken, Orhan Veli'nin büyük aşkı Nahit hanıma yazdığı mektuplardan oluşan kitap çıktı: Yalnız Seni Arıyorum. İstanbul-Ankara arasında yaşanan, maddi imkansızlıkların çokça bahsedildiği, ama çok içten ve derin bir sevginin çoğu zaman iç burkan mektupları..

Ardından, Levent Cantek'in yazıp Berat Pekmezci'nin resimlediği şahane grafik roman Emanet Şehir alındı, Bodrum'da deniz kenarında okundu.  Emanet Şehir, 1940'ların sonu Ankara'sında geçen bir hikaye. İçinde o döneme damgasını vurmuş, ağırlığını oluşturmuş sanatçılar, politikacılar, eleştirmenler ve olaylar var. İçlerinde Orhan Veli'yi de görür gibi oldukça iyice keyiflendim.Okumaya öyle dalmışım ki, mevsimin ilk güneşinden yararlanmak için sıvadığım pantolondan görünen bacaklarım amele gibi yanmış, hala duruyor.

Sonra baktım sergi 15 Mayıs'ta bitecek, biz hala gitmemişiz. Dün düştük yollara. Dün de ne günmüş arkadaş. Köprüler kilit. Bahaneyle metro-vapur-tramvay derken gene İstanbul'un bilcümle vasıtasına bindim. Ne gam, İstanbul her dem şahane! Sergi, sizi aşağıdaki şekilde karşılıyor:


Gene de şaşırıyorum, Orhan Veli yüz yaşında ha! Nasıl hala bunca canımızdan peki?

Merdivenlerden sergi salonuna ilerlediğinizde tam karşınıza çıkıyor işte, beyaz bir bankta oturmuş, başını hafif atmış arkaya, yine neler düşünüyor kimbilir. "İlahi Orhan, nerden bulursun bunları?" diye soruyorum, cevap vermiyor.


Duvarlara ince iplerle şiirlerini asmışlar arkalı önlü, hepsini okuyoruz. İşte benim favorilerim: Dalgacı Mahmut, Zilli Şiir ve Baharın İlk Sabahları.





İç salonda ise orta kısımda tüm Yaprak dergileri var, çepeçevre duvarlarda da fotoğrafları, çocukluğu, öğrenciliği, dostları, Ankara günleri, İstanbul günleri... Bir bölümde yayınlanmış kitapları ve çevirileri var, şiirlerinden yapılmış şarkıların plakları, gösterilerin afişleri.. Küçük vitrinlere el yazmalarını koymuşlar, yarı Osmanlıca yarı Türkçe; el yazısına bakmaya doyamıyoruz.


Sergiden nedense sersemlemiş, çarpılmış halde çıkıyoruz. Görevimiz bitmedi. Hedef: Orhan Veli Şiir Evi! Bir Beyoğlu sokağının içinde, birinci katta bir Ev burası.



İki oda topu topu. Biri tıka basa ve günlerce kendinizi kaybedebileceğiniz kadar çok kitapla dolu, ortada bir koca masa, oturup okuyabilir veya yazabilirsiniz. diğer oda ise kafe tarzında, küçük masalar ve oturma grupları var. Duvarlar Orhan Veli şiir ve resimleriyle dolu.



Bu dünyadan hiç ayrılmak istemiyoruz. Kesinlikle bir daha gelmek kaydıyla kalkabiliyoruz yerimizden. Çıkarken kapıdaki Ekmek şiirini yeniden okuyup, Berkin'e ve geçen sene kaybettiğimiz diğer Gezi gençlerine selam çakıyoruz.


İnanmayacaksınız bitmedi. Ardından kalkıp gene bir Beyoğlu arka sokağında Şeref Özsoy'un sahaf dükkanını bulup, binbir emekle ele geçirdiğim "Kanık'sadığım Biri: Orhan Veli" kitabını imzalatıyorum. Öyle güzel bir ithaf yazıyor ki Şeref, bakar mısınız?


İstanbul'da şahane bir gün işte! Hala şaşıyorum, ne diyorsunuz, Orhan Veli yüz yaşında mı?

8 Mayıs 2014 Perşembe

Karınca Kapanı

Lisenin son iki sınıfını okuduğum Mehmed Beyazıd Lisesi, Göztepe SSK Hastanesi'nin arka tarafında yer alır. İstanbul'u bilenler, Kadıköy yakasının merkezi bir yerinde olduğunu; o civarı bilenler ise minibüs caddesinin dibinde olmakla beraber Fikirtepe'ye olan yakınlığı ile bu lisenin pek de ahım şahım bir okul olmadığını, hatta civarın okullarından disiplin suçuyla sürgün gelen öğrencilerle Fikirtepe civarında ikamet eden işçi ailelerinin çocuklarının lisesi olduğunu bilirler. Pek öyle şık imkanlara sahip bir okul değildi anlayacağınız. Hatta bildiğiniz fakirdi. Ancak öyle eli öpülesi, idealist öğretmenlerimiz ve yöneticilerimiz vardı ki, biz bunların çoğunun farkına sonradan vardık.  Liselerarası tiyatro şenliklerine katılıp ödüller almış bir tiyatro kolu vardı mesela. Lise ikinci sınıfa başlar başlamaz ben de çalışmalara katıldım. O dönem Fakir Baykurt'un Kaplumbağalar adlı şahane başkaldırı hikayesini, bir liseye göre çok kalabalık bir kadro ve iman gücüyle sahneye koyduk. Son askeri darbenin üzerinden 4 yıl geçmiş ama izleri hala devam ediyordu, biz de bir işçi mahallesi lisesinde Kaplumbağalar oynuyorduk. Kaplumbağalar, o yıl Liselerarası Tiyatro Şenliği'nde birinci oldu. Hala hayatımın en unutulmaz anılarından biridir. 

Gel zaman git zaman, bu ekipte yer alan arkadaşlardan konservatuvara gidenler oldu, işletme okuyanlar oldu, iktisat, mühendislik vs. Daha sonraki yıllarda lisede yapılan tiyatro kolu çalışmalarında Kaplumbağalar hep örnek ve destekleyici güç oldu. Şimdi aradan neredeyse otuz yıl geçmiş, lisemiz Anadolu Sağlık Lisesi olmuş. Yıllarca hayat gailesi ve değişen mesafeler yüzünden  izini kaybettiğimiz arkadaşlarımızla birer ikişer yeniden buluşuyoruz. Bu liseden yetişen iki pırıl pırıl sanatçı arkadaşımız, Cüneyt Uzunlar ve Fırat Tanış şimdi yeni bir işe imza attılar. Cüneyt'in önce bir oyun olarak yazdığı senaryoyu film senaryosu haline dönüştürdüler; sonra yönetmen koltuğuna Fırat oturdu, yanlarına başka usta oyuncuları da alarak Karınca Kapanı filmini yaptılar. Dün filmin galası vardı, onlarla galaya gittim.



Daha önce filmin facebook sayfasında yayınlanan iki fragmanını ve Fırat'ın filmde yer alan Pardon şarkısının klibini izlemiştim, hikaye hakkında fragmanlardan çıkarabildiğim kadarını biliyordum. Kalabalık bir seyirci topluluğu ile sinema salonuna geçtik, sonra o büyülü an, ışıklar karardı ve perdede Neslihan Yeldan belirdi, konuşmaya başladı. Arasız iki saate yakın sürdü film. İzleyeceklere filmin tadını kaçırmayacak ne söyleyebilirim diye düşünüyorum şimdi. Film biraz karanlık, tamam. Çünkü bir suç ve gerilim filmi. Topu topu üç karakterin sırtında, tamam. Bu yüzden diyalogu çok. Diyaloglar lezzetli ve zekice geçişleri, hatta esprileri var. Oyuncular için tarafsız bakamayacağım ama, Fırat'ın oyunculuğunu her zaman beğenmişimdir. Cüneyt'i ise sinema perdesinde ilk izleyişimiz. Son derece soğuk kanlı, buzz gibi bir adam. Neslihan Yeldan da daha önce tiyatro sahnesinde izlediğim bir oyuncu, filmde bunalım içinde bir kadını son derece başarılı canlandırıyor. Filmin aralarında Emre Kınay, Bahtiyar Engin, Mesut Yar ve emektar Eşref Kolçak bir görünüp kayboluyorlar, ama çeşni kattıkları kesin. Sonuç: Sizi gerecek ve ters köşeye yatıracak bir filmle karşı karşıyasınız. Emeği geçen herkese alkış. Başka çalışmalarını da merakla bekleyeceğim.

Filmden tadımlıklar:

"Taktım bıçağı kaburgasına kadar çektim... mideydi, bağırsaktı dökülüverdi... Önce bir ağırlık oldu... dağ tepeme bindi... sonra hafifledim... ne olacak lan dedim... durmam... geçerim karşıya dedim... cehennemden cennete geçtim... o derece..."



"Katil olmak için illa birinin gırtlağını kesmen gerekmez... İnsanları yoksulluğa, sefalete ittin mi geberip giderler zaten!"

"Ayakkabıyı yapan, yürüyüşü belirler..." 

Fırat Tanış'tan filmin şarkısı Pardon, filmden görüntüler eşliğinde  burada. Bu arada merak edenler için, Fırat'ın müzik albümü Eylül'de geliyor. Sabırla bekliyoruz:)

Filmin iki fragmanı burada ve burada.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Bakarsın Bulutlar Gider


Özen Yula çok severek takip ettiğim bir yazar. Oyun ağırlıklı yazdığı metinler, genelde duygusal çözümleme ağırlıklıdır. Öykü ve romanlarında da bu hissedilir. 2009 yılında Gizli Aşk Bu isimli romanı için de yazmışım, hatırlamak için buraya. Şimdi, Bo Sahne son oyununu sahneliyor. Mart 2014'te ilk kez sahnelenen oyunun adı Bakarsın Bulutlar Gider. Oyunun eleştirilerini daha önce okumuş ve çok merak etmiştim. Ancak tüm sahneler Avrupa yakasında olduğu için bir türlü fırsat bulamamıştım görmeye (ki bu benim için çok feci bişey). Dün gece ise Oyun Atölyesi'ne gelince oyun, orada olmam kaçınılmazdı. Gizli Aşk Bu kitabını çantama atıp düştüm yollara. Metroda kitabı onca yıl sonra yeniden karıştırıp, kendi kendime gülümsediğim de doğrudur.


İki kişilik, tek perdelik, 70 dakikalık bir oyun. Oyuncular Selen Öztürk ile Kenan Ece'yi değişik TV dizilerinden yanıyoruz, ama daha önce tiyatro sahnesinde izlememiştim. Oyunu beklerken, Oyun Atölyesi'nin şahane kafesi Antre'de Özen Yula'yı gördüm. Tanışıyormuş gibi gülümsedik, birbirimize doğru yürüdük ve el sıkıştık. Sonra çantamdan Gizli Aşk Bu'yu çıkardım ve imzalamasını rica ettim. İçinden Ece Temelkuran'la Asu Maro'nun kitapla ilgili yazdıklarının gazete kesikleri olan kitabım bir de yazarının imzası ile taçlandı. Dileğin güzelliğine bakar mısınız?


Sonra oyun başladı. Oldukça kitsch ve İslami öğelerle süslenmiş bir salon dekoru. Akşam namazını kıldıktan sonra salona gelmiş, tespihini çekip dualar okuyarak, kapının kilidini yeniden kontrol eden bir genç kadın. Tüm hayatı çalan kapı sesiyle ve 2 ay önce intihar eden eşinin adını hiç duymadığı arkadaşının kendisine bir emanet getirdiğini söylemesi ile alt üst olacaktır. Oyun boyunca hiç düşmeyen tempo, duygusal iniş çıkışlar, iç dökme ve sinir buhranları, seyirciyi hiç sıkmadan merakla izleniyor. Sonuç: oyun sonrasında ayakta alkışlayan ve  tüm bu bunalımlara rağmen "Bakarsın Bulutlar Gider" diyerek gülümseyerek tiyatrodan ayrılan seyirciler.
"Ben onu beklerken kendime alıştım" ve "Sevişirsen değil, seversen geçer" replikleri de unutulmazdı. Emeği geçen herkese teşekkürler. Sevgili Özen Yula, bir sonraki metnini heyecanla bekliyorum.

Not: Oyunla ilgili bir kaç eleştiri okumak isterseniz, burada ve burada.

Not2: İKSV, 42. İstanbul Müzik Festivali için ölümünün 60. yılında anmak üzere Sait Faik için Fazıl Say'a özel bir eser hazırlattı. Özen Yula'nın yazdığı ve sahneye koyduğu, bir edebiyat-müzik buluşması olan eserde tiyatro oyuncuları Demet Evgar, Songül Öden ve Esra Bezen Bilgin anlatıcı rolünü üstleniyor. Fazıl Say'ın piyanosu başında yer alacağı konserde, etkileyici sesleri ile Birsen Tezer ve Serenad Bağcan'ın yanı sıra Borusan Quartet, kanunda Hakan Güngör, kemençede Derya Türkkan ve vurmalı çalgılarda Aykut Köselerli de sahne alacak. Eserin dünya prömiyeri 25 Haziran Çarşamba akşamı saat 21.00 de Sait Faik Abasıyanık'ın yaşamının büyük kısmını geçirdiği Burgazada'da yapıldıktan sonra, eser 26 Haziran'da da Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi'nde aynı saatte seslendirilecek. Biletler satışta, haberim yoktu demeyin.








21 Kasım 2012 Çarşamba

Pera Müzesi'nde Neler Var?

İki-üç hafta önce, bayram tatilinin içindeki cumartesi günü Beyoğlu'na gittik. İstiklal Caddesi'ne ne zamandır gitmemiştim. aman ne değişmiş!  metronun yürüyen merdivenlerindeki gibi omuz omuza bir kalabalıkla sel gibi aktık yol boyunca. karşıdan gelenler göğüs göğüse mücadele etmek ve aşılmaz duvarımızı aşmak zorunda kaldılar. hani yürürken gözün kayar da bir vitrine bakmak için duraklarsan, mazallah seni çiğneyip geçebilirler, o derece. neyse, hiç takılmadım, hedeflerim belli, İstiklal Caddesi duraklarıma uğrayacağım.

aka aka Galatasaray'a kadar geldim. Galatasaray Handa, Fototrek'te bir arkadaşımızın fotoğraf sergisi vardı, ilk hedefim orası. aaa, hanın önünde bir adam, almış eline elektro bağlamasını, halay havası çalıyor, hoparlörden bas bas tıngır tıngır bu ses geliyor, saçları apaçi usulu kesilmiş bol jöleli kot pantolonlu beş-altı genç de son derece kosantre bir şekilde halaya durmuşlar. gelen geçen de durmuş bunları seyrediyor, ya da resimlerini çekiyor. hızla hana doğru yöneldim, maalesef han kapalı. ilk durak tırt. devam.

ikinci durak St. Antuan Kilisesi. bir kalabalık ki sorma gitsin. girişe ilginç bir kıvrık İsa heykeli koymuşlar. ama dışarıda resim çektirmek isteyenlerin genel tercihi elinde güverciniyle Papa Roncaldi. içeriye giriyorum, yarıya kadar olan bölümünü kapatmışlar, azıcık bir bölümünde yürüyüp geri dönülüyor. yüksek sesle konuşanları, görevliler burasının bir ibadethane olduğunu söyleyerek uyardıklarını duyuyorum. muhtemelen ilk kez kiliseye giren çok bu kalabalık içinde.

dışarıya çıkınca hedef Pera Müzesi. Altın Çocuklar sergisini merak ediyorum. Pera Müzesi, her zamanki gibi, o kalabalıktan çıkınca ulaşılan bir vaha gibi, sessiz. huşu içinde en üst kata çıkıyor, Altın Çocuklar'a varıyorum. bu sergi, İspanya'dan gelmiş,  Jacober Vakfı'nın koleksiyonu. 16.-19. yüzyıl arası Avrupa'da yapılmış çocuk portrelerini toplayan bu koleksiyon, bu özelliğiyle çok özelmiş. sergide yer alan 57 çocuk portresi, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden soylu ve aristokrat çocukları gösteriyor. bu resimler, o zamanların moda anlayışını, gelenek ve inançlarını da bize gösteriyor tabii. belli bir yaşa kadar kız çocuğu gibi giydirilen erkek çocuklar, ellerinde bekareti ya da temiz kalbi simgeleyen kuşlarla haçlarla ressamına bakan hüzünlü çocuklar bunlar. kimi prens, bu yüzden başları dik, gururlu. ama hiç biri gülmüyor nedense. gezdikçe bu çocukların yaşlı yüzleri ve çocuk bedenleri içimi sıktı açıkçası. sonra da şöyle bir not okudum: o dönemlerde aileler çocuklarına potansiyel damat-gelin aileleri bulmak için çocuklarının resimlerini büyük yüzlerle yaptırır gönderirlermiş, e tabii fotoğrafın icadına daha var.. işte bizim kız, şimdi 4 yaşında, resim size ulaştığında 6 olacak, işte bu da 16 yaşındaki hali, siz şimdiden karar verin gibi bir şey yani. Sergide Kanuni'nin kızı Mihrimah Sultan'ın da tablosu görülebilir, o da İspanya'daymış meğerse. aşağıda da sergideki ilginç tablolardan biri var: tablonun adı; Aşk Tanrısı Giysisiyle Don Nicolau Despuig Cotoner Martínez De Marcilla y Sureda.  1710 tarihli bu tabloyla ilgili ayrıntılı bilgi burada. yakasındaki broşta kralın resmi vardı, kanatları da pek hoştu.



çocuklardan kaçıp alt katta, ne olduğunu bilmediğim Flash Back sergisine kapağı atıyorum. burada çocuk portreleri koleksiyonunun sahibi olan Jacober Vakfı sahipleri Yannick Vu ile Ben Jacober'in modern sanat eserleri sergileniyor. yukarısı ne kadar geçmiş ise, burası o kadar gelecek. bana göre en ilginç eserler ilk üç şöyle:


1. Leonardo'nun atı (ayrıntılı bilgi için başlığa tık.)


Leonardo ile karşılaşmak beni artık hiç şaşırtmıyor. her yerden ya o, ya Mona Lisa çıkıyor karşıma. anlatacağım, sonra.


2. Yannick Vu-La Coda del Occhio. cam fanusların içinde iki canlı balık var, denk getirene kadar canım çıktı :)



3.Leer con Prisa.  Kocaman bir duvarda sessizce dönen bir çark. üzerinde 206 tane ciltli kitap var. sağ üst köşede bir noktada duraklıyor sadece, durakladığında kitap tak diye açılıyor, bir-iki saniye sonra çark dönünce o kapanıyor bir diğeri açılıyor.




Pera Müzesi'nden çarpılmış bir halde çıktım, tekrar Taksim'e doğru yürüyorum. başka bir köşede bir adam eline almış kemençeyi, onun da önünde gelen geçen horona durmuş, ayrı bir kalabalık. Aznavur Pasajına uğruyorum, Avrupa pasajına girip Balık Pazarı'ndan çıkıyorum, Atlas Pasajına girip turluyorum, Mephisto'ya uğruyorum, kapanmış Kaktüs'ün sokağına hüzünle bakıyorum, bari İnci'de bir profiterol yiyeyim diyorum, bir bakıyorum millet ellerinde kaseler sokakta yiyorlar, vazgeçiyorum. demek ki neymiş, bayram günü Beyoğlu'na gidilmeyecekmiş. ne kadar kalabalık olursa olsun, benim için kredisi sonsuz. bir dahaki sefere kadar.


Meraklısına Linkler:

-Pera Müzesi burada, Altın Çocuklar sergisi ile Flash Back  6 Ocak 2013'e kadar görülebilir.
-Altın Çocuklar sergisini benimle gezmek size ilginç gelmemiş olabilir, buyurun İlber Ortaylı ile gezin:  Habertürk tvde yayınlanan program burada.
-Yannick ve Ben Jacober Müzesi ana sayfası burada,
-Yannick Vu-Ben Jacober eserleriyle ilgili ayrıntılı bilgi ise burada.

19 Kasım 2012 Pazartesi

İstanbul'un Kitap Fuarı

Bu hafta sonu İstanbul'un altını üstüne getirdim. Altı üstünden iyi değilmiş netekim, gördüm. Epi topu ne yaptım, cumartesi Tüyap Kitap Fuarı'na, pazar günü de Sabancı Müzesi'nde Monet sergisine gittim. Kaç çeşit  ulaşım aracı kullandım, buyurunuz:

-Minibüs,
-Metrobüs,
-Vapur,
-Otobüs,
-Metro.

Olup ta kullanmadığım bir tek sarı dolmuşlar, teleferik, finiküler ve deniz otobüsü kaldı. Güzergahta olsaydı onları da kullanırdım.  Ne zengin şehir, yarabbi! Üstelik hepsi hıncahınç dolu. Gene de fuara gidiş gözümde büyüttüğüm kadar zor değilmiş, yapılabilir bir şeymiş. Gerekli aktarmaları yaptığınızda, Anadolu yakasının bir ucundan fuar alanına birbuçuk saatte gidebiliyorsunuz. İndiğiniz yerden kitaplara ulaşmak yarım saat alıyor ama olsun, değer. (Metrobüsten fuarın karşısında iniyorsunuz, biraz yürüyüp köprü tırmanıyorsunuz, en yakın kapıdan girince sanat fuarının içine düşüyorsunuz, oradan yolunuzu bulup kitaplara ulaşana kadar iki posta kayboluyorsunuz, o yüzden.) Bu arada, metrobüs merdivenlerinde ellerindeki davetiyeleri sallayarak "İçeride 10 lira, bizde beş lira" diye bağıran satıcılara yüz vermeyin; içeride de beş lira çünkü giriş bedeli. Öğrenci, öğretmen ve emeklilere de ücretsiz. Beylikdüzü'ne taşındığından beri yüz vermediğim kitap fuarını çok beğendim. 25 Kasım Pazar son gün, koca bir haftanız var. Gidiniz görünüz, kaybolunuz, korkmayınız.

Meraklısına Notlar:

-İşte burada fuarın sayfası. Ulaşım ve ücretsiz servislerle ilgili bilgiler de var.
-Girişten mutlaka bir kroki edinin, yerleşim mantığını çözünce ulaşamayacağınız yer yok.
-İçerideki kafelerin fiyatları oldukça yüksek ve seçenek az. Üstelik çok kalabalık oluyor. Bence suyunuzu, sandviçinizi alın giderken.
-Yayınevlerini twitter hesabınıza ekleyin, anlık çekiliş-hediye uyarılarını izleyin, eğlenin (ben bir kitap kazandım)
-Yayınevlerinin indirim oranları % 20-25. Daha yüksek oranlarda uygulayanlar ve belli kitaplarda üçü on lira, üçü onbeş lira, tanesi 2-3 lira sepetleri var, buralarda hazineler saklı olabilir, bakmadan geçmeyin.



15 Kasım 2012 Perşembe

merdiven 2-gizem çözülüyor

Dün en son bu merdivende kalmıştık, hatırlarsınız (hatırlarsınız değil mi, ey okuyucu!)


Bu merdivenleri ilk gördüğümüzde hepimiz aşağı yukarı aynı şeyi düşünmüştük, harap bir yer olmalı burası. Oldukça eski ve bakımsız. Merdiven dönüşüne bakılırsa, çatı katı olabilir. Merdiveni böyleyse odaları da muhtemelen bu derece haraptır.

Derken, bu merdivenlerin hikayesi ortaya çıktıkça, tahminlerimizin doğru olduğunu anlayacaktık. Ama bu kadarını hiçbirimiz beklemiyorduk.

Başlayalım:
1. Bu bina, Fransa'da Auvers-sur-Oise kasabasında yer alıyor (Israr etmeyin, telaffuz edemeyeceğim). Paris'e 27 km. uzaklıkta. Yani Paris'e gidildiğinde trenle günübirlik bir gezi yapılabilir, ya da bir haftasonu geçirilebilir. Anlatacağımız şeylere ilave olarak, bir de Yeşil Peri olarak adlandırılan sıvı bombayı andıran Absinth'in müzesi de bu kasabada. (Oralara giderseniz Monet'nin Giverny bahçeleri de çok yakında, haberiniz olsun).

2. Bu binanın şimdiki adı L'Auberge Ravoux. Cafe/restoran olarak hizmet veriyor. Otantik bir mekan. 1890'larda ismi Ravoux Inn olarak, otel olarak kullanılıyormuş.

3.Gördüğünüz merdiven binanın çatı katındaki 7 metrekarelik odaya çıkıyor. 1890 yılında kirası 3.5 frank/tam pansiyon. Odanın kiracısı ancak bu parayı ödeyebiliyor.

4.1890 yılından bu kadar bahsetmemizin bir nedeni var. Bu oda, içinde Temmuz 1890'da Van Gogh'un öldüğü oda. Van Gogh, hayatının son iki ayını bu kasabada, bu odada geçirdi ve son nefesini bu odada verdi. Mezarı da bu kasabadadır. Van Gogh'un öldüğü oda, eşyasız olarak,  haftasonları hariç ziyarete açık. Giriş bedeli 6 Euro (bu parayı O asla ödeyemezdi diye düşünüyor insan).



Meraklısına Linkler:

-L'Auberge Ravoux sayfası burada (özellikle yeşil renkle işaretlenmiş bölümdeki kısa filmi de izlemeyi unutmayın)

-Van Gogh ve Auvers-sur-Oise günlerini, çok ayrıntılı bir şekilde öğrenmek ve o dönem yaptığı tablolar eşliğinde izlemek için buraya tıklayabilirsiniz. Sizden ricam, o resimleri bir de Auver-sur-Oise kasabasındaki manzaraların asıllarıyla karşılaştırmanız. Zaten kasabayı gezerken, Van Gogh'un o manzarayı resmederken durduğu noktalarda o tabloların bir örneğini içeren tabelaları da göreceksiniz. Bakın mesela, kasabanın tuhaf kilisesini o nasıl görmüş?



14 Kasım 2012 Çarşamba

Merdiven


Bu merdiven resimlerini görünce aklıma önceki hafta Yaratıcılık Kulübünde yaptığımız çalışma geldi. Bir sürü merdiven resminden birini seçiyorsunuz, ne çıkarsa bahtınıza, ve ardından başka bir seriden bir resim daha seçiyorsunuz. İkinci seçilen resimde de insan, hayvan, süper kahraman vs. resimler var. Sizin göreviniz, Jim, elbette kabul ederseniz, bu iki resmi birbirine bağlayan fantastik bir öyküyü kısa bir süre baktıktan sonra anlatmak. Amaan ne merdivenler, ne kahramanlar gördük :) Sonuçta merdivenin ne kadar yaratıcılığa yatkın bir imge olduğunu farkettik. İnanmayan bulsun bir merdiven resmi, düşünsün görsün. Yukarıdaki resimler o çalışmada yer almıyor, www.muhendisbeyinler.com sitesinin facebook sayfasından alınmıştır. Siz ne düşündünüz bilmem ama bana ilginç geldi. Kimin evi olabilir burası? bu merdivenden kim inebilir ya da? Sonra ne olur?

Durdum durdum ekliyorum, o gün çalışmada en çok baktığımız merdiven resmi aşağıdakiydi. Bilin bakalım sonunda ne çıktı?


12 Kasım 2012 Pazartesi

Monet




Bildiğiniz gibi, ressam Claude Monet’nin Paris Marmottan
Müzesi’nden gelen resimleri Sabancı Müzesi’nde sergileniyor.

Bu sergi için Akgün Akova’nın hazırladığı ve sunduğu
“Gözünüzde Bir Bozukluk mu Var Bay Monet?” adlı gösteri,
18 Kasım Pazar Günü saat 14.00’de Sabancı Müzesi’nin
Konferans Salonu’nda yapılacak.

Gösteri, “Einstein ve Monet bir bahçede, üzerine çiçekli bir
örtü serilmiş bir masada kahvaltı etselerdi, ne konuşurlardı?”
sorusundan yola çıkıyor.

Sanat danışmanlığını Gülden Akıncı’nın yaptığı bu gösteriye
sizi ve dostlarınızı davet ediyoruz.

Etkinliğin sonunda, isteyen katılımcılarla birlikte, Akgün Akova
rehberliğinde bir sergi gezisi gerçekleştirilecek.

Bir sabah Le Havre Limanı’nından sessizce ayrılan sandaldaki iki kişi, iki siyah lekeye dönüştüğünde sanat tarihi nasıl değişti?

Monet, ışıkla arkadaş olmak için neler yaptı?


Alice’in biri Harikalar Diyarı’ndaki bahçede tavşanın peşinden koşarken, diğeri neden sekiz çocuğa birden bakıyordu?

Çiçekler düş görür mü? Bir ressam bir bahçede neden kaybolmak ister?

Nilüferler bir sabah neden “Gözünüzde bir bozukluk mu var Bay Monet?” diye sordular? 

Einstein ve Monet bir bahçede, üzerinde çiçekli bir örtü serilmiş bir masada kahvaltı etselerdi, ne konuşurlardı?

Bir ressam kör olursa ışığı nereye gider?

Ağlayan söğütlerin gözyaşları suya düştüğünde ressamın fırçası neden ıslanır? 

Chicagolu zenginler Giverny’deki bahçede ne arıyorlardı?

Tren garından yükselen buhar, bir bahçedeki buğuya nasıl dönüştü?

Monet “ışığın düş gördüğü bir bahçe” yaratmanın düşlerini nasıl kurdu?

Şair, yazar ve fotoğraf sanatçısı Akgün Akova, bütün bu soruların yanıtlarını aramak için bizi Monet’nin dünyasına götürüyor.

Fotoğraf ve şiirin resimlerle buluştuğu bu anlatıya tüm sanatseverleri davet ediyoruz.
18 Kasım 2012 Pazar, saat: 14:00, Sabancı Müzesi Konferans Salonu 

Gösteri herkese açık ve ücretsizdir.

Sergi gezisi için ise, müze giriş bileti yeterli olacaktır.




Meraklısına Notlar:
-Yukarıda duyurusu yer alan konuşma, yedi yıldır Oyuncak Müzesi'nde Yaratıcılık Kulübü çalışmaları yürütmekte olan sevgili hocam Akgün Akova tarafından yapılacaktır. Hem Monet sergisi gezmek, hem de Akova'nın engin dünyasından yararlanmak için eşsiz bir fırsat. Kış zamanı bir Pazar günü nasıl daha iyi değerlendirilebilir, bilemedim doğrusu. Hadi gelin, salon 200 kişilik, yerimiz var.

-Sabancı Müzesi ve Monet sergisiyle ilgili daha fazla bilgi için buraya.

4 Mayıs 2010 Salı

telafi


Amaaaaan ne haftasonuydu! uzun zamandır bu kadar üstüste bu kadar uykusuz kalıp bunca eğlenmemiştim. önce bir sürpriz doğumgünü partisi, ki içinde sevgili eşimin çağırdığı tulum sanatçısı da var, horon bilmeyen insanların da kalkıp horon yapmaya çalışmaları da var, bol bol kahkaha ve neşe var. ardından haftasonu için İzmir'e gitmek var, İzmir'de canım arkadaşım Liz var, hafif rüzgarlı bir hava var ama güneşli, çok yemekler ve gülmekler var. pazar gecesi geri dönüşte de rötarlar var, uykusuzluk var, Sunexpress'e okumaklar var. dün, üstelik de ayın ilk günü, nasıl yorgundum. bir ara ekrana bakarken başım küt diye önüme düşüp horlayarak uyumaya başlayacağımı sandım. ama düşürmedim başımı! eve gider gitmez uyuyakaldım, o ayrı. hala mutluyum, önemli olan bu.
ben şimdi çok uzun ara verdim ya, ne kadar olmasa bir tutukluk oluşuyor insanda, hem bir mahcubiyet. bunca zaman o kadar çok şey oldu ki, yazmaya kalksam yazamam, kaldı ki siz okuyasınız. o yüzden yeri geldikçe ufak başlıklarla gideyim diyorum. hayatımdaki en büyük değişiklik evlenmiş olmam! Temmuz ayında size daha önce anlatmış olduğum lisedeki ilk aşkımla evlendik. bu evlilik ile beraber benim 12 yaşında çok yakışıklı bir de oğlum oldu. bir taşla iki kuş! çok şanslı hissediyorum kendimi.
Evlilikten sonraki ikinci en büyük değişiklik işyerimde oldu. aynı yerde çalışıyorum ama genel müdürlükten şubeye atandım. şubeciliği her zaman daha çok severim, üstelik evime çok yakın. hatta yürüyerek gidip geliyorum. İstanbul şartlarında inanılmaz bir lüksüm oldu yani anlayacağınız. yolda harcamadığım vakti kışın uyuyarak değerlendirdim. yaz gelince farklı değerlendirmek isityorum çünkü hayatımdan yol, vapurlar ve otobüsler çıkınca ben eski hızımda kitap okuyamaz oldum. bu durumdan rahatsızım açıkçası. zaten bir saat olan öğle tatilini de yemek mekanı açısından pek şanslı olmayan bir bölgede olduğumuz için işyerine yemek söyleyerek geçirdiğimizden, çantama hevesle attığım kitaplar benimle gezmekten başka bişey yapamıyorlar. geri kalıyor akşam eve gidince ve yatmadan önce'ler. akşam eve gidince tamam, bunu yapıyorum. ama yatmadan önce'ler bölümünde problem var. neyse, bulacağız bir çaresini. yaz geliyor, günler daha uzun ve aydınlık; sırf bu bile neşelenmeye yeter.
ben gene sonbahar-kış döneminde yaratıcılık seminerlerine katıldım, eski arkadaşlar hatırlar, İstanbul Oyuncak Müzesi'nde sevgili Akgün Akova önderliğinde. bu dönem biraz daha ileri giderek, projeler alarak sunumlar yaparak çok eğlenceli ve ufuk açıcı zamanlar geçirdik. Nisan sonu yaz tatiline girdik ama şimdi de maille yazı çalışmaları yapıyoruz. bomba bir projemiz var ama onu sonra anlatırım.
evet, kitap okuyamıyorum dedim ama diğer sanat faaliyetlerine devam ettim. Gerçi artık sezon sona erdi sayılır, mevsimidir. Süreyya'da en son Bahar Konseri'ni izledim. İstanbul Devlet Opera Orkestrasının Star Wars melodisiyle başladığı bu konser gerçekten çok eğlenceliydi. Tiyatroya gelince, Nisan sonunda Oyun Atölyesi'nde "7 Şekspır" müzikalini izledim. Tiyatroyu seven herkesin bu oyunu izlemesini çok isterim. Haluk Bilginer ve soykarılara bayılacaksınız! zaten şu Haluk beyin ne enerjisi var kardeşim, gözlerinde ateşler yanıyor! onu sahnede izlemek büyük bir şans ve zevk. bu sezonun bence en iyi oyunlarından biriydi, fırsatınız olursa kaçırmayın diyorum.
Bugün Pera Müzesinde Botero sergisi açılıyor! sanırım Temmuz'a kadar. 2007'de yine Türkiye'ye gelmişti Botero, yeni sergi haberini görünce anımsadım, sonra girip buraya baktım ki işte burada. gitmek, görmek gerek.
Şimdilik bu kadar. okuduklarımı da sonra anlatırım.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

223

işte bazen kendimi bu resimdeki hatun gibi hissediyorum. yani ortadaki. (böyle deyince de temel fıkrası gibi oldu, hani iki yanında ineklerle resim çektirmiş de, memlekete yollarken arkasına "ortadaki benum" yazmış ya). gerçekten, özellikle iş hayatı insana bu hissi nasıl sık veriyor anlatamam. tüm gün boyunca aybaşında hazırlanan bir raporu hazırlamak için, bugün izne başlayan ve giderken tüm verileri (ve herşeyleri aslında) darmadağınık bırakan bir arkadaşın arkasından söylene söylene uğraştım. bazı excel tablolarının formülasyonları bile bana karşıydı yahu, elle girdim filan, sonuç: gözlerim kaydı, aklım boşaldı, rapor hala bitmedi. güya güzel bir yazı yazacaktım dönüş şerefine. bu sıkıntılı günün üstüne işte ancak bir yanında astronot, bir yanında zuzaylı biriyle böyle oturup kalırsın. yarın devam. raporda hala kayıp olan 25 bin doları arıyorum, bulan haber versin :)


doğumgünümde "döndüm" dedikten sonra, sürpriz bayramla haftasonunun tadına baktım. cumartesi akşamüstü Süreyya'da Güldestan adlı dans ve müzik gösterisini izledim. pazar günü de Şehir Tiyatroları'nda Maskeliler adlı oyunu (bu yılın çeşitli tiyatro ödüllerinde ismi yılın prodüksiyonu, en iyi erkek oyuncu ve dekor dallarında geçmişti) izledim.
Güldestan, modern dansın en güzel yorumlandığı gösterilerden biri. koreografisi ve yönetmenliğini Beyhan Murphy, müziklerini Mercan Dede yapmış ve çok etkileyiciydi. geçtiğimiz yıllarda AKM sahnesinde sergilenmiş bu oyunu şimdi Süreyya'nın sahnesinde izlediğimizde gösterinin görkeminden birşeyler kaybetmiş olduğunu buruklukla farkediyorsunuz, ancak modern dans da çok güzel uçuşan dansçılar da. 2003 yılından beri, yılda sadece bir-iki kez oynuyorlar; rastlarsanız kaçırmayın.
Maskeliler'e gelince, tek perdelik bir oyun bu. İsrailli genç bir yazar olan Ilan Hatsor'un oyunu. bir kasap dükkanı dekorunda, Filistinli 3 erkek kardeşin öyküsü. ağabey İsrail tarafında bulaşıkçılık yapmaktadır, ortanca kardeş Komitecilere katılıp dağa çıkmıştır, en küçük kardeş de köylerinde kasabın yanında çalışmaktadır. ortanca kardeş (Levent Üzümcü), küçük kardeşe (Serdar Orçin) ağabeylerinin (Mehmet Gürhan) İsrail ajanı olmakla suçlandığını söyler ve oyun bu şekilde başlar. yaklaşık bir buçuk saat boyunca kardeşlerin arasındaki konuşmalar ve hesaplaşmalar giderek artan bir tempoda devam eder ve sürpriz bir sonla oyun sona erer. Duygu Sağıroğlu'nun kasap dükkanı dekoru çok ince detaylarla hazırlanmıştı, içeride kafeslerde iki canlı tavuk bile vardı! oyun boyunca kafes içinde ordan oraya atladılar ama neyse ki ötmeye kalkmadılar. Maskeliler, etkileyici ve düşündürücü bir oyun. umarım gelecek sezon gene oynar ve savaş ile insanlık halleri üzerine düşündürmek üzere daha çok kişiyle buluşur.

Öyle böyle derken, tiyatro sezonu kapandı, Mayıs sonunda Süreyya'daki gösteriler bitiyor, 6 Mayıs Hıdrellez, hava hala soğuk kardeşim. yarın İstanbul 14 derece olacakmış. tedbirli olmakta fayda var, üşümeyelim üşütmeyelim aziz dostlar.
Meraklısına Not: Maskeliler oyunu ile ilgili burada ve burada haberler var. Güldestan'la ilgili haberler için ise burayı ve burayı tıklayabilirsiniz.