.

.
şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Şubat 2015 Salı

Dünya Kediler Günü


Bugün Dünya Kediler Günü'ymüş, facebookta rastladım. Böyle bir günden neden bugüne kadar haberdar olmadığıma mı şaşayım, yoksa acaba hangi başka hayvanın günü vardır merak edeyim, yoksa şu cüce Şubat ayına sıkıştırılan günlerin çokluğuna mı yanayım vallahi ortadayım. Ama madem kediler günü, koşup kütüphanemde bir bakışta gördüğüm kedili kitapları alıp geleyim. 


İşte bunlar benim kedili kitaplarım. Başka da vardır mutlaka arkalarda ama kedi misali üşendim, siz bunlara bakın.  En üstte bir kedisever olduğunu bildiğimiz ve pek sevdiğimiz Murakami beyin Kafka Sahilde'si var. Ardından yok olduğuna üzüldüğümüz Maceraperest Kitapların Lilian Jackson Braun tarafından yaratılmış kedili dedektifi Jim Quwilleran'ın maceraları. Sonra "ne kitapsız ne kedisiz" diyerek kalbimizi çalan Bilge Karasu'nun 'Göçmüş Kediler Bahçesi'. Peşinde Latin Amerika edebiyatının temel taşlarından Jorge Amado'nun resimlerle süslü masal tadındaki 'Kırlangıç ile Tekir Kedi'si. Derken gene bir kedisever, Murathan Mungan'ın 'Yabancı Hayvanlar' adlı hayvanlar üzerine yazılmış öykü derlemesi -ki içinde Hemingway, Cortazar ve Rinser'in kedilerle ilgili öyküleri var. Onun altında Yaren'i aldığımızda evde bulunsun diye aldığım bir rehber kitap: 'Kedi Sahibinin El Kitabı'.  Elbette Oya Baydar'ın 'Kedi Mektupları'nı unutmuyoruz. ve en altta da Londra'da uyuşturucu bağımlısı sokak müzisyeni gencin hayatını kurtaran sarman Bob'un gerçek hikayesinin anlatıldığı James Bowen imzalı 'Sokak Kedisi Bob' var.

Kedi severler için önemli bir gelişme: Şahane bir kedi dergisi!


Daha ikinci sayısı çıktı, geç kalmadınız. İçeriği dolu, sevimli bir dergi. Üstelik içinde bir facebook fenomeni haline dönüşen Üzüm ile Ryuk'un dedektiflik maceraları da var. Daha ne olsun!

Bir de Ece Ayhan'ı analım Bakışsız Bir Kedi Kara şiiri ile.

Bakışsız Bir Kedi Kara

Gelir bir dalgın cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lam-
bayı. Uzanır ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda
bir kör kadın. Hısım. Sayıklar bir dilde bilmediğim. Göğsünde
ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Tey-
ze tavanarasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Ge-
çer sokaktan  bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir 
çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede. Bir korsan ge- 
misi! girmiş körfeze.

Ek: burada da kedilerin ilham olduğu 8 kitap diye bir seçki var, merak edenlere..

Ek2: Tarih adlı facebook sayfası şahane bir kitapçık hazırlamış, "Kediler ve İnsanlar". Antik Mısır'dan başlayarak Ortaçağ Avrupa'sına kadar kedilerin bilgelik dolu kısa tarihi. Kitapçığı buradaki linkten indirebilirsiniz, hediye.  

Yani bugün de böyle, Dünya Kediler Gününüz kutlu olsun. Siz de çıkarsanıza kütüphanenizden kedili kitaplarınızı. Ya da isterseniz Özdemir Asaf'ın Mum Aleviyle Oynayan Kedi şiirini Bedirhan Gökçe'den radyo tadında dinleyin buradan. Adını anamadığımız bütün kedisevere de selam olsun.


 

 

29 Mayıs 2014 Perşembe

Beyoğlu'nda Aylak Bir Gün

Dün Beyoğlu'nda aylak bir gün geçirdim, bu bana hep iyi gelmiştir. Beyoğlu'nun eski çehresinin değişmiş olmasına, dokusunun bozulmasına, sanki görünmezmişsiniz gibi içinizden gelip geçen gürültülü kalabalığına rağmen; bir parçası olmaktan hep zevk almışımdır. Kendimi sürekli bir turist gibi hissediyor olmaktan belki, hep keşfedilecek bir şey var orada ve kimsenin tam bilemediği, ele avuca gelmeyen, hep şekil değiştiren bir şey.

Bu sefer ortasından başladım. Tepebaşı'ndan girdim Cadde-i Kebir'e. Bunun için şıkır şıkır balık pazarının içinden, daracık ama kocaman Nevizade Sokağı'ndan, gündüz biracılarının ve kokoreçcilerinin arasından, parlatılarak özenle dizilmiş şahane kırmızı boncuklara benzeyen ancak etiketi 20 ila 30 TL arasında olan kiraz tezgahlarının önünden geçerek Galatasaray'a vardım. Galatasaray Lisesi önünde, gezipartisi.org yazan tişörtler giymiş gençlerin standı ve yan sokakta bekleyen iki minibüs dolusu çevik polis karşıladı beni. Gençler gelip geçenlere broşür dağıtıyor, polislerse sıkılmakla meşguldüler. Polislerin işsizlikten sıkıldığı bir dünya ne güzel olurdu! Hızlı adımlarla Yapı Kredi Kültür Merkezi'ne yürüdüm, aklımda Oktay Rifat'ın dizeleri ile.


Evet, Elleri Var Özgürlüğün: Oktay Rifat 100 Yaşında sergisine gitmekti amacım. Bu yüzden yola çıkarken çantama kütüphanemdeki Oktay Rifat'ın şimdi kapanmış olan Adam Yayınları'ndan çıkmış olan "Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler"  kitabını atmıştım. Yolda farkettim ki, o kitabı aldığım tarihi yazmışım üstüne. 1985. Hiç eskimeyen şeyler ne güzel. Sergi, Oktay Rifat'ın çocukluğundna başlayarak fotoğraflarından, sanat ev hayat üzerine görüşlerini içeren sözlerden, çok az da olsa özel eşyalarından, pek bilinmeyen ressam yönünü vurgulayan tablolarından oluşuyor. Orhan Veli sergisine göre şiirleri pek az geldi gözüme, daha çok şiirine rastlamak isterdim sanırım. 



Şiirlerin ve resimlerin yanı sıra, ahşap işlerine olan el yatkınlığını da görme fırsatı buluyoruz sergide, şu tepsi misal. Kendi elleriyle yaptığı bu ahşap tepsiyi de o boyamış.


Özel eşyalarına gelince, Burberry pardesüsü, şapkası, hep kullandığı Doğu Alman harikası Erika marka daktilosu, hokkası, kol saatleri, kocaman bir çanak olan kül tablası, köstekli saatleri ve mührü vardı. 


Sonuç olarak, İkinci Yeni'nin ve modern şiirimizin kurucularından olan Oktay Rifat'ın insan yönünü görme şansına sahip olmak çok güzeldi. Sergi 22 Haziran'a kadar gezilebilir.


Bu kolaj Nursen için :)

Sergiden çıktım, bu sefer doğruca Mandabatmaz Kahvesi'ne. Geçen gittiğimde sokaktan tabureleri kaldırmalarını istemişti Belediye, sokak dedimse geçit orası. Neyse, bu sefer dışarıya attıkları taburelerin hepsi değişik milletlerden insanla dolu, cıvıl cıvıl. Mandabatmaz Kahvesi, Beyoğlu'nda 1967'den beri çalışan, küçücük bir geçidin içindeki küçücük bir ocak. Ancak bir kahve yapıyorlar ki azizim, köpüğün üstüne manda bıraksan batmaz! Efendime söyleyeyim, Oktay Rifat şiirleri ile kahvemi içtikten sonra üstünüze afiyet, düştüm gene yollara. Sırada Yapı Kredi Yayınları var. Yapı Kredi Yayınları, bastıkları her kitabı ve dergiyi sürekli olarak % 20 indirimli olarak bulabileceğiniz bir memba, ayrıca her ay belirledikleri yazarların eserlerine özel indirimler yapıyorlar. Bu ayın yazarı Sabahattin Ali imiş. Girdim içeri, bir dolaş bir dağıl. O sırada bir delikanlı elinde bir kitap, ortada duran görevli kıza indirim oranını sordu, "elinizdeki kitap  6.40 TL ye iniyor" dedi kız ilgisiz bir şekilde, çocuk da "ama benim 6 TL'm var ve harcamak istemediğim için kitap almak istiyordum" dedi, kız omuz silkti, eli istemez bir şekilde kitabı rafa geri koymaya hazırlanırken ben atıldım "istersen sana üstünü tamamlayabilirim, al kitabı" dedim ve çocuğa para verdim. Yüzü aydınlandı çocuğun ve kasaya gidip kitabı aldı, çıkarken el salladı bana. Ne kitabı olduğuna bakmadım bile. Kitap okuyanlar, kitaba sevinenler hiç bitmesin bu dünyada.

Galatasaray Lisesi önündeki gezipartisi.org gençleri bir vatandaşla röportajlarını kameraya çekiyorlardı, açıktan geçmemi rica ettiler. Çevikler hala sıkılmakla meşguldü, oh iyi. Bir sonraki durak Bitap Sahaf, kapıdan bir merhaba dedim Şeref'e.  Beyoğlu'nun simgelerinden Pandora Kitabevi eski dükkanının tam karşısına taşınmış, sevindim. Yolda gitar çalan iki genç sokak müzisyenin etrafında toplanmış insanlar, el çırparak tempo tutuyorlardı. Baktım söyledikleri şarkı hiç tanıdık değil, Kürtçe imiş. Kürtçe çalan sokak müzisyenleri de varmış demek, neden olmasın, bi baktım dünya da yerinden oynamıyor yani. Güzel de söylüyordu keratalar.


Oradan tam Taksim'e gelirken baktım ki Selçuk Demirel sergisi var Fransız Kültür Merkezi'nde. Kaçar mı, girdim içeri. Önce güvenlik kontrolünden geçip ardından Beyoğlu'nun bir vahasına, bahçesine attım kendimi. Geniş, ferah, kocaman kayısı rengi güllerle ve ağaçlarla dolu bu bahçeye gelmeyeli çok olmuş. Kafe tıklım tıklım. Akşam keyfi, nasıl sıcak, bunalmışım zaten, milletin yediği salatalara baktım, hemen bir sipariş, ton balıklı salata ve bira. Mis. yemekle beraber yeni aldığım Vüsat O. Bener'in Siyah-Beyaz öyküleri. Mis ötesi. Ardından sıra sergide.


İnsanoğlu Kuş Misali adlı sergide Selçuk Demirel'in 1974-2014 yılları arasında genellikle dış basında yayınlanan; insan hakları ihlalleri, politika, ekonomi ve  güncel hayat üzerine desenleri yer alıyor. 





Neredeyse hepsini çektim sergiyi gezdikten sonra. Yukarıdakiler tadımlık. Sergi 31 Ağustos'a kadar gezilebilir. Bence pek de güzel olur burada bir mola vermek.

Fransız Kültür Merkezi'nden çıkıp Taksim meydanına yürüdüm. Meydan, iş çıkış kalabalığı ile dolu. Gezi Parkı'na baktım, burada bir bina ne kötü olur Yarabbim diye düşündüm. Anıtın etrafındaki insanlara baktım, biri ayakkabılarını çıkarmış sırtını anıta vermiş müzik dinliyor kulağında kulaklık, iki adam anıta yaslanmış sohbet ediyor, 3 çocuk biri su satıcısı ip oynuyorlar biri yatmış bir ağacın altına serdiği kartonların üzerine biri bir ağacın altında oturmuş birini bekliyor sanki diğerleri çimende ayakkabı tezgahı etrafında ayakkabı cilalayıp gülüşüyorlar teyzenin biri yorulmuş az ilerideki parmaklığa oturmuş... İçim bir kabardı ki.


"Bu meydan halkındır ey efendiler, alamazsınız!" diye bağırmak istedim. Bu görüntüleri bozmak isteyenlerin suratlarına yaradana sığınıp kocaman bir tokat atmak istedim. Ben de o çimenlere oturayım istedim. O çimenlere, o ağaçlara kastedenlere karşı durmak borcumuzdur. Nazım'ın dediği gibi; "Hürriyetin ilk şarkısı anlamaktır, anladığını anlatmayan alçaktır!"


27 Mayıs 2014 Salı

Nahit hanım


"Yalnız Seni Arıyorum" ne güzel bir kitap adıdır. Hele yazarı Orhan Veli ise, meraklanmamak mümkün değil. Yapı Kredi Yayınları'ndan yayınlanan bu kitap, Orhan Veli'nin 36 yıllık hayatının son yıllarında büyük bir aşkla sevdiği Nahit hanıma yazdığı mektuplardan oluşuyor. Orhan Veli bir şiirinde; "Bir de sevgilim vardır, pek muteber / İsmini söyleyemem / Edebiyat tarihçisi bulsun" demişti. O zamanlar ismini söyleyemediği sevgilisi Nahit Hanım'dı Orhan Veli’nin. 
Nahit hanım, Orhan Veli'den 5 yaş büyük ve Ankara'da yaşayan, eşinden ayrılmış bir öğretmen hanım. Dönemin entelektüel simalarıyla dostlukları var. Orhan Veli İstanbul'da yaşadığı dönem boyunca ona aşk ve genelde parasızlıkla dolu hayatını anlattığı içli mektuplar yazmış, işte bu kitapta onlar var.



15 Temmuz 1947 tarihli mektuptan..

Nahitciğim,
...

İstanbul muhakkak ki güzel şehir. Ama benim için güzel şehir, çirkin şehir diye bir şey yok. Sadece senin bulunduğun şehir, senin bulunmadığın şehir diye bir şey var. Nitekim şu son mektubunda benim Ankara’ya gelmemden bahsederken elbette bir gün geleceksin demişsin. Ankara’ya hususi hiçbir muhabbet duymadığım halde bu sözünü okuyunca bilsen nasıl oldum. Seni görmek için bir şehre geliyorum, görüyorum ve ömrümün sonuna kadar benim yanımda oluyorsun. Çok acayip ama çok tatlı bir his.

Hayatımda birçok sevinçli günlerim olmuştur. Fakat hepsinden güzel, hepsinden sevinçli olabileceğini umduğum bir tek gün daha olabilir. O gün seninle ve hiç ayrılmamacasına yaşayacağıma inanacağım gündür. Sen böyle bir günün gelebileceğini pek tahmin etmezsin. Doğrusu ben de edemiyorum. Ama hayattan da başka hiçbir beklediğim yok. Bugün için sana da bana da bu kadar imkânsız görülen bir saadet günün birinde gerçek olabilirse, bütün ömrüm içindeki kayıplarımdan hiçbirine üzülmeyeceğim. Yalnız o sevinç bana kâfi derecede yaşamış olmak için yetecek. O büyük, o yegâne saadet için Allah’a mı, talihe mi, yahut herhangi başka bir şeye mi, neye inanmak lazımsa inanmak istiyorum. Seni ne kadar çok seviyormuşum. Ne kadar sana bağlı imişim, her şeyim ne kadar senden ibaretmiş meğer. On seneden beri senin için adeta deli olduğum zamanlar oldu. Bütün bunlara rağmen seni sevmek için bu on senelik zaman ne kadar azmış, şimdi anlıyorum. Belki bu mektuplarım, bu satırlarım senin tuhafına gidiyor. Ama emin ol ufacık bir mübalağam yok. Bilakis içimdekiler yazdıklarımdan çok daha büyük, çok daha mübalağalı. Zaman zaman ıstıraplı anlarımda seni nerden tanıdım diye düşünür, kızardım. Şimdi aynı şeyi düşünüyor ama başka şeyler duyuyorum. İyi ki seni tanımışım. Seni tanımasaydım, hayatımda böyle bir aşk bulunmasaydı, hayatım ne kadar boş bir hayat olacaktı. O boşluktan yalnız kendi içimdeki sevmek kabiliyetiyle kurtulamazdım.

Çünkü hiç kimseyi seni sevdiğim kadar sevemezdim. Hiç kimseyi ne senin kadar güzel, ne senin kadar iyi, ne senin kadar mükemmel, ne de senin kadar kendim için buldum. Bu kelimeler duyup düşündüklerimi o kadar adileştiriyor ki tasavvur edemezsin. Hani biraz evvel Allah’a inanmaktan filan bahsettim. Allah’a inanan insanların nasıl inandıklarını, nasıl sevdiklerini biliyoruz. Ben seni herhalde daha fazla seviyorum. Daha fazla inanabilirim de.
...

Yeni şiirlerim olup olmadığını soruyorsun. Olsaydı gönderirdim. İnsan zaman zaman böyle susuyor. Mamafih şiiri hiç düşünmüyor değilim. Bu muhakkak daha büyük bir devir için hazırlıktır. Yakın zamanlarda mühim şiirler yazacağımı umuyorum. Zaten son şiirlerimi yazarken de büyük bir hamleye hazırlanıyordum. Şimdilik elimde başka bir iş var. Varlık Yayınları için bir Fransız Şiiri Antolojisi hazırlıyorum. Bu münasebetle de hep edebiyat tarihi kitapları okuyorum. Bununla beraber bu iş de beni şiirden uzaklaştırmış sayılmaz. Bilakis, çok Fransız şiiri görüyor, mütemadiyen onlar üzerinde düşünüyorum.
...
Nahitçiğim, mektubunu eve gönder diyeceğim. Çünkü İstanbul’a inemiyorum. Her gün inmek çok masraflı. Bütün varidat menbalarım kapandı. Halbuki İstanbul’a bir mektubunun gelmiş olduğunu düşünüp onu alamamaya mahkûm olmak büyük azap. Sana ihtiyaten evin adresini yazıyorum.

... Beni sevindirecek, mesut edecek haberlerini bekliyorum. Hasretle ağzından, yüzünden, saçlarından, kollarından, her tarafından öperim. Seni unutamıyorum. Sensiz duramıyorum.
Orhan Veli
 
 
Sabahattin Ali'nin şiirlerini karıştırıyordum bugün, kimi çok bildiğimiz şarkılara dönüşmüş şiirlere bakarken onun "Nahid'e" ithafıyla yazdığı bir şiire rastladım. Kalkıp hemen kütüphanemden Yalnız Seni Arıyorum adlı kitabı açtım ve Nahit hanımın doğum tarihinde baktım, sonra da şiir kitabının önsözüne. Yanılmadınız, aynı Nahit hanıma Sabahattin Ali de platonik olarak aşık olmuş ve ona şiirler yazmış. Nahit hanımla Sabahattin Ali öğretmen okulunda tanışmışlar, ancak Sabahattin Ali'nin ona karşı duyduğu aşkı paylaşmamış Nahit hanım, onu hep bir arkadaşı gibi görmüş. Sabahattin Ali'nin ona yazdığı aşk dolu mektuplara cevap vermemiş. İşte şiirler arasında "Nahid'e" ithafıyla rastladığım şiir:

Bir Macera

Önce kalbim ufak bir kıvılcımla tutuştu,
Bir yığın saman gibi şöyle parladım gitti...
Fakat şimdi saçlarım beyaz, yüzüm buruştu;
Daha yirmi yaşında ihtiyarladım gitti!..

Neticesiz bir aşka verdim gençliğimi,
Ne ufak bir temayül, ne bir iltifat gördüm..
Önünde yalvararak söylerken sevdiğimi,
Gözlerinde yüzüme inen bir tokat gördüm..

Bu bir taraflı aşkta hiç durmadan, Allahım,
Ümitsizlik sararken beynimi bir ağ gibi;
Ben yine seviyorum onu.. Aman Allahım!..
Bir macera görmedim ben bu macera gibi..

Nahit hanım, Orhan Veli'nin 1950'deki ölümünden beş yıl sonra şair Arif Damar'la ikinci evliliğini yapmış. Ömrünün son yıllarına kadar evinde düzenlediği cuma gecesi sofraları, bir çok şair ve yazarın buluşma noktası olmuş.  Cemal Süreya şöyle anlatıyor bu buluşmaları: “Bir sanat albümü Nahit Hanım’ın evi: 1930 dedin mi, Hasan Âli Yücel, Sabahattin Ali, Peyami Safa çıkar; 1940 dersin, Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Sabahattin Eyuboğlu... 1950 dedin mi, Edip Cansever, Metin Eloğlu, Alp Kuran; 1960, Gürdal Duyar.” Cemal Süreya 99 Yüz adlı eserinde de Nahit hanımı şöyle tanımlıyor: “Sofranın başında ‘Rönesans gibi’ açılır. Ertesi gün o geceden bir şey kalacak: Şuranızda bütün insanlara uzanan sıcak bir iletişim gereksinimi... Ortak tarihinizi yaşadınız. Kendinizdeki bir ışığı fark ettiniz. En azından öyle bir ışık varsayımı içindesiniz. Bir şey üretiyor. Yoksa gençlik duygusu mu üretiyor Nahit Hanım?”

2002 yılında 93 yaşında ölmüş. Nahit hanımı tanımayı çok isterdim.

Meraklısına Not: Sabahattin Ali'nin şiirlerinden yapılan ve hepimizin bildiği şarkılar şöyle sıralanabilir: Dağlar (benim meskenim dağlardır),  Melankoli (Beni en güzel günümde/sebepsiz bir keder alır), Hapishane Şarkısı I (Göklerde kartal gibiydim/kanatlarımdan vuruldum), Hapishane Şarkısı III (Geçmiyor günler geçmiyor), Hapishane Şarkısı  V (Aldırma gönül), Kıyamadığım ( Hey bir zaman bakıp bakıp/seyrine doyamadığım), Eskisi Gibi (Ben gene sana vurgunum), Çocuklar Gibi (Bende hiç tükenmez bir hayat vardı/kırlara yayılan ilkbahar gibi), Çakır (Altın saçlarını sıkıca tarar/ sonra iki örgü yana bırakır)..

şuradan buradan, bugün de böyle

 
 
-işte bugün yazmak için hiçbişey müsait değil. evde temizlik var. mutfağa kurdum laptopu. birazdan buraya da gelirler. salondan alçak tonda İbrahim Tatlıses, banyodan yüksek tonda çamaşır makinası sesi, mutfak camından güneş geliyor. evde ne kadar çok çer çöp olduğunu yeniden anladım. kan ter içinde kaldım bi yandan. temizlikçiler iki kişi. bir kadın ve bir adam. adam camları silip perdeleri söküyor filan. adam geveze, kadın sessiz. adam ikrama ve kaytarmaya açık, kadın sessiz. demin soğuk bir şeyler içerler mi diye sordum, kadın istemedi adam neskafe istedi. adam bir de mustafa topaloğlu'nun ikinci hanımına temizliğe gidiyormuş, onu anlattı (neskafe içmesini mazur göstermek için mi?). bu da onların kariyer çizgisi demek. nereden nereye. mustafa topaloğlu'nun ikinci hanımından benim evime. beğenmedi zaar. gerçi bi selebriti evinden bi selebriti evine de temizliğe giden vardır herhalde. bu arada ev içindeki pisliğe tahammül derecemin de (eşik mi demeli yoksa) oldukça yükseldiğinin farkına vardım. çöp ev değil, müze demeli diyordum ama müzeyi de geçmişiz hafiften. işte böyle her şeyi saklamak istersen sonu bu. daha arkadaki kitaplığı görmediler. şimdiden ağlamak istiyorum.

-kaç gündür cd çalarda aynı cd var, Oya-Bora'nın yıllar sonra çıkardıkları "Aşk Güzel Şeydir/Adı Aşk Olsun" albümü. rüküş doksanlarda pek eğlenerek izlediğimiz bir gruptu onlar. bir şarkılarında geçen "Ara beni, öptüm seni" sözlerini  hala günlük hayatta kullanıyorum bazen. sonra dağıldılar mı, müziği mi bıraktılar derken aklımdan çıkmışlar. yıllar sonra İncesaz'da rastladım Bora Ebeoğlu'na ve yeniden hayran kaldım. duyduğum en güzel erkek seslerinden biri. sonra takibe başladım, nerede ne yapmışlar ve yapmaktalar diye. İncesaz'ın şahane albümü "Geçsin Günler" üstüne şimdi de Oya-Bora albümü fıstıklı kaymaklı ekmek kadayıfı oldu benim için. bu albümde yeni şarkıları var, bir kısmı dizi müziği olarak yazılmış ama bana hiç tanıdık gelmedi. çok dingin, sözleri çok güzel, hep bir kenarda çalsın isteyeceğiniz bir albüm.

-Can Yayınları, D&R mağazaları ile geleneksel 5 TL yaz kampanyasına başlamış gene. maalesef iki kurumun da ne internet sitesinde, ne facebook sayfasında bilgi bulamadım. yayınların listesini yayınlamakta zaten yıllardır çekimser davranıyorlar, ileride eklemeler olabilir diyerek. ama en azından baştan bilsek iyi olmaz mı? Can Yayınları'na yine de mesaj attım. daha önceki senelerde bu kampanyadan aldığım ve çok beğendiğim kitaplar olmuştu. Peride Celal'leri bu kampanyalar sayesinde almıştım mesela. Marc Levy'nin Gölge Hırsızı ve Mazzantini'nin Sakın Kımıldama kitapları da alıp hediye etmeyi sevdiğim arasında. genelde aynı kitaplar olacağını düşünsem de, gene de bakmaya değer olduğunu düşünüyorum. D&R mağazasına uğrayacakların haberi olsun. Baricco'lar yine varsa alınabilir, bir de Elsa Morente'nin Tarih Devam Ediyor'u. gidip bakmalı.

-Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde Orhan Veli sergisi bitti, Elleri Var Özgürlüğün: Oktay Rifat Horuzcu başladı. Türk şiirinin en iyi şairlerinden biri ve modern şiirimiz kurucularından biri olarak kabul edilen Oktay Rifat'ın da bu sene 100. doğum günü.  teyzesinin oğlu Nazım Hikmet, teyzesi Celile hanım, babası Trabzon valisi ve dil bilimci Samih Rifat, dedeleri müzik bilimci ve şair. kendisi de hem şiirler, hem tiyatro oyunları yazdı, çeviriler yaptı, hem de ressam. bu çok yönlü sanatçımızın sergisine de gitmeli. sergiyle ilgili bilgiler için buraya. sergiye adını veren şiir de işte aşağıda:

ELLERİ VAR ÖZGÜRLÜĞÜN
1
Köpürerek koşuyordu atlarımız
Durgun denize doğru.

2
Bu uçuş, güvercindeki,
Özgürlük sevinci mi ne!

3
Öpüşmek yasaktı, bilir misiniz,
Düşünmek yasak,
İşgücünü savunmak yasak!

4
Ürünü ayırmışlar ağacından,
Tutturabildiğine,
Satıyorlar pazarda;
Emeğin dalları kırılmış, yerde.

5
Işık kör edicidir, diyorlar,
Özgürlük patlayıcı.
Lambamızı bozan da,
Özgürlüğe kundak sokan da onlar.

Uzandık mı patlasın istiyorlar,
Yaktık mı tutuşalım.
Mayın tarlaları var,
Karanlıkta duruyor ekmekle su.

6
Elleri var özgürlüğün,
Gözleri, ayakları;
Silmek için kanlı teri,
Bakmak için yarınlara,
Eşitliğe doğru giden.

7
Ben kafes, sen sarmaşık;
Dolan dolanabildiğin kadar!

8
Özgürlük sevgisi bu,
İnsan kapılmaya görsün bir kez;
Bir urba ki eskimez,
Bir düş ki gerçekten daha doğru.

9
Yiğit sürücüleri tarihsel akışın,
İşçiler, evren kovanının arıları;
Bir kara somunun çevresinde döndükçe
Dünyamıza özgürlük getiren kardeşler.
O somunla doğrulur uykusundan akıl,
Ağarır o somunla bitmeyen gecemiz;
O güneşle bağımsızlığa erer kişi.

10
Bu umut özgür olmanın kapısı;
Mutlu günlere insanca aralık.
Bu sevinç mutlu günlerin ışığı;
Vurur üstümüze usulca ürkek.

Gel yurdumun insanı görün artık,
Özgürlüğün kapısında dal gibi;
Ardında gökyüzü kardeşçe mavi!


*belki de siz onu karısı için yazdığı şu şiirle tanıyorsunuzdur:

Sofalar seninle serin
Odalar seninle ferah
Günüm sevinçle uzun
Yatağında kalktığım sabah

Elmanın yarısı sen yarısı ben
Günümüz gecemiz evimiz barkımız bir
Mutluluk bir çimendir bastığın yerde biter
Yalnızlık gittiğin yoldan gelir.



Meraklısına not: Yazının görseli Afyonkarahisar yollarından benim çektiğim bir fotoğraf.



24 Mayıs 2014 Cumartesi

kimse, kalbinin akranıyla geçinemiyor



...bizim için yalnız şunu dileyebilirdim
iki farklı dilde seninle
aynı anlama gelseydik
keşke

Sinem Sal-Yine de Amin

14 Mayıs 2014 Çarşamba

iyi değilim, nedenini SOrMa


Ateşböcekleri gibiler
karanlıkta,
duyuyor musunuz?

13 Mayıs 2014 Salı

Sakın Şaşırma:Orhan Veli 100 Yaşında..



İlk ezberlediğim şiirler O'nundu. Hala aklımda hepsi. Sadece kısa oldukları için değil, çok yürekten ve benim dilimden oldukları için. Bu yıl yüz yaşında olacaktı yaşasaydı. Benden genç ölmüş, gepegenç, otuz altı yaşında. Ne acı.

Önce Oyuncak Müzesi'ndeki Yaratıcılık Atölyesi'nde konuşmacı olarak ağırladığımız sevgili Şeref Özsoy ve Fatin Hazinedar ile başladı. Şeref Özsoy'un Orhan Veli'ye olan sevgisinden, iğneyle kuyu kazar gibi yıllar sonra duyduğu her ayrıntının peşinden giderek onun hakkında yazdığı kitaplardan,  Beyoğlu'nda açtığı Orhan Veli Şiir Evi'nden, şimdi de Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde açılacak olan "Orhan Veli 100 Yaşında" sergisinden, bol bol da Orhan Veli'li anılardan konuştuk. Yıllar önce Ayna Yayınevi'nin iki kez bastığı ve artık sahaflarda bile çok ender bulunan "Kanık'sadığım Biri:Orhan Veli" adlı kitabın peşine düşülmesi not alındı.

Derken, Orhan Veli'nin büyük aşkı Nahit hanıma yazdığı mektuplardan oluşan kitap çıktı: Yalnız Seni Arıyorum. İstanbul-Ankara arasında yaşanan, maddi imkansızlıkların çokça bahsedildiği, ama çok içten ve derin bir sevginin çoğu zaman iç burkan mektupları..

Ardından, Levent Cantek'in yazıp Berat Pekmezci'nin resimlediği şahane grafik roman Emanet Şehir alındı, Bodrum'da deniz kenarında okundu.  Emanet Şehir, 1940'ların sonu Ankara'sında geçen bir hikaye. İçinde o döneme damgasını vurmuş, ağırlığını oluşturmuş sanatçılar, politikacılar, eleştirmenler ve olaylar var. İçlerinde Orhan Veli'yi de görür gibi oldukça iyice keyiflendim.Okumaya öyle dalmışım ki, mevsimin ilk güneşinden yararlanmak için sıvadığım pantolondan görünen bacaklarım amele gibi yanmış, hala duruyor.

Sonra baktım sergi 15 Mayıs'ta bitecek, biz hala gitmemişiz. Dün düştük yollara. Dün de ne günmüş arkadaş. Köprüler kilit. Bahaneyle metro-vapur-tramvay derken gene İstanbul'un bilcümle vasıtasına bindim. Ne gam, İstanbul her dem şahane! Sergi, sizi aşağıdaki şekilde karşılıyor:


Gene de şaşırıyorum, Orhan Veli yüz yaşında ha! Nasıl hala bunca canımızdan peki?

Merdivenlerden sergi salonuna ilerlediğinizde tam karşınıza çıkıyor işte, beyaz bir bankta oturmuş, başını hafif atmış arkaya, yine neler düşünüyor kimbilir. "İlahi Orhan, nerden bulursun bunları?" diye soruyorum, cevap vermiyor.


Duvarlara ince iplerle şiirlerini asmışlar arkalı önlü, hepsini okuyoruz. İşte benim favorilerim: Dalgacı Mahmut, Zilli Şiir ve Baharın İlk Sabahları.





İç salonda ise orta kısımda tüm Yaprak dergileri var, çepeçevre duvarlarda da fotoğrafları, çocukluğu, öğrenciliği, dostları, Ankara günleri, İstanbul günleri... Bir bölümde yayınlanmış kitapları ve çevirileri var, şiirlerinden yapılmış şarkıların plakları, gösterilerin afişleri.. Küçük vitrinlere el yazmalarını koymuşlar, yarı Osmanlıca yarı Türkçe; el yazısına bakmaya doyamıyoruz.


Sergiden nedense sersemlemiş, çarpılmış halde çıkıyoruz. Görevimiz bitmedi. Hedef: Orhan Veli Şiir Evi! Bir Beyoğlu sokağının içinde, birinci katta bir Ev burası.



İki oda topu topu. Biri tıka basa ve günlerce kendinizi kaybedebileceğiniz kadar çok kitapla dolu, ortada bir koca masa, oturup okuyabilir veya yazabilirsiniz. diğer oda ise kafe tarzında, küçük masalar ve oturma grupları var. Duvarlar Orhan Veli şiir ve resimleriyle dolu.



Bu dünyadan hiç ayrılmak istemiyoruz. Kesinlikle bir daha gelmek kaydıyla kalkabiliyoruz yerimizden. Çıkarken kapıdaki Ekmek şiirini yeniden okuyup, Berkin'e ve geçen sene kaybettiğimiz diğer Gezi gençlerine selam çakıyoruz.


İnanmayacaksınız bitmedi. Ardından kalkıp gene bir Beyoğlu arka sokağında Şeref Özsoy'un sahaf dükkanını bulup, binbir emekle ele geçirdiğim "Kanık'sadığım Biri: Orhan Veli" kitabını imzalatıyorum. Öyle güzel bir ithaf yazıyor ki Şeref, bakar mısınız?


İstanbul'da şahane bir gün işte! Hala şaşıyorum, ne diyorsunuz, Orhan Veli yüz yaşında mı?

6 Mayıs 2014 Salı

Tılsım ve güzel çocuklar


Tılsım. Ne şahane kelime. Şilili favori yazarım Roberto Bolano'nun Amuleto isimli kitabı Pegasus Yayınlarından çıktı. Kitabı Zeynep Heyzen Ateş muhteşem aktarmış dilimize. Daha önce yayınlanan ve yirmi birinci yüzyılın şimdiden başyapıtlarından biri olarak kabul edilen 2666'yı da o çevirmişti. Twitter'da aradım kendisini tebrik etmek için, bulamadım. Tesadüf, burada rastlarsa kendisine Bolano için çok teşekkür etmek isterim.

Kitap ince, topu topu 172 sayfa, üstelik geniş puntolu. Her bölüm yaklaşık 6-7 sayfa sürüyor. Ancak her bölümden sonra kitabı kapatıp Bolano'nun dünyasını düşünmek istiyorsunuz. Kitabın anlatıcısı Auxilio ("İmdat!" anlamına gelmektedir) Lacouture ve bir Uruguaylı. Temel olarak alınan gerçek bir olayın tek tanığı. Hangi olayın mı? Dinleyin:

Paris’te başlayıp, tüm dünyayı saran ‘68 Ayaklanması’nın rüzgârı o yaz Meksika’yı da kasıp kavurdu. Yaz sonuna doğru öğrencilerin yaptığı protestolar da giderek büyüyüp halka yayılmaya ve hararetlenmeye başladı. Eylül ayında 50 bin öğrencinin Rektör Barros Sierra önderliğinde, Meksika Devlet Üniversitesi (UNAM)’ın kampüsünde toplanarak hükümetin baskıcı rejimine ve üniversitelerin bağımsızlığına müdahale çabasına karşı sesini yükseltmesi hükümet kanadında hoş karşılanmamıştı. Nitekim öğrenciler bir sonraki protesto gösterisine halkı da çağırınca hükümet bu buluşmaya müdahaleye karar verdi. Ve 13 Eylül günü Başkan Diaz kampüsü işgal eden protestocuların giderek yükselen sesleri susturmak için orduyu göreve çağırdı. 18 Eylül günü polis ve asker silahları ve tanklarıyla üniversiteye girdi ve tam 8 gün boyunca burayı işgal altında tutarken öğrenciler tutuklandı, dövüldü ve hatta öldürüldü. 



Oysa protestocuların aklındaki düşünce belli ki şuydu: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” O yüzden 2 Ekim 1968’de üniversitedeki işgali ve protestoculara uygulanan şiddetli müdahaleyi protesto etmek üzere öteki üniversitelerden ve liselerden öğrencilerin yanı sıra onlara destek veren halkın farklı kesimlerinden, kadın erkek, yaşlı, çocuk on binlerce kişi sokağa döküldü. Meksika tarihinin en büyük protesto gösterilerinden birine imza atan kalabalık kitle, 15 gün sonra yapılacak Olimpiyat oyunlarına da karşı çıkarak “Olimpiyat değil, devrim istiyoruz” sloganlarıyla girdiği tarihi Tlatelolco bölgesindeki Plaza de las Tres Culturas meydanını inletiyordu. Ama sonra akıl almaz bir şey oldu: Zırhlı araç ve tanklarla meydanı donatmış olan askerler birden bire sivil halka ateş açtı. Akşamüstü başlayan ‘katliam’ gece yarısına kadar sürdü. Devlete göre 4, tarihe göre 350 kişi öldürüldü. Tlatelolco katliamı Meksika tarihinin en dehşet verici ve kanlı olaylarından biri olarak tarihe geçti.


İşte tüm bunlar olurken, olayların tam göbeğinde, polis ve askerin okul binasını işgal ettiği sırada binanın içinde bir köşeye saklanmış olup biteni izleyen bir sessiz tanık vardı: Uruguaylı pedagog Alcira Soust Scaffo. Zira Scaffo işgal anında felsefe ve edebiyat fakültesinin en üst katındaki kadınlar tuvaletindeydi. Tutuklanmamak için bulunduğu yerde saklanan Scaffo, tuvalette tam 8 gün, kimi zaman tuvalet kağıtlarını dahi yiyerek yaşadı. 

Scaffo, Bolano'nun kaleminde Auxilio olarak can buluyor ve tuvalette geçirdiği bu günler boyunca geçmiş ve gelecek ile ilgili duygu ve düşüncelerini, tanıdığı Meksikalı şairleri ve sanat çevresini son derece sürükleyici bir monologla bize anlatıyor. 

-Beni delirmekten tek bir şey alıkoydu: Espri anlayışımı asla yitirmedim.

-Evet, açlık doğru kelime. Açlığını çekmiyorsanız aşk yoktur. Bir de fırsat gerekir. Ama en vazgeçilmez olan, açlıktır.

-Ve zaman yeniden duruyor, zihnimde yıpranmış bir görüntü varsa o da bu, çünkü zaman ya hiçbir zaman durmamıştır ya da zaten akmıyordur; bu yüzden, durduğu bir  an demeyelim de zamanın sürekliliğini bozan bir zelzele geçirdiği veya iki koca ayağını iki yana ayırıp öne eğilerek kafasını bacaklarının arasına soktuğu ve bana tersten bakıp göz kırptığı bir an diyelim.

-Çünkü ölüm Güney Amerika'nın bastonudur ve Güney Amerika bastonsuz yürüyemez.

Bu son sözü okuduğumda donup kaldım ve kitabın son sayfalarındaki hayali çocukların şarkısında. Çünkü Güney Amerika ile Türkiye, ne kadar uzak olsalar da ve tarihleri ne kadar benzemese de, özellikle son yüzyıllarda benzer acıları yaşadığımız bir coğrafya. Şimdi, sadece dünyayı daha iyi yapabilmek için savaşın ve aşkın şarkısını söyleyerek ölen tüm o güzel çocukları hatırlamanın vakti. Susuyorum.








6 Mayıs 2009 Çarşamba

kitap humması



Bu fotograftaki kadın, Emily Dickinson. Amerikalı kadın şair. hayatı Massachusetts'de Amherst kasabasında geçti. 1830-1886 yılları arasında yaşadı, hiç evlenmedi, 56 yaşında öldü. 1862'de, henüz 32 yaşındayken ne olduysa karar verdi, eve kapandı. hayatının son 24 yılında evden dışarı çıkmadı. yaşarken yedi şiiri yayınlanmıştı, ölümünden sonra odasında 1800'e yakın şiir bulundu ve hemen hepsi yayınlandı. döneminin en orjinal şairlerinden biri sayılır. dileyen burayı tıklayarak şiirlerinden örneklere ulaşabilir, amma benim asıl bahsetmek istediğim şiiri şu, Nazmi Ağıl tarafından Türkçeleştirilmiş:



Bir kitap kadar elverişli değildir hiç bir gemi
Uzak ülkelere götürmek için bizi.
Ve hiç bir atın şaha kalkmış
Bir sayfa şiire ulaşamaz hızı.
En yoksullar bile katılabilir bu tura
Kaçak yolculuk etmelere son,
Ne kadar hesaplı şu
Insan ruhunu taşıyan fayton!


kitaplar üzerine yazılmış en güzel şiirlerden biri bence. Mart ve Nisan aylarında dört kız arkadaş kitap hummasına tutulduk. herşey bir sabah içimizden birinin "aaaa sabitfikir'de kitap şenliği başlamış, 2-3-4-5 liraya kitaplar var" diye mail atmasıyla başladı. zincirleme reaksiyon şeklinde devam eden bu etkinlik, günler boyu 4 kişi beraber/ 2 kişi beraber/ 1 kişi gizli/ 3 kişi beraber verilen siparişler şeklinde devam etti. herkesin gözü öbürünün listesinde kaldı. fiyat ucuz ya, "amaaan merakıma değer mi, alayım gitsin" ya da "ay ne güzelmiş benim kütüphanemde de olsun" diyerek, çoğunlukla sanırım birbirimizi motive ederek çığ gibi büyüdük. bir sürü liste havada uçuştu, her sipariş sonrası ödeme tabloları hazırlandı, herkesin herkese borcu oldu filan filan. hakikaten güzel kitaplar aldık, şimdi tam gaz okumaya devam ediyoruz. herhalde bu yıl acil-yeni çıkan-dayanamayacağım yazarlar dışında kitap almayacağım. ve kesinlikle yeni bir kütüphane çözümüne ihtiyacım var :)
kitapsız kalmayın ve kitap armağan edin sevdiklerinize dostlar! şimdi lütfen yukarıdaki şiiri yeniden okuyun.
Meraklısına Not: Emily Dickinson'la ilgili Türkçe wiki sayfası burada, biyografisi ve şiirlerinden örnekler (ingilizce) burada, Müze evi'nin sayfası burada. 16 Mayıs Cumartesi günü Müze civarında yıllık şiir yürüyşü yapılacakmış, ne güzel. Burgazada'da da Sait Faik'in öyle bir anma töreni olur, bu haftasonu olabilir hatta, haberi olan var mı?

7 Aralık 2008 Pazar

iyi bayramlar

foto: esra şen

MUHABBET
Bir fasulye çimleniyordu
Çiseledikçe yağmur.

Koştum vardım ki yanına
Anlasın ne nimet olduğunu
Sen git yerine! dedi Ayşa Kadın
Böyle kibar erkeyin ayağ’na
Ben kendi ayağ’mnan gelirim

Bu muhabbeti görünce uzaktan
Kıpkırmızı oldu biberiye

Bayram nedir ki dedim kendi kendime
Bayram bir ömürdür ben gibi bir deliye

Can Yücel


Bayramınız kutlu olsun, çaldığınız dost kapılar hep açık olsun.
Sevgiler.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

aaa ne tesadüf!

Ne zamandır yazmıyorum, yazmadıkça daha zor geliyor başlamak. Bazen yazmasam da biriktirdiğimi hissederim, şimdi onu da hissetmiyorum. Sanki bir çakıl taşına dönüşmüşüm, sular çağlayarak akıp gidiyor üzerimden, öyle kayganım ki, arada sallanıyorum yerimden, ama duruyorum gene de. Ne sular gelip gidiyor üzerimden oysa. Kaygan yüzümün üstü çiziklerle dolu, çarpmaların etkisi. Ancak paçalarını sıvamaya ve ıslanmaya üşenmeyen birinin gözüne çarpar da, beni uzanıp eline alırsa görebilir. Yoksa suya bakıldığında (su da berraksa tabii) taşlar içinde bir taşım işte.

Yahu ben hayatımın en büyük tesdüfünü yazacaktım di mi günlerdir? Rastlantı işte deyip geçtiğimiz bir sürü şey veya tesadüfün iğne deliği, anlattığımda “yok artık bu kadar da olmaz, şaka mı bu” denilen öyle çok şey var ki hayatımda. Ama hayati/memati değil hiçbiri de. Sevgili Öykücü’nün etkileyici varoluş hikayesine benzemiyorlar yani, düşünsem de aklıma gelmiyor şimdi. Onun yerine ben size, tesadüfler üzerine kurulu aklıma ilk gelen iki filmi yazayım. Biri Sliding Doors, Türkçesi Tesadüfün Böylesi. Hani şu ismini bir yere bakmadan doğru yazıp yazamayacağımdan emin olamadığım sarışın İngiliz Gwyneth Palthrow’un filmi. Hani bir sabah sevgilisini evde uyurken bırakır da her zamanki gibi metroya gider, işine yetişmek için telaşlıdır. Ama metronun kapıları tam burnunun dibinde kapanır ve o metroyu kaçırır. Derken bir bakarız aslında metroyu yakalamıştır. Işte çok sıradan görünen bu günlük rutinin içindeki ufacık bir detayın (metroyu yakalamak gibi) nasıl da önemli şeyleri tetikleyebileceğini göstere göstere ilerler film. Herşeyin sebebi metronun yakalnaması ya da kaçırılması olmuştur. Ikinci film ise sevgili John Cusack’ın sevimli Kate Beckinsale ile başrollerinde oynadığı Serendipity, onu da Türkçeye Tesdüf diye çevirmişler. Bu filmde de Noel öncesi hediye almak için son şansların kullanıldığı Bloomingsdale’de aynı eldivene hamle edince tanışan bu çiftin hikayesi. O geceyi paten yaparak, konuşarak, eğlenerek geçirirler. Ardından da kız telefon numarasını bir kitabın içine yazar, erkek de bir kağıt paranın üzerine. Eğer kader tekrar karşılaşmalarını isterse, kitap Jonathan'ı, para da Sara'yı bulacaktır.


Belki de tesadüf yoktur, ummadığımız vardır sadece. Bir de Özdemir Asaf’ın Fal şiirinde dedikleri:


Olacaksa olmaz da, olmayacaksa olur,
Kiminin yazısı o, kimininki de budur.
Kimi ardından koşar, yetişir zamanında,
Kiminin önündedir birdenbire yok olur.
Kimi bir yerdedir der, o gelir oralardan,
Kimi bildiği yerde bildiğini unutur.
Biri oraya gider,o orada bilerek,
Biri hiç anlamadan yoluna çıkar durur.
Kimi aradığını yitirir aradıkça,
Kimi de arayandır, aranan onu bulur.

24 Haziran 2008 Salı

şairin hayatı şiire dahil


okuduğumdan beri aklımda dönüp duruyor. şu cümlenin güzelliğine bakar mısınız?


aşk, aynı masada mektuplaşmaktır.


bu tanımı yapan, cemal süreya. bu yüzden büyük adam, güzel adam. hayatını anlatan bir kitap çıktı geçende. şiirlerini seviyorsanız mutlaka, bilmiyorsanız da mutlaka okuyunuz. kitabın ismi bile vuruyor adamı zaten: Şairin Hayatı Şiire Dahil. kolay mı kardeşim, şu mısraları yazan birinden bahsediyoruz:

şimdi sen kalkıp gidiyorsun. git.
gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. gitsinler.
oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin.

ve elbette ne zaman bir ölüm haberi alsam düşündüğüm şu mısraları:

Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir...

Üstü kalsın...

Meraklısına not: Adına kurulmuş Kültür Sanat Derneği'nin sayfası burada, yaptıkları güzel faaliyetler var, takip edebilirsiniz. dünyanın en iyi 3 web sitesinden biri seçilen vikipedia'nın Cemal Süreya sayfası burada. veee doyumsuz şiirlerinden bir demet de burada, bi de burada.

18 Mart 2008 Salı

bir eflatun ölüm

kırgınım, saçılmışbir nar gibiyim
sessiz akan bir ırmağım
geceden

git dersen giderim
kal dersen kalırım

git dersen
kuşlar da dönmez, güz kuşları
yanıma kiraz hevenkleri alırım
ve seninle yaşadığım
o iyi günleri,kötü günleri bırakırım.

aynı gökyüzü aynı keder

değişen bir şey yok ki
gidip yağmurlara durayım.

söylenmemiş sahipsiz bir şarkıyım

belki
sararmış eski resimlerde kalırım
belki esmer bir çocuğun dilinde.

bütün derinlikler sığ sözcüklerin
hepsi iğreti

değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.

aynı gökyüzü aynı keder.

bir eflatun ölüm adlı bu şiir Behçet Aysan'ın. şairliğinin yanısıra doktor da olan Aysan, Sivas yangınında kaybettiğimiz 37 aydından biriydi. sözleri belki size tanıdık gelmiştir, Ezginin Günlüğü bu şiiri Oyun albümlerinde seslendirmişti. maalesef klibini bulamadım, yoksa dinlemenizi de isterdim. aklıma geliverdi işte.

bir haftayı geçti yazı yazmadım, sonra da bu şiirle geldim, ne oluyor diye merak edenlere not: Çinliler, bir insanın çevresinin sürekli alt üst olarak, hayatının allak bullak olmasını istedikleri zaman 'İlginç zamanlarda yaşayasın!' diye beddua ederlermiş. sanırım ben de böyle bir beddua aldım. ilginç zamanlar yaşıyorum. anlayınca yazarım. herkese selam ederim.

14 Ocak 2008 Pazartesi

matitas


aslında bir kül tabağıdır dünya. içine bir güneş bastırılmış. amma da izmarit ha!


şu şiiri gördüm ve sabahtan beri onu düşünüyorum:
bana "bir varmış" de,
"bir varmış bir yokmuş" deme
içime dokunuyor.
bugün de böyle olsun, Can babaya selam olsun.
Meraklısına not: yukarıdaki cümle ve şiir Can Yücel'e aittir, şiir Rengahenk kitabında yer almaktadır, fotograf da benim. içinizden başka Can yücel şiirleri okumak gelirse, buraya ve buraya buyrun.

31 Aralık 2007 Pazartesi

yeni yılınız kutlu olsun


Her gün bir yerden geçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,
Dünle beraber gitti cancağızım;
Ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Mevlana

yeni yılda söyleyecek yeni sözleriniz olması dileklerimle, sevgilerimle.

27 Aralık 2007 Perşembe

nazım hikmet'ten dört güvercin




İki aylık edebiyat dergisi 'Sözcükler' yeni sayısında Nâzım Hikmet'in yayımlanmamış bir şiirini okura sunuyor. Nâzım Hikmet'in ilk kez yayımlanan 'Dört Güvercin' adlı şiiri, Yeşim ve Kenan Bengü'de bulunan Piraye Koleksiyonu arasında bulunmuş. Hikmet'in, şiiri 1938 yılında tutuklu kaldığı İstanbul Tevkifhanesi'nde yazdığı ve kopyasını almadan Piraye'ye yolladığı tahmin ediliyor. Dergi, şiiri Nâzım Hikmet'in elinden çıktığı gibi, iki sayfalık el yazısı haliyle 'aynen' yayımladı.


'Dört Güvercin' şöyle:


Geldi dört güvercin
suda yıkanmak için.
Su mapushane yalağındaydı
ve güneş
güvercinlerin
gözünde, kanadında, kırmızı ayağındaydı.

girdi dört güvercin
yıkanmak için
suyun içine.

ve kederli toprakta dört insan
baktı dört güvercine.
güvercinler hep beraber
güneşi taşıyıp kırmızı ayaklarında uçabilirler
durdurmaz onları demir ve duvar
güvercinlerin yumuşak kanatları var.
Ve kanatlar
şimdi burda, şimdi damın üzerinde.
insanların kanatları yok
insanların kanatları yüreklerinde.
Dört güvercin
güneşe varmak için
yıkandı, uçtu sudan.


Piraye'den kalanlar arasında Nâzım Hikmet'in başlayıp yarıda bıraktığı daha önce bilinmeyen üç ayrı roman çalışması da bulundu. (Kültür Sanat)




sabah sabah okudum, bana iyi geldi. size de iyi gelir diye düşündüm. el yazılı metni tıklarsanız büyütebilirsiniz.

5 Aralık 2007 Çarşamba

kokinalar


Bu öğlen yağmur çamur dinlemedim gene yemeğe çıktım. Bir saat de olsa, bu arada dışarıya çıkmazsam kendimi kötü hissediyorum. Karanlıkta uyan, yollara düş, üç vasıta değiştirip işe yetiş, akşam hava dört dedi mi kararsın, zaten önünde oturduğum pencereden sadece yanyana duran nişantaşı apartmanlarından başka bir şey görünmüyor, karanlıkta çık, gene bir telaş eve koş filan derken bir saatlik öğle arası bulunmaz hint kumaşı gibi benim gönlümde. Çıktım işte bu öğlen, yağmurda sanki hızlı yürürsem daha az ıslanacakmışım gibi, hızlı hızlı yürüyorum (bu arada biliyorsunuz yapılan araştırmalara göre yağmur altında normal tempoda yürüyenle hızlı koşan da aynı oranda ıslanıyormuş) yanımdan seyrana çıkmış bir nişantaşı hanımı geçti. Aaa elinde kokinalar var! Ben bir sevindim ki bu duruma, yaşasın kokinalar çıkmış filan oldum nedense. Severim onları, yaprakları diken gibi olsa da, her yıl alırım mutlaka evde yılbaşına yakın bir zamanda, kokmazlar ama yeşilli kırmızılı görüntüleri neşe verir bana. Demek vakti gelmiş ne güzel diye düşüne düşüne, bunu bloga yazayım diye karar verdim ve nette bir “kokina okuması” yaptım. Aaaaa neler buldum valla inanamazsınız. Kokina deyip geçmeyin bakın bir kere bunların latince adı ruscus aculetus, Türkçede ise tavşan memesi (çok yaratıcı olduğunu kabul edin lütfen). Bakın bir botanik sitesi nasıl anlatıyor onları:

Türkiye’nin kuzeyinde ve batısında yetişen her mevsim yeşil bir bitkidir. Çiçekleri başkalaşım (metamorfoz) sonucunda yaprak görünümü kazanan dallarının üzerinden çıkar. Bu nedenle meyveleri yaprakların üzerinden çıkıyormuş gibi gözükür. Sonbaharda olgunlaşan parlak kırmızı renkli meyveleri nohut büyüklüğündedir. Bitkinin toprakaltı kısımları her yıl toplanarak ihraç edilmektedir. Aşırı toplama nedeniyle doğal yayılış alanlarında sayıları oldukça azalmıştır. Ayrıca her yıl Aralık-Ocak aylarında dallarının ucuna Smilax excelsa’nın kırmızı renkli meyveleri bağlanarak İstanbul sokaklarında “kokina” adıyla satılır.

Meğerse bunların tek meyvesi olurmuş, onun için başka bir çiçeğin meyveleri ekleniyormuş. Tevekkeli değil, çingeneler hep sicimle bağlarlar kırmızı küçük topçukları. Eski İstanbul Rumları pek severmiş bu çiçekleri, hatta parası olmayanlar yılbaşı ağacı yerine bunları alıp pamuklarla süslerlermiş evlerinde.


Sonra, kokina kelimesi Rumca’da kırmızı anlamına geliyormuş ve hepimizin bildiği bir eski şarkıda geçiyormuş. Hadi mırıldanıyoruz şimdi: bir dalda iki kiraz, biri al biri beyaz.. Ne oldu? Kokina bunun neresinde mi diyorsunuz, bakın bu şarkının Yunancası da var, aynı melodi üzerine başka sözlerle (ama ortak konu aşk), Candan Erçetin de son albümünde hani hem Türkçe hem Yunanca sözlerle karışık söylemişti ya, orada var işte.

Bir Dalda İki Kiraz- ΣΑΛΑ ΣΑΛΑ(İstanbul Türküsü)


Σάλα σάλα, μες στη σάλα τα μιλήσαμεNα με πάρεις,


να σε πάρω συμφωνήσαμε


Sala sala, mes sti sala ta milisame


Na me paris, na se paro simfonisame


Πότε μαύρα, πότε άσπρα, πότε κόκκινα


Tην καρδιά μου να ζητούσες θα στην έδινα


Pote mavra, pote aspra, pote kokina


Tin kardya mu na zituses tha stin edina




Bir dalda iki kiraz biri al biri beyaz


Eğer beni seversen mektubunu sıkça yaz


Sallasana sallasana mendilini


Akşam oldu göndersene sevdiğimi


Bir dalda iki ceviz aramız derya deniz


Sen orada ben burada ne bet kaldı ne beniz


Sallasana sallasana mendilini


Akşam oldu göndersene sevdiğimi




Türkiye - Yunanistan-- (Söz ve müzik anonim olarak kaydedilmiş)

Müzikten de bahsettik, içinde kokina geçen şiir de varmış meğerse. Hem de sevgili Edip Cansever’in bir şiiri...



size bir olay anlatayım, çok kısa


bir kış günüydü, kar yağıyordu


gök sapından boşalmış papatya yaprakları gibi duruyordu


kapıda ruhi beyi gördüm


gözleri kıpkırmızıydı


çiğnenmemiş karın üstünde


iki tek kokina gibi duruyordu gözleri


beni birine gösteriyordu eliyle


yanında kimseler yoktu


birine yakınıyordu benden


yanında kimseler yoktu


bir adım daha attı


eli bir bıçak ucu gibi sipsivriydi, uzundu


ve nasıl olduysa oldu


yitirdim bir anda gözden


hani düş gördüm desem


o zaman sağ bileğim niye kanıyordu.

Işte böyle. Bir hanımın elindeki kokinalardan nereye geldik değil mi sevgili dostlar (kendimi Tv programcısı mı sanmaya başladım nedir). Sözlerime burada şimdilik son verirken, kokinaların bana çağrıştırdığı kadar neşeli, güzel günleriniz olsun dilerim. Sevgilerimle efendim.



2 Aralık 2007 Pazar

Sadako Sazaki


bu cumartesi "Yaratıcılık Semineri"nde konumuz origami idi. emekli olduktan sonra japonca kurslarına başlayıp, uzakdoğu kültürüne merak duyan canan hanım; origami konusunda da uzmanlaşmış biri. cumartesi iki saatimizi onunla ve renkli elişi kağıtlarıyla origami yapıp sohbet ederek geçirdik.
origami, kağıt katlama sanatı. 6. yüzyıldan beri Japonya'da yaygın bir şekilde yapılıyor. mutlaka değişik örneklerini görmüşsünüzdür. ama bakın, bu hikayeyi duymamış olabilirsiniz.
Hiroşima'ya atom bombası atıldığında (6 ağustos 1945) iki yaşında olan bir kız çocuğundan bahsedeceğim size. ismi Sadako Sazaki. bombalama sırasında hayatı kurtuluyor, ama yıllar süren radyoaktif etkilerden kurtulamayarak 1955 yılında lösemiye yakalanıyor. Japon kültürüne göre, eğer kağıttan bin tane turna yaparsanız dualarınız kabul olunur. Sadako da sağlığına kavuşmayı dileyerek hastanede yatağında başlıyor kağıttan turnalar yapmaya, henüz 12 yaşında. kağıttan yaptığı turnalar arttıkça, sağlığı bozulmaya devam ediyor. bu sırada küçük kız, herhalde etrafında arkadaşlarının da ölümüne şahit oluyor. Sadako, dileğini değiştiriyor, artık dileği sadece kendisinin iyi olması değil, dünya barışının sağlanması ve çocukların savaşın korkunç etkilerinden korunması. 644 turnayı tamamladığında, Sadako hayata veda ediyor. arkadaşları dünya barışı için onun kağıttan turnalarını bin sayısına tamamlıyorlar. Sadako'nun ölümünden sonra okul arkadaşları ülke çapında bir kampanya düzenleyip onun anısını ve dileğini yaşatmak amacıyla para topluyorlar. toplanan paralarla Hiroşima kentinde Ulusal Barış Parkı'nda Sadako'nun anıtı açılıyor 3 yıl sonra.


heykelde Sadako'yu tepesinde tuttuğu bir turna kuşu ile görüyorsunuz. anıtın kaidesinde de şu satırlar var:

"This is our cry. This is our prayer. Peace in the world" (Bu bizim çığlığımız. bu bizim duamız. dünyada barış)

Heykelin açıldığı günden beri devam eden bir etkinlik de var. her yıl 6 Ağustos Dünya Barış Günü'nde, dünyanın dört bir yanında çocukların yaptığı kağıttan turnalar heykelin etrafında toplanıyor. bu yüzden kağıttan turnalar, çocukların dünya barışı simgesi haline gelmiş durumda.

Sadako ile ilgili internette yaptığım okumalarda Sadako'ya ait bir de şu söze rastladım:

"I shall write peace upon your wings, and you shall fly around the world so that children will no longer have to die this way. " (Kanatlarınıza barış yazacağım, ve siz dünyanın her bir yanına uçtuğunuzda çocuklar bu şekilde ölmeyecekler artık.)

ve şimdi tam sırası Nazım Hikmet'in Kız Çocuğu şiirini anmanın:


Kapıları çalan benim kapıları birer birer.

Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar.

Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu.

Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok.

Şeker bile yiyemez ki kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver.

Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler.


eğer izlemediyseniz, lütfen buradan Fazıl Say'ın bestelediği Nazım Oratoryosundan Kız Çocuğu parçasını dinleyin. belki çocuğunuzla bir kağıt turna da siz yapmak isterseniz, buraya buyrun.