.

.
benden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
benden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Şubat 2015 Çarşamba

Falan filan ve filankes işte..*


-Yukarıdaki görsel, 1946 yılında Türkiye'ye 1946 yılında bir belgesel çekmek için geldiğini öğrendiğimde çıldırdığım canım Robert Capa'nın. Şimdi nerelerde olduğunu bulamadığım o belgeselin yanı sıra İstanbul, Ankara ve Çanakkale'de bir seri de fotoğraf çekmiş. 2003 yılında -ben ondan habersiz ve gençken- bu fotoğraflar Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde sergilenmiş bi de. Neyse, sergi katalogunu aldım da merakımı biraz yatıştırdım. Öyle güzel fotoğrafları var ki, dün katalogu elimden bırakamadım. Arada paylaşırım burada da.

-Dün Starbucks'dan iki kocaman fincan aldım, kırmızı üstlerinde beyaz kalp var. Starbucks fincanlarının birer fetiş nesnesi olduğunu düşünüyorum. Çok güzeller. İçi kırmızı, dışı beyaz, sapları kırmızı-beyaz çizgili şahane fincanlarımın tekini temizlikçiler kırmıştı; çaktırmadım onlara ama hala üzülüyorum.

-Artık televizyonda seyredecek çok az şey bulabiliyorum. Bugün hiç bir şey yok mesela. Pazartesilerimin neşesi Ulan İstanbul bitti, ama yerine başlayan Beş Kardeş onun hiç yokluğunu hissettirmiyor. Bayıldım o diziye de! Ulan İstanbul'un artık internette 1,99 TL karşılığı yayınlanacak olan bölümlerinin ilk ikisinin sponsorluğunu alan Migros sayesinde ücretsiz izleyebildim. Bugün de dizide Carlos karakterini canlandıran dünya şirini Erkan Kolçak Köstendil'in Kadıköy Sahne'de konseri olduğuna rastladım. Kim unutabilir onların şenlikli şarkılarını? Yakında albümleri de çıkar.

-Zaten Pazartesi akşamları yaklaşık 3-4 aydır bir yaratıcı yazarlık atölyesine katılıyorum akşamları. inanılmaz eğlenceli ve zihin açıcı geçiyor oturumlar. Arada ödevlere oturup kafa patlatmak da gerekiyor. Yeni keşiflerinse bini bir para. O geceler eve dönünce internette neyin ne ve kimin nasıl olduğunu öğrenmek için vakit geçirmek gerekiyor. İnsanın zihnini ve kalbini besleyecek az şey var, bunları bulmak çok değerli.

-Yaklaşık 9 yıldır katıldığım İstanbul Oyuncak Müzesi'ndeki Yaratıcılık Atölyesi çalışmaları da devam ediyor-du, bu sene erken tatile giriyoruz. Onca zaman bir ordu iş sığdırdık, bir sürü gülüşme ve bir dolu insanla tanıştık. Bu olağanüstü dünyaya veda ediyor olmak üzücü, neyse ki Pazartesiler var.

-İstanbul Art News diye bir aylık gazete var, bir görseniz tuğla kadar. Çoğu zaman 5-6 eki ve bir dergisi var. Eklerin konusu edebiyat, piyasa, sergi, mimarlık gibi değişik yelpazelerde. Sırf edebiyat ekini okumak bir ay sürer, piyasadaki en iyi ve doyurucu edebiyat dergisi diyebilirim. Rastlarsanız mutlaka alın. İnternette sanırım şimdilik sadece pandora.com.tr satıyor.

-Geçen Cuma Yaren'i kısırlaştırma operasyonu için veteriner kliniğine götürdüm, 3 gün orada kaldı. İlk ayrıldığım gün öyle çok hissettim ki yokluğunu, evin her köşesinde ayrı ağladım, burnumu çeke çeke dolaşıp durdum. Neyse ki kolay atlattı, iki gün önce gidip aldım. Yan tarafı traşlı ve iki-üç dikişli, eskisi kadar afacan evin altını üstüne getirmeye devam ediyor, allahtan. Ben bilgisayardayken önce masanın üzerinde geziniyordu, baktı olmuyor, şimdi ortadan toz oluyor, çok sıkılırsa sessizce gelip dizlerime vuruyor.

-Artık okuduğum kitapları aylık olarak fotoğraflamaya karar verdim, böylece unutmam. Ocak ayı kitaplarımın resimleri işte.

Şubat ayı şimdilik bu kadar verimli görünmüyor, bunda Ocak ayında deli gibi soğuk olan hava muhalefetinin de etkisi var tabii. Hepsi iyiydi ama favorin derseniz, Melek Dili-Dimitre Dinev, Bakele-Sezgin Kaymaz ve Antonio Skarmeta-Gökkuşağı Günleri derim. Uçma Sanatı da İspanya İç Savaşı'ndan kesitler aktaran ve yazarın doksan küsur yaşında canına kıyan babasının gerçek anılarını anlatan etkileyici bir çizgi roman. Bakele demişken, kitaptaki Çızgı isimli öyküyü buradan okuyabilir, ilk kitabından beri hayranı olduğum Sezgin Kaymaz dünyasına giriş yapabilirsiniz. Algan Sezgintüredi ise önce şahane çevirileri ile hayatımıza giren sonra da kendi usulüncve polisiyelerini yazan bir yazar. Önceki kitapları hep Katilin.. diye isimler taşırken (Katilin Şeyi, Katilin Şahidi, Katilin  Meselesi, Katilin Uşağı), bu sene Dünya gazetesi yılın polisiye kitabı ödülünü alan son kitabı Maktulün.. diye başlıyor. Güncel ve memleketimizde geçen eğlenceli bir polisiye okumak isterseniz, kaçırmayın. Carlos Ruiz Zafon'u ise üzerinde artık "İspanya'da Don Kişot'tan sonra en çok satan ikinci kitap" sloganıyla satılan Rüzgarın Gölgesi kitabıyla tanıyoruz, Meleğin Oyunu ve Cennet Mahkumu ile bir üçleme oluşturuyorlar. Rüzgarın Gölgesi yaklaşık 6 yıl önce okuyup çok sevdiğim bir kitaptı, yazarlık atölyesinde yeniden karşıma çıktı, ben de üçlemeyi tamamladım. Rüzgarın Gölgesi kitabının çevirmenini de atölyemizde konuk ettik ve onun en az kitap kadar enteresan öyküsünü dinledik, ama bu başka bir gönderi konusu. Bosnalı yazar Predrag Madvejevic adını ise gene atölyemizde konuk ettiğimiz yazar-tarihçi Özlem Kumrular'dan duyduğumu itiraf ederim. Benim okuduğum Akdeniz Kitabı, yıllar süren bir çalışmanın ürünü. Akdeniz (veya White Sea) diyerek geçtiğimiz bu suyun etrafındaki tüm uygarlıklardan ve halklardan, isimlerden, balıklardan bile bahsediyor ve çok ilgi çekici bir kitap. Akdeniz'le ve uygarlıklarıyla ilgilenen herkesin Fernand Brudel'in Akdeniz kitabıyla birlikte mutlaka okuması gereken bir kaynak. Sokak Kedisi Bob ise gerçek ve ilham verici bir olayı anlatıyor, Londra sokaklarında kaybolmuş uyuşturucu bağımlısı bir sokak müzisyeninin hayatına girerek onu "kurtaran" acayip sevimli bir sarman kedi Bob. Burayı tıklarsanız onunla ilgili bir videoyu izleyebilirsiniz, youtube kanalında başka bir çok Bob videosu var. Burada da kısa bir belgesel tadında video var. Altay Martı'nın Öldürmenin Erkek Yüzü isimli kitabından bir öyküyü, yaratıcılık atölyesi çalışmalarımızın birinde bize hocamız Akgün Akova okudu. Öykü çok vurucu ve etkisi hala devam eden, insanı yerine çivileyen bir metindi. Diğer öyküleri de okumak için aldığım bu kitap beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı, asıl mesleği doktorluk olan Altay Martı'nın Leman dergisinde yıllar önce yayınlanan yazılarının toplamı, bir nevi demir leblebi. Ölüm-savaş-Güneydoğu konularında sıkı metinler okumak isteyenler kaçırmasınlar derim. Karamsarlığın yazarı Fernando Pessoa'nın Başıboş Bir Yolculuktan Notlar adıyla yayınlanan kitabı, daha önce yayınlanmış kitaplarından aforizmalar içeriyor. Ben pek sevmedim, ama Pessoa severler sevecektir. Stefan Zweig'in yayınlanan son yapıtı olan Satranç son derece kısa, ama kocaman bir öykü. Bir gemide seyahat eden yolcuların arasında bir satranç şampiyonu da vardır, iyi vakit geçirmek için bir grup yolcu para karşılığında onunla maç yapmak isterler, bu maç sırasında ortaya çıkan yolculardan biri satranç bilgisiyle herkesi şaşırtır ve olaylar gelişir. Gerilimi giderek yükselen, savaşı sorgulayan bir klasik. Klasik sayıldığı için kişisel sıralamama katmadım :) Gökkuşağı Günleri, Şili'de yapılan referandumun hikayesi. Belki daha önce rastlamışsınızdır, Pablo Norrain'in yönetmenliğini yaptığı "No" filmi bu romandan uyarlanmış. Kitabın yazarı Antonio Skarmeta'yı ise dev şair Neruda'nın sürgün günlerini anlattığı "Ateşli Sabır" kitabından ve "Postacı" filminden tanıyoruz. İngrid Bergman'ı Baştan Çıkarmak, Ingrid Bergman'ın 1945 yılında savaş fotoğrafçısı Robert Capa ile yaşadığı aşkı anlatan bir kitap. Benim için sıradan aşk romanlarından farkı, olayların gerçeğe dayanması, tarafların yayınlanmış biyografilerinden yararlanılmış olması ve tabii ki Capa idi. Kitabı bitirdiğimde hararetle  Ingrid'e acıyor ve Capa'ya daha hayran buldum kendimi. Karanlıkta İki Ceset , bu sene Dünya gazetesi en iyi polisiye kitap ödülünü Maktulün Şansı ile paylaşan ve İzmirli yazar Suphi varım'ın yazdığı tarihi İzmir polisiyelerinin sonuncusu. İzmir ama nasıl İzmir, 1800'lü yılların sonu-1900'lerin başındaki İzmir. O dönemi yansıtmakta son derece başarılı olan bu kitabı da polisiye severlere öneririrm. ve gelelim Melek Dili'ne. Önceki yıl kitap fuarından aldığım kitabı, bu yıl bir türlü bulamadım, nedense okumak için de çıldırdım ve yeniden aldım, iyi ki almışım. Dimitre Dinev bir Bulgar yazar ve biz komşularımızın edebiyatını o kadar az tanıyoruz ki, hayıflandım. İki ailenin yıllara yayılmış hikayesi diye beş kelimede anlatabilirim belki, ama öyle ince ince bağlanmış hikayeler ki bunlar, hayran kalmamak mümkün değil. İşte bu kitabı ısrarla mutlaka okuyun diyorum.


* başlıkta kullanılan söz kalıbı Pınar Öğünç'ün Aksi Gibi kitabından.

18 Şubat 2015 Çarşamba

kar

Bir Avrupa ülkesine bir ay yetecek olayın yarım saatte bir gerçekleştiği ve gündemin gün boyu yeni yıkanmış çarşaflar gibi bir o yana bir bu yana çekiştirildiği ülkemde, bugün bu saat itibariyle gündem: Kar. Kar hala güzel ve yalnız ülkemin yollarını kapatıyor, okullarını tatil ettiriyor, büyük şehirlerde yaşayan ve çalışanları iş yolunda cinnetlere sokuyor. Dün gece Kadıköy'de bir grup genç sokakta kartopu oynuyorlar misal, kartopu biri dükkanın camına geliyor, birden şiddetli bir ses çıkıyor muhtemelen, dükkan sahibi çıkıp gençlere bağırıyor, buraya kadar makul hadi, hadi çıkıp onların neşesine ortak olmasını ve oyunlarına katılmasını beklemiyoruz da, yetmiyor gidip içeriden bıçak alıp saldırıyor, bıçaklıyor birini, yetmiyor, beyaz karın üzerine akan kanı gördükçe şehveti artıyor, "Bana bişey olmaz, iki gün sonra çıkarım" diye bağırıyor, o genç öldü biliyor musunuz? Gazeteciydi, ismi Nuh. Kartopu oynarken öldü. Anıtsayaç iki gün önce 37'yi gösteriyordu, bugün 39. O iki kadın kimdi, duymadım. Duymadık, iki kadın daha öldü. Nefretin ülkesi oldu yeni Türkiye, tahammülsüzlüğün, kabalığın. Biz ise saklandık yuvalarımıza, yağan kara bakıyoruz pencerelerimizden, soğukta pişiyoruz.


15 Şubat 2015 Pazar

merdiven


Şimdi şöyle daha önce hiç görmediğim bir yerde olsam..
Sokakta yürürken yanımdan geçen insanları hiç tanımasam, dillerini de bilmesem..
Derken birden şu merdivenleri görsem..
otursam bir basamağa, elim çenemde,  hayaller kursam..






12 Şubat 2015 Perşembe

Yaren


Hayatımın en büyük değişikliği işte bu resmini gördüğünüz, Yaren. Dün itibariyle 3 aydır bir kediyle aynı evi paylaşıyoruz. Daha önce hiç kedisi olmamış, bir kediyle "aman da bıcıbıcı ne şekersin sen" den öte bir muhabbeti olmayan bendeniz için gerçekten çok farklı bir deneyim. Bakın bir kedimiz var demiyorum, çünkü biz onun olduk. İki aylıktı geldiğinde, şimdi beş aylık. Evdeki bütün kutular, naylon poşetler, hışırdayan gıcırdayan her şey onun. Akla hayale gelmedik ne kuytular varmış evde arkadaş, bahaneyle öğrenmiş olduk. Kadife koltuklarımı cırmıklıyormuş, ne gam, yeter ki eğlensin biraz. Her şey ona oyun, oyun oynamayı ne kadar unuttuğumu da hatırlatıyor bana yerlerde onunla sürünür altalta üstüste güreşirken. Omzuma zıplayıp da elimdeki bardaktan su içmesine, adını söylediğimde evin neresindeyse bazen koşarak bazen sallanarak gelmesine, bilgisayarda bir şeylere dalmışken alttan bacağıma vurup kaçmasına çok alıştım.  Bir kuyruğum olsa sallardım deli gibi onu gördüğüm zaman, guruldayabilsem guruldardım ne zaman yanımdaysa.

10 Şubat 2015 Salı


İşte aylardır blogum böyle kalmış. Sabah kar bastırıp göz gözü görmeyen İstanbul'daki penceremde, şimdi hava açık ama ayaz çok. Evde olmak güzel, radyoda oynak bir Yunan havası, fincanda çayım, nette az gezeyim de ses vermek adına birşeyler yazayım dedim. Evet, yazayım. Bişeyler.

11 Nisan 2013 Perşembe

kediler ve gölge


akşam, yine akşam. uzadı gölgeler...

bu resmi bu akşam iş yerinin bahçesinde çektim. resimdeki iki kedi bahçemizin müdavimleri. aylardır beraberiz ama işin içinde mamaları olmadıkça hala bize yaklaşmıyorlar, ne yabaniler yarabbim. en yakın halimiz bu. gölgesine bayıldım, şu gölgenin güzelliğine bakar mısınız? Selçuk Demirel'in çizgilerine benzemiyor mu?

not: bu resmi instagram'a koydum. instagram ne güzel bir sitedir ya, yeni hastalığım. instagram'da habbele1 adıyla faaliyetteyim efendim.

9 Nisan 2013 Salı

safinaz salyangoz




Önceki yaptıklarımızın cezasını çektiğimiz bir karma ve salyangoz. Salyangozun karmaya bak, aramıza düştü.

 Günlerdir dört adam bahçeyi kazıp duruyorlar. Bahçemiz iki setliydi, bulunduğumuz açıklıktan merdivenle çıkılan yumuşak yükseltili bir bölüm vardı. İşte o bölümü de bizim açıklıkla aynı hizaya getirmek amaçlı çalışmalara başladılar, dört gündür kazıyorlar ve  çıkan tomarla toprağı tek tek çuvallarla taşıyorlar. Bugün merdiveni de kırdılar. Tam ortada kuru bir incir ağacı var. Birini çok özlediğinizde tam gidip sarılabileceğiniz gibi. Tepesine yakın bir yerde yosunlu bir bölüm de var benim hep gözüm takıldıkça hayran hayran seyrettiğim. Onu da kesecekler diye ödüm kopuyordu. Bugün sordum, neyse onu ortada bırakıp etrafına göbek yapacaklarmış. Bahçeyi yazın görenler çok güzel inciri olduğunu söylüyor. Umarım küsmez. 

Toprağı kazanlar dün mırıl mırıl konuşurlarken duydum, kemikler bulmuşlar. “kedidir köpektir” dedim adamlara. Biri, “burası hayvan mezarlığı mıymış ya? Böyle kedi köpek kemiği olur mu?” diyerek yerden aldığı bir kemiği gösterdi. Anlamam ki. Ama bana da kedi köpeğe nazaran uzun gözüktü. “Aman musallat olurlar ne diyorsunuz” diye şakaya vurmaya çalışıp içeri kaçtım; sonra ne yaptılar bilmem. Sarayın bahçıvanının eski konağıymış burası, belli mi olur. 

Akşamüstü adamların paydosundan sonra tekrar bahçeye çıktım. Kediler kazılan yerin üstünde durmuş, açılan çukura ve içine dolmuş merdiven molozuna bakıyordu. Sonra dönüp bana baktılar  ne yaptınız bahçemize  der gibi. Anlamazdan geldim, çıkarıp cep telefonumla molozları çektim, ve nöbetçi iki kediyi. Pek iyi çıkmadı ama üstünde durmadım. En azından cevap vermek zorunda kalmamıştım. Sonra bir baktım bizim geçen günkü salyangoz, eğile büküle geliyor gene. Selam verdim sessizce, o da durup bana baktı bir an, selamımı alarak başını salladı, sonra yoluna devam etti. Gidecek çok yolu var daha, kimbilir nereye. Onu izledim biraz. Giden birini izlemek pek zevkli değil, giden siz değilseniz. Bu yüzden o binbir emekle kıvrana kıvrana kendini sürüklerken arkasından bakan ben, düşündüm: aslında bizler de bu salyangozdan pek farklı değiliz. Bir yerden bir yere kendimizi bin gayretle sürükleyip duruyoruz, arkamızda hemen yok olan  ipince parlak ipliklerden bir iz bırakarak. Kimsenin yolculuğu kolay değil hem. Onun kadar zorlanıyoruz çoğu zaman kendimizi çekmekte. Neyse ki dostlar var, şarkılar var, kelimeler var. Baharın da eli kulağında, daha ne olsun? İnsan isterse molozlarla dolu bir bahçede, bir başınayken bile gülümseyecek bir şeyler bulabiliyor. Mucize işte bu, hayat bunun adı. Bir hayat hiçbir şey değildir belki, ama hiçbir şey de bir hayat değildir. 

Artık gözden kaybolan salyangoza isim takmak geldi içimden: Safinaz ismi geldi birden aklıma. Bahçemizin sevgili salyangozu, Safinaz olsun senin adın. İsminle yaşa.

Not: bugün Vladimir'in cümlesi gelmedi. onun yerine Devrem salyangozun devamını istedi. Bunu O'nun için yazdım.

Not2: son okuduğum kitapta da sahipsiz bir mezarlığı tarlaya çevirip oraya ev dikmeyi planlayan adamın başına gelenler vardı--mazallah, evlerden ırak :) Sezgin Kaymaz-Kün. Belki onun hakkında daha uzun da yazarım. Yeni bir kahramanım oldu: Konya aksanıyla konuşan köpek Çeto. Tanışmanızı çok isterim.

8 Nisan 2013 Pazartesi

Ne zoraki, değil mi?


Yeşil kurdeleyle bağlanmış mavi hediye kutusunu usul usul açması sinirime dokundu. Gerçi ne yapsa sinirime dokunuyordu, o ayrı. Ne diye güzel evimde oturup ayaklarımı uzatarak kitap okumak varken, zaten yarım ağız yaptığı doğum günü partisi davetine gelmiştim ki. Üstelik hediye almak zorunda da kalmıştım, fazla düşünmemek için 4o liralık bir şarap alıp çıkmıştım marketten. Savaş görmüş nesillerin yıllarca tezgah altında biriktirdiği yoğurt kapları gibi, eski hediye paketlerinin süslerini evde bir kutuda saklıyorum bu tip durumlar için. Kırmızı bir fiyongu evden çıkarken cebime atmıştım, şişenin boynuna öylecene tuttururuverdim, oldu bitti. O gece nedense canım bir şey yapmak istemiyordu, sırf dışarıya çıkmış olmak için, belki partide başka arkadaşlarla iki çift laf ederiz kafam dağılır umuduyla –ve gazıyla- kalktım geldim işte. Ben bunları düşünürken o hala “ay ne şirin pakeeeet” diyerek yeşil kurdeleyi çekiştirip duruyordu, çeksene kızım yan tarafından diye söylenmemek için kendimi zor tuttum. Herkesin hediyesine aynı duyguyu gösteriyordu zaten, hiç yorulmadan gülümsüyor, sanki hediyeyi veren en candan arkadaşıymış gibi “niye zahmet ettiiiin ki, ayy ne şirin pakeeeet” diyerek uzun uzun uğraşıyordu açmak için. İçinden ne çıksa gözlerini açarak bakıyor, ağzı bir müddet O harfi şeklinde kalıyor, onu soluksuz bırakan her neyse, etrafına toplanmış olan bizler de bu süre zarfında meraktan çatlayarak görmek için boynumuzu uzatıyorduk pakete doğru. Bitmiyordu paketler, Allah kahretsin. Neyse, bu paket geçti. Yeşil kurdeleli mavi paketten bir mumluk çıktı, kırmızı camdan. Bu o geceki üçüncü ya da dördüncü mumluktu. Gene de ağzını yaya yaya “Mineeee, ne güzel bişey bu şekercim yaaaa, ne kadar zevklisin” dediğinde artık bu sahneye dayanamayacağımı anlayıp balkona kaçtım.
Baharın ilk günleri olduğundan, balkon kapısı açık bırakılmıştı. Akşam rüzgarı perdeleri hafif hafif kımıldatıyordu. Balkon da balkondu hani. Benim ardiyeye benzeyen, karanlık ve küçük balkonuma hiç benzemiyordu. Kocaman bir parka bakan bu balkonda ağaçlar kucaklıyor gibiydi sizi. Balkon demirlerine kadar ilerleyip derin bir soluk aldım. Başımı kaldırıp lacivert gökyüzüne, yıldızlara baktım. Hem çalan müzikler, hem de konuşmalar uzakta kalmıştı. İçimi bir anda kasvet bastı, ağaçlara bakıp “Hey, burada ne işim var?” diye sordum. O sırada derin bir ah sesi duydum. Başımı yavaşça arkaya çevirdiğimde balkonun en karanlık köşesinde yere oturmuş bir kız görünce çok şaşırdım. O kadar karanlıktaydı ki, orada olduğunu bile fark etmemiştim. Tanıdık birine de benzetemedim bir anda. Ne yapacağıma karar veremedim. Duymamış gibi mi yapsam, içeri mi kaçsam, yanına mı gitsem? Dizlerinin arasına gömdüğü başını hiç kaldırmadan “Gel otur” dedi. Yanına gidip yere oturdum ben de. Bir süre sustuk, sonra başını kaldırdı, evet, tanımadığım biriydi. Ağlamıştı ve rimelleri bulaşmıştı gözünün kenarlarına. Hiç sevmem ağlayan kadınlara bakmayı. Gözümü kaçırdım. Elimdeki kadehi çevirip duruyordum, boşalmıştı.
- “Hadi bana da getir bir tane” dedi.
Kalkıp içeriye geçtim. Hediye paketleri bitmişti neyse. Tüm açılan hediyeler masanın üstüne dizilmiş, kurdeleler kağıtlar yere saçılmıştı. Beni görünce çığlık attı Selin,
-“Balkonda mıydın sen yaaa, birazdan pasta kesicez kaybolma haaa”
deyip bir kahkaha attı. Tanımadığım uzun boylu sakallı bir gençle dansediyordu sarmaş dolaş. Zoraki gülümseyerek, bar haline getirilmiş sehpadan iki kadeh içki doldurup tekrar balkona çıktım.
 Kız, bıraktığım gibi oturmuş karşıya bakıyordu, ben de oturdum yanına tekrar, kadehi uzattım. Aldı kadehi, yarısını bir yudumda içmesine baktım. Sonra bana dönüp
-“Ne zoraki, değil mi?” dedi.
Hımm evet gibi bir şeyler geveledim, nedense dilim tutulmuştu. Başıyla içeriyi işaret edip
-“Napıyorlar şimdi?” diye sordu.
Boğazımı temizleyip düz olmasına gayret ettiğim bir sesle “Dans ediyorlar” dedim. “Birazdan pastayı keseceklermiş.”
Kız bir an durdu, “Uzun ve sakallı biriyle mi dans ediyor?” dedi, başımı salladım ve içkimden bir yudum aldım. Derin bir nefes çekti ve  
-“O çocuk benim sevgilim” dedi. Bir an sustu, sonra ekledi “Yani bu akşama kadar öyleydi.”
 Sustuk sonra, söyleyecek bir şey kalmamıştı sanki. Karşıya bakıp içkilerimizi bitirdik. İçeriden müzik sesleri ve kahkahalar gelmeye devam ediyordu. Gökyüzünde, yüzbinlerce ışık yılı uzakta bir yıldızın kaydığını gördüm. İçeriden yüzbinlerce ışık yılı uzakta, iki kayıp ruh orada dizleri birbirine değerek, içimiz kırık,  yerde oturuyorduk. Bana kalsa günlerce böyle oturabilirdim, . Ona döndüm ve
-“Hadi kalk” dedim, “Kalk dans edelim.”
Başını çevirip yüzüme baktı bir süre, sonra gülümsedi. O karanlıkta bile ışıldayan bir gülümsemesi olduğunu farkettim.  Kadehini yana bırakıp kalktı, elimi tutup beni de kaldırdı. Balkonun ortasına bir kaç adım atıp sarıldık ve dans etmeye başladık. Ağaçlar gülümsedi gibi geldi bana, aldırmamış gibi yaptım, ama ben de gülümsüyordum.

Not: sevgili Vladimir'e ilk cümle için teşekkürlerimle.

7 Nisan 2013 Pazar

salyangoz


Kaybolmasın diye yazdım:
Dün biz bahçede bir salyangoz gördük. Arkasında izini bırakarak ağır ağır ilerliyordu. Gösterdiği gayret iç burkucuydu. O “dünya onun için ne hızlı dönüyordur” dedi. Sustuk, baktık. Ben geçen gün markette gördüğüm salyangoz konservelerini anımsadım, söyledim. Bi damla canı var ya bunun, yesen ne yemesen ne. “Hiç iştah açıcı görünmüyor” dedim, baktık gene. Kabuğunu ittire ittire gitmeye çalışıyordu usul usul. “Nasıl yenir ki bu” dedim. “Bilmem, unla kızartılır belki” dedi O. “Hmm, kalamar gibi mi oluyodur” dedim. Aklıma sonra bira mayasıyla da kızartılabileceği geldi, midye gibi. O da  “soğan halkaları gibi” diyerek katkıda bulundu. “Salyangoza bakışımız değişti” dedim, güldük, ama fazla değil, saygımızdan. Baktık gene, yürüyordu ağır ağır, arkasında izini bıraka bıraka, kabuğunu çekiştirerek, kıvrana büküle. sonra biz içeri girdik, bir daha dışarı çıktığımızda yoktu, izi bile kalmamıştı. “Nereye gitti  ki bu” dedim. Omuzlarını silkti O. Bahçenin orta yerindeki kuyu kapağının merkezindeki deliği gösterdim, “buradan düşmemiştir di mi” dedim. “Orayı mı bulacak düşmek için” dedi güldü. “Bak biz burayı bulduk ama çalışmak için” dedim. “Bu bizim karmamız” dedi, “önceki yaptıklarımızın cezasını çekiyoruz. “

3 Nisan 2013 Çarşamba

Aynadan bana bakan kaşsız surat


Kaşları olmayan, şaşırmış bir surat aynanın içinden bana bakıyordu. Tanımıştım onu, tanımam mı, dünya yüzündeki insanların üçte ikisi tanır herhalde, balta girmemiş ormanlardaki halklar hariç. Mona Lisa aynadan bana bakıyordu. Sabahtı, yeni uyanmıştım. Günlerdir Oyuncak Müzesi’ndeki kitap projesi için üzerine bir öykü yazma işini üzerime aldığım Mona Lisa bebeğini düşünüp duruyordum. Deli gibi bir Leonardo’nun hayatını okuyordum, bir hayali Mona Lisa’ların kitaplarını, bir bebeği yapan oyuncakçı kadının izini sürüyordum, bir  Mona Lisa tablosunun Louvre öncesi ve sonrası hayatının. Rüyamda bile Mona Lisa görür olmuştum, öylece oturup bana bakıyor, gülüyor mu ağlayacak mı belli değil.  Bu yüzden sabah banyo aynasında gördüğüm şaşkın yüze hiç de şaşkın olmayarak baktım. Alıcı gözüyle süzdüm Lisa’yı, bugünün güzellik kriterlerine pek uymasa da, güzel kadındı canım. Benim bu halime o şaşkın şaşkın bakmaya devam ediyordu aynadan. Şaşırmadığıma giderek daha çok şaşırıyor gibiydi, eğlenerek durdum bakmaya devam ettim, gülümsedim hatta. “Densiz!” dedi birden, kızmıştı galiba. “Aaa niye be?” dedim, “Günlerdir senin hayalinle dolaşıyorum, şimdi de gelmişsin aynadan bana bakıyorsun, sevindim işte.” dedim. Yüzü yumuşadı, üzerinde tablodaki siyah uzun tuvaleti vardı, eteklerini düzeltti hafifçe, “işte bu yüzden geldim” dedi, “O kadar çağırdın ki beni.” Çağırmıştım gerçekten. Şimdi de deli gibi merak ediyorum neden kaşsız olduğunu. Demek sakar bir restoratörün elinde silinmemişti kaşları, sahiden de modaydı o zaman kadınların kaşlarını kazıtması. Bunu düşününce aynaya biraz daha yaklaşıp kendi kaşsız halimi hayal etmeye çalıştım, yok, beğenmedim. Hafifçe yüzümü buruşturunca Lisa atıldı, “Bence de sana yakışmaz” deyiverdi. Demek düşüncelerimi de okuyordu, iyiymiş. “Senin için bir hikaye yazacağım” dedim geriye çekilerek. Başını salladı, o gizemli gülümsemesiyle güldü bana, gerçekten buğuluydu. “Yazacaksın” dedi, “Hem de pek güzel olacak”. İçim kamaştı; kitapları, hikayeleri ve  kelimeleri hep çok sevmişimdir, demek başaracaktım bir kitapta olmayı. “Seviyorum seni” dedim ağzım kulaklarımda. “Ben de seni, devam et,hadi başla ve bitir.” dedi ve kayboldu. Dönüp arkama baktım telaşla. Orada olduğuna dair herhangi bir iz aradım, yoktu. Aynaya baktım yeniden, ben vardım sadece. İşte şimdi aynadan şaşkın bakan bir tek bendim, kaşlı. 


Aralık ayında Oyuncak Müzesi'nde yaptığımız bir projenin meyvesi olan kitabımız yayınlandı. İsmi "Bir Müzede On Bir Pilot". Hayatımın en heyecan verici işlerinden biri. İçinde Mona Lisa olan bir öyküm var. Ne zamandır bunu yazmak istiyor ama fırsat bulamıyordum, sevgili Vladimir'in ilham verici cümlelerinden birinin arkasına takılınca işte bu çıkıverdi. Ne güzel oldu!

Kitabımız bu. Sadece İstanbul Oyuncak Müzesi'nde satılıyor. "Müze kitabı müzede satılır" diyor sevgili Sunay Akın. İçinde yıllardır Oyuncak Müzesi'nin bodrumunda Yaratıcılık Seminerleri'ne katılan, çeşitli yaş ve meslek gruplarından, aslında hiç biri yazar olmayan onbir kişinin, müzeden seçip gönülden bağlandıkları bir oyuncağın içinde olduğu hikayeler var. Bu işte bizden çok yorulan, sevgili uçuş kontrolörümüz Akgün Akova'yı da anmadan geçmek olmaz. Hepimize hayatımızın hikayesini verdi.

1 Nisan 2013 Pazartesi

Haberci Kedi, Olur Mu? Olur.

Kedinin kürkü eflatuna çalıyordu ve işin garibi benden başka kimse bunu fark etmemişti. Kalabalık bir arkadaş grubuyla oturduğumuz kafenin camının önünde durmuş bana bakıyordu kedi. Her zaman yaptığım gibi, tam camın önünde oturuyordum ve grubun merkezini oluşturan en şamatacı arkadaşımızdan uzaktım biraz. Bu yüzden konuşmaları pek takip edemiyordum ne zamandır. Herkes bir ağızdan kahkahayı basınca gülümsüyordum ben de, sonra önümdeki içkiden bir yudum alıp arkadaşların yüzlerine bakıyordum. Tek tek biliyordum aslında neler yaşadıklarını, neler düşündüklerini bile bildiğime kalıbımı basardım, ama kahkahalarla gülüyorlardı işte bu tuhaf şakalara. Bunları düşündükçe aslında onları sevmeme rağmen, evde olmak istediğimi farketmiştim ama kalkıp gidemiyordum işte. Camdan dışarıya bakıyordum arada, gelip geçen arabaların ışıklarına, camın önünden aceleyle bir yere, birine ya da bir duyguya koşar adım yürüyen insanlara. O sırada farkettim kediyi. Sanki benim için gelmişti oraya, durmuş bana bakıyordu, doğrudan gözlerimin içine. Kürkü eflatuna çalıyordu, belki karanlıkta bana öyle geliyordu. ama gözlerini bana diktiği ve içimi gördüğü kesindi. Zaten eskiden beri hem severim hem korkarım kedilerden, başka bir alemin habercisi gibi bakarlar insanın yüzüne. İşte bu kedi de durmuş sokağın ortasında, yanından geçen kimseyi farketmiyor gibi, bana verecek bir mesajı varmış gibi, o mesajı vermeden kıpırdamayacakmış gibi, bana bakıyordu. Gözlerimi kaçırdım, saçmaladığımı düşündüm. Bana bir kedi ne mesajı getirecekti ki canım? Bir yudum daha alıp içkimden, arkadaşlarımın gülüşlerine katılmaya çalıştım. İşittiğim kadarıyla bir televizyon dizisinden bahsediyorlardı, iştahla katıldıklarına bakılırsa herkesin bildiği bir programdı ama ben konuşulanlardan hiç bir şey anlamıyordum. Sıkılıp gene baktım dışarıya, kedi oradaydı. Eflatuna çalan kürküyle, yanından onca yakın geçen insanlara rağmen, kıpırdamadan bana bakıyordu. 


24 Mart 2013 Pazar

pazar


İnsan haftasının tek dinlenme günü olan pazar günü de sabahın köründe uyanır mı? Eğer bensem, uyanır. Kendi kendime ikna etmeye de çalıştım az daha uyuyayım diye. Cık. İşe yaramadı. Kalktım. Neyse ki Minare Gölgesi var. Oturdum okumaya başladım Engin Ergönültaş'ın kitabını, bıraktım beni Zengüle Hacı mahallesinde gezdirsin diye. O harap evlerin arasında dolaştım, çöplerin ve sokak köpeklerinin yanından geçtim. Yaşlı bir orospunun evde beslediği onlarca kediye baktım, aylardır işsiz Abdülkadir'in gündüzleri uyuduğu bodrum katındaki odasının önünden sessizce geçtim.Az ileride aylardır uyuyamayan Sabit'in izlediği Hint filminin bir şarkısı çalındı kulağıma yürürken. Dışarıda oynamak için can atan ama izin koparamayan Atilla camdan baktı bana, ona el salladım. Meryem'in annesi Kıymet, ona haftada iki kere gelen evli sevgilisi Kudret için masa hazırlıyordu, mutfağın camını açmış, gene balık kızartıyor herhalde diye düşündüm. Sonra kalkıp bir kahve yaptım kendime, çöreklendim gene berjerime. Dışarıya baktım biraz. Sabah güneş vardı, şimdi çekildi, göstermiyor yüzünü, ama aydınlık en azından. Soğuk da yerinde gene. Üşendim dışarıya çıkmaya. İş icat ettim kendime, gerçi ev dandini, pek icat edecek hal yok, olan ortada zaten. Kalkıp mutfağı topladım biraz, bu kadar tozu buraya kim koyuyor diye merak ettim. Boşalan tuzluğu doldurdum. Kültablalarını ovarak yıkadım. Orkidelerimin kuruyan yapraklarını kopardım sonra, bir mesaj attım. Bunların hepsini ciddiyetle yaptım. Çünkü ne kadar normal davranırsan gün o kadar kolay ve çabuk geçer.

Not: kitabı aynı gün akşam bitirdim. Devamı www.neokudum.com sitesinde :) Ahha, reklam aldım :))

13 Mart 2013 Çarşamba

bugün de böyle 2

Sabah gayet bir klasik bir şekilde başladı. Şöför Nebayat şeklinde arabama bindim ve işe gitmek üzere yola çıktım. Tam Merdivenköy dönüşünde, binaların kirden kararmış ve minibüslerin mutsuz ve uykulu insanları kimbilir nelere taşıdığı köşebaşından İstanbul'a özgü bir ustalıkla dönerken, yolun orta yerinde tepeden tırnağa çiçeğe kesmiş bir erik ağacı gördüm ve kalakaldım. Bir gülümseme yerleşti yüzüme, öyle ki aksilikler ve uzuuuun toplantılar bile silemedi. Ne güzel bu ağaçlar yahu, nasıl neşeliler. Biz de güzeliz ama bahar hepimizden güzel hakikaten! Şimdi de kulağımda Calexico. Ne olur şu şarkıyı dinleyin gözünüzü kapatıp, ve henüz göremediyseniz uzaklarda çiçeklenmiş bir erik ağacını düşünün allah aşkına. Yeter bu kadar üzüldüğümüz.


Aaa ilk kez video eklemeyi başardım:) Sırf bunun için dinlenir bence.

11 Mart 2013 Pazartesi

bugün de böyle

Eski yazılarımı okudum şimdi, yarısına kadar herhalde. o ne yol maceralarıymış arkadaş :) unutmuşum çoğunu. okuyunca ben bile bir hoş oldum. ki hepsi doğru. yorumlarda eski dostlara rastladım, gene bi hoş oldum. tam da bugün sevgili Özen Yula'nın şu güzel yazısına rast gelmişken, cuk diye oturdu valla içime.

Marmara, karabatakların huzurla gezindikleri, yiyip içip daldıkları bir deniz. Hepimizin hayatında bu karabataklardan ne kadar çok var! Kaybolurlar hayatımızın bir yerinde. Dalıp giderler dünyanın, hayatın bir yerlerine. İçten içe emniyette olduklarını düşünürüz, olmalarını isteriz. Ama ya daldıkları derinlerden çıkamazlarsa? Gene de çıkar, karnını doyururlar. Denizin tadını çıkarır ve hayattadırlar. Ama bir gün ya karanın ya da denizin bir yerlerinde yitip giderler. En yakın dostumuzdur, arkadaşımızdır, evladımızdır, anamız-babamızdır, sevgilimizdir, kardeşimizdir. Nette bakarız nerde diye. Gider. Derken bir gün biz de gideriz. İşte önce onlar için, hayatın bütün karabatakları için birer kadeh kaldıralım denizlere, aya ya da has yakamoza. Sonra birkaç şarkı dinleyelim ve uzaklara bakalım sakince, “hayat” diyelim. Gülümseyelim. Ne de olsa her birimiz bir başkasının karabatağıyızdır bu dünyada!

evet, ya ne çok insan karabatak olmuş hayatımda ve ben ne çok insanın karabatağı olmuşum.. yaşamak böyle bir şey herhalde, yaş almaktan bahsediyorum. bir de bugün okuduğum bir İsmail Güzelsoy tiviti, diyor ki, "Yaşamanın tersi ölmek değildir, beklemektir." 

bugün hep bu ikisini düşündüm durdum. aklına tükürsünler bekleyenin!







8 Mart 2013 Cuma

Adem'in Defteri



Bugün durup dururken aklıma Adem düştü. Kendini yazdırmak istedi belki. Oysa onu yıllardır düşünmemiştim. İnsan, tuhaf bir ortamda tanışıp, doğru dürüst konuşmadığı ve topu topu birkaç saat gördüğü birini niye düşünsün onca zaman sonra? Adem, birisi onu hatırlasın ve izi kalsın istemiş olmalı, evet.
Adem’i, yıllar önce katıldığım bir televizyon yarışma programında tanıdım. Ülkenin en çok para kazandıran, en prestijli bilgi yarışmalarından biriydi. Cep telefonundan arayıp birkaç kolay soruyu bildiğinizde mekanik bir ses “sizi arayacağız” diyordu. Aradılar beni de, çekime çağırdılar. Yanımızda yedek bir kat elbise ve bir yakınımızla beraber gitmemiz gerekiyormuş. Yedek elbise, olur da yarışma hakkı kazanırsak ve süre biterse, yeni çekim için tazelenmemize yarayacakmış. Annemi alıp gittim sabahın köründe. Üç çekimlik yarışmacıyı aynı anda çağırmışlar. Bir sürü şaşkın insan, çekimin yapılacağı stüdyonun içinde, kenarında, yanında yöresinde neresi varsa oturup beklemeye ve birbirimizi süzmeye başladık. Her yaştan, her tipten insan vardı. Yaşlılar, gençler, anneler, babalar, üniversite öğrencileri, gariban görünenler.. Bu tuhaf bekleyiş sırasında, herkes genelde yanında gelen kişiyle sohbet ediyor ya da öyle oturuyordu. İçimizden biri dikkatimi çekti. Genç, zayıf, üstü başı temiz ama gariban görünüşlü bir genç. Yakası bol gelen bir beyaz gömlekle üzerine büyük gelen bir takım elbise giymişti. Yanında babası olduğunu düşündüğüm bir adamla beraberdi, adam ona elindeki bir defterden bir şeyler okuyor, o da cevap veriyordu sanki. Bir onlar herkesten başka bir şeyler yapıyor gibiydiler. Çay almaya giderken yanlarından geçerken durakladım ve işte böylece Adem’le tanışmış oldum. Gerçi genelde konuşan babasıydı, ama olsun. Ayaküstü adam büyük bir gururla Adem’i işaret ederek, “O bizim gururumuz ” dedi. Ben yanlarına gidince kapattığı defterin üzerine vurarak “Bu defter var ya, servet eder” diye ekledi. “Ne var o defterde?” diye sordum. Meğer Adem yıllardır radyo ve televizyonda rastladığı bütün bilgi yarışmalarını dinler, soru ve cevaplarını bu deftere yazarmış. Şimdi de o yüzden defterden çalışıyorlarmış. Bunu duyduğumda o kadar şaşırdım ki, Adem’e baktım. Onu, küçük bir çocukken bu defter elinde, duyduğu soruları yazarken ve cevapları beklerken de kaleminin ucunu dişlerken gözümün önüne getirdim sanırım. Adem mahcubiyetle gülümsedi boynunu büküp. Adam ekledi, “Bu yarışma bizim umudumuz.” Etrafa, diğer bekleyen adaylara baktım ve o anda orada ne işim olduğunu gerçekten merak ettim. İçimden, eğer buradan biri kazanacaksa Adem olmalı diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Hepimizden çok ona lazımdı bu başarı, onun hayaliydi bu, inandım. Ona bol şans diledim, yanından ayrıldım ve onlar çalışmaya devam ettiler.
Sonunda pek ünlü sunucumuz üzerinde eşofmanları ile görünüp giyinme odasına doğru bize el sallayarak geçtiğinde saat akşamı bulmuştu. Hepimizi stüdyoya alıp, sunucunun etrafındaki karanlık çembere yerleştirdiler. On kişiydik. Oturduğumuz koltuğun önündeki çubuklara eğreti tutturulmuş bir aleti tanıttılar sonra. Soracakları soruya bu aleti tuşlayarak en hızlı cevabı veren kişi yarışmacı olma hakkını kazanacaktı. Herkes heyecanla alete dokundu, baktı. Çin malı dijital saatlere benzeyen bir şeydi, üzerinde küçük bir ekran ve altında da a,b,c,d tuşları vardı sadece. Ne kadar zor olabilirdi ki? Anlayıp anlamadığımızı sordular, anladığımızı söyleyince yarışma başladı. Sıralama sorusu sorulduğunda, karanlığın içinden Adem’e baktım, birkaç sandalye vardı aramızda, heyecanla tuşlara abanmıştı. Ne o, ne ben ilk yarışmacı olamadık; sessizce bekledik seçilen kişinin yarışmasını. İkinci ya da üçüncü soruda o elenip gidince, yeni sıralama sorusu soruldu. Kamera loş ışıkta ciddi görünen yüzlerimizi gezdi. İkincide de ne ben, ne Adem birinci olamadık. Benim aletin tuşları takılıyordu zaten. İkinci seçilen yarışırken yarışmanın süresi bitti ve sunucu yerinden fırlayarak hepimizin elini sıkıp uçarak üzerini değiştirmeye gitti. Bir günde sanırım dört program çekiliyordu. Işıklar yandı, bizi kibarca dışarıya gönderdiler. Hava kararmıştı dışarıya çıktığımızda. Kuş uçmaz kervan geçmez stüdyonun önüne çıkınca derin bir nefes aldım. Baktım Adem’le babası üzgün, duruyorlar köşede, onları yola kadar bırakmayı teklif ettim. Seyrantepe’ye gidiyorlarmış zaten, yolumun üzeri. Yol boyu yarışmadan konuştuğumuzu hatırlıyorum. Sunucudan, yarışmacılara gelen soruların kolaylığından, ama sıralamanın adaletsizliğinden sanırım. Sonra Seyrantepe’de onlar indiler ve biz yola devam ettik annemle. Bu maceranın ve yorgunluğun üstüne, gidip İskender kebap yedik, bunu da hatırlıyorum. Adem’i ve defterini de hatırlıyormuşum meğer. Kimbilir ne oldu Adem’e ve deftere. Hala yarışmaları takip edip soruları ve cevapları yazıyor mudur acaba? Dilerim o defter bir gün servet eder gerçekten.