.

.
bahtsız bedevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bahtsız bedevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2009 Perşembe

sonunda bugun


Bu sabah Kadıköy’de 07.45 vapuruna koşmaya çalışırken, günlerdir yağan yağmur tam sabah sabah hızını almışken, evden çıkarken nedense bunu farketmemiş ve beresiz/şemsiyesizken, tam vapur iskelesine doğru koşar adım giderken, tam iskelenin karşısında ortada duran büfenin tentesine kaç zamandır biriken yağmur suyu kendisini taşıracak son damlayı almasın mı? Yani, son damla ile tamamlanan tenteye birikmiş yağmur suyu delicesine bir hız ve kaderinin kendine bahşettiği bu ilk ve son fırsatı değerlendirebilmek için elinden gelen en isabetli atışı yaparak tepemden aşağıya bir boşaldı ki; duş almış gibi bir hale geldim bir saniye içinde. Üstelik durup küfredecek vaktim bile yoktu; yüzümden, gözlüğümden, açık renkli güzelim kabanımdan, çantamdan, elimden ayağımdan damlayan sularla koşmaya devam edip vapura yetiştim. Doğruca çay ocağına gidip bir çayla poğaca söylediğim garson çocuk bana tuhaf tuhaf baktı, ben o sırada gözlüğümdeki damlacıkları silmek için boynumdaki fuları çözmeye çalışıyordum. “Savaştan çıktım” diye açıkladım çocuğa, “evet, öyle görünüyor” dedi. Neyse, oturdum silindim çay içtim vapur kalktı sular bozbulanıktı bir baktım Istanbul yağmurda da güzeldi sinirim geçti açtım kitabımı okumaya başladım.

Şimdi ben ne zamandır yazmıyorum ya, yazacak iki mim olduğu için kendime önce onları cevaplama gibi bir ödev verdiğim için daha da yazamıyorum baktım ki. Hem siz de beni iyice tembelleşmiş sanıyorsunuzdur Allah bilir. Değil değil, hem gaybubetimde çok kitap okudum, hem eğlendim, hem bi sürü şey seyrettim, hem yeni yemekler yaptım herkesler parmaklarını yedi valla. Malzeme bol anlayacağınız, ama sevgili Neolitik hanımın söylediği gibi, internetten zaman da indirilebilse herşey daha harika olacak :)

En öncelikle bugün beni çok sevindiren bir etkinlikten paylaşmak istiyorum. Sevgili Serap ile Evvel Zaman İçinde, bir kitap etkinliği yaparak, istekli blog yazarlarının birbirine hediye kitap göndermelerini sağlayacak bir etkinlik düzenlediler. Ben de katıldım bu etkinliğe. Benim kitap göndereceğim blog sahibi Neva’lı Günler oldu ki bu blogu hiç tanımıyordum. Oturdum önce blogu okudum nasıl bir okuma zevki var anlayabilmek için, pek ipucu bulamadım. O halde kendi en sevdiğim kitaplardan birini göndereyim dedim, son zamanlarda okuyup çok sevdiğim bir kitap olan Emrah Serbes’in Ankara’da geçen polisiyesi “Her Temas İz Bırakır” ile sevgili Ece’nin “Çocuk Sahibi Olmak İçin 40 Bahane” kitaplarını göndermeye, dünya tatlısı Neva için de bir kitap almaya karar verdim. Dün kargoya verdim kitapları ve heyecanla beklemeye başladım. Az önce blogunda paketle ilgili görüşlerini okudum sevgili Neva’nın annesinin, ben bir duygulan bir duygulan, fotograflara bakarken gözlerim dol filan, allah allah. Ne güzel bir heyecan yahu. Sağolsun varolsun Serap ile Evvel Zaman İçinde.

Meraklısına not: Yukarıdaki resim www.inmagine.com adlı siteden, çok sevimli resimler var.

10 Ocak 2008 Perşembe

anlayamadığım şeyler

olacak iş değil, dün çakmağım patladı. bomm diye. valla. vladimir aradı cepten, ben de bir sigara alıp kulağımda telefonla çay ocağına gittim. konuşurken sigaramı yaktım, çakmağı da hırkamın cebine koyuyordum ki pat-bom diye bişey oldu. yere mi düşürdüm diye baktım, yok, benim çakmak koridorda neredeyse 3 metre uçmuş, ikiye ayrılmış yatıyor. koşup kat görevlimiz geldi, "abla n'oldu" dedi, dedim "çakmak patladı". bir süre öyle boş boş yerdeki parçalara baktık. "nasıl ya" diye düşüne düşüne, vladimir'e olayı naklen anlattım. bu tarihi ana naklen şahit olan bir insan artık o, artık eskisi gibi değil, bambaşka biri :) işte bu çakmağı aldım eve getirdim, fotografını çektim, bakın işte burada.



yazımı okuyan fizikçiler ya da bilimadamları olursa lütfen izah ediversinler, şu masum çakmaklar patlar mı yahu, niye patlar? yoksa bu gene benim bahtsız bedeviliğimle ilgili bir olay mıdır? benzin istasyonunda ya da şarjdayken (bir kere de bir çinlide gömlek cebinde) patlayan sahte cep telefonu pili duymuştum, ama çakmak duymadım valla (görüldüğü gibi dünyanın değişik yerlerindeki bahtsız bedevi kardeşlerimi de takip ediyorum). ben üniversite yurdunda merdivenden yukarı düşmüş bir insanım. evet, yukarı düştüm. merdivendeki kırmızı halı basamakların kenarlarında yer yer kalkmış ve aşınmıştı. telaşla çıkarken bu kalkmış yerlerden birine ayağım takıldı ve ben üç-dört basamak kadar yukarı kapaklandım. bir yerime bişey olmadı ama sonra farkettim ki sağ el yüzük parmağımdaki yüzük yamulmuş, normal bir "O" iken ovalleşivermiş, zor çıkardık parmaktan. hatta o olmasaydı merdivende yukarı düşüp sağ el yüzük parmağını kıran ilk Türk olarak tarihe geçecektim.

pazartesi sabahı da vapurda bir baktım arka açıkta (tribün gibi oldu di mi) iki sakallı cüppeli adam martılara ekmek atıyorlar.



yanlarındaki torbada bulunan ekmeği valla kadıköy'den karaköy'e gelene kadar bitirdiler. martılar da çığlık çığlık (leeek leeeek leeeek) pikeler yaparak, birbirlerinin üstünden altından atlayarak, zaman zaman atılmasını beklemeden adamın elinden bizzat alarak yol boyu bizi takip ettiler. arka açıktaki tüm yolcular da martıları seyretti. sonra acayip bişey oldu. adamlar ekmek bitince ellerini iki kere çırptılar ve bu martı çetesi de pırrr kayboldu, uzaklaştılar, bir daha ne vapura yanaşanı oldu ne leeek leeek edeni. adamlar da cüppelerini toparlayıp etrafa bakmadan çıkıp gittiler. okudular mı üflediler mi ne yaptılar anlamadım.

anlayamadığım şeyler bunlardan ibaret değil tabii, misal bu sabah motordan inerken kaptanın makamına baktım. ön bölümde kumandalar, göstergeler, dümen, kollar filan tamam; karşı tarafa ise oturma takımı ve sehpalar koymuş adam. olabilir. camın önünde de mavi bir defter ile şarkı söyleyen balık vardı. mavi defterin üzerinde "gemi hareket kayıt jurnali" yazıyordu. böyle bir defterin adı neden jurnal olur mesela bunu anlayamadım. "gemi hareket kayıt defteri" aynı hissi vermiyor mu? ya o şarkı söyleyen balık nedir yahu? görmüşsünüzdür, hani duvara asılacak bir dikgörtgen pano düşünün, üzerinde koca bir balık var.


düğmesine basınca hareket edip, ağzını açıp kapayıp kuyruğunu çırpıyor. bunun adı meğerse "big mouth billy bass"mış (koca ağız billy bass), nette araştırınca öğrendim (bunların geyik kafası şeklinde olanları da varmış, şükür görmedim henüz). söylediği şarkılar da "Don't worry be happy" ve "take me to the river" miş. bizim kaptanınki ne söylüyordu merak ettim, acaba Türkçesini de yaptılar mı ki? neyse, bu yazı gününüzün neşesi olmuştur umarım, koca ağız billy'nin dediği gibi, don't worry be happy efendim.


Meraklısına not: Koca Ağız Billy'i şarkı söylerken görmek isterseniz burada bir videosu var, filmdeki kediye dikkat, deli oluyor hayvancaaz :)) bu acayip alet ayrıca gittigidiyor.com'da 19 yetele'ye satılıyor. kültür hizmeti dediğiniz bu kadar olur yani :)

9 Ocak 2008 Çarşamba

hırsız

sene 2005 ya da 2006 olmalı. yaz iznimi almışım, bir haftalığına güneye gidiyorum. ama önce İzmir'de bir gece kalıp, orada arkadaşım Nazo ile buluşacağım, sonraki gün birlikte yola devam edeceğiz.

evden irice bir spor çanta, bir de ufak yol çantası ile çıkıp Kadıköy'deki otobüs acentasına gidiyorum. geceyarısı. gece 12'de binince sabah 8'de İzmir'de oluyorsun, nefis. otobüs, yolcuları Kadıköy'den toplayacak, acenta kalabalık, yüzüne şimdiden tatil mutluluğu ve "aman aman hemen acil eğlenmem lazım" telaşı vurmuş insanlarla dolu. iri spor çantamla ufak yol çantasını içeriye, kapı girişine bırakıp kapının önüne çıkıyorum. Rıhtım Caddesi gene hareketli, güzel bir yaz gecesi. kapının önündeki basamağa oturuyorum, etraf epey kalabalık, konuşup gülüşüyor insanlar, ben arada bir dönüp içeri çantalara bakıyorum oradalar, etrafa bakınıyorum dönüp içeri bakıyorum oradalar, "dur bir sigara yakayım" deyip kocaman kırmızı rugan çantamın içinden sigaramı çakmağımı arayıp bulup sigaramı yakıp içeri bakıyorum ufak çantam yok!!!

o sırada, karşıya geçen, bir elinde benim çanta bir elinde başka bir bavul taşıyan beyaz gömlekli birini görüyorum. ayağa fırlayıp bağırmaya başlıyorum: "hırsız!! çantam!! orada!! eşşoğlueşek!!".. bağırtıma içeriden de birileri fırlıyor, biri "bavulum oy" diye çığlık atıp koşmaya başlıyor yanımsıra, ben de çünkü bir elimde sıgara, omuzumda kocaman kırmızı rugan çanta, koşuyorum. Rıhtım Caddesi'ni iki adımda filan geçtim sanırım. beyaz gömlekli şahıs ise hiç telaşlanmıyor, arkasına bile dönmeden hafifçe eğilerek 2 çantayı da yere bırakıp karanlıkta bir yerlere kaçıyor. biz gidip çantalarımızı alıp geri dönüyoruz. bavulu gözünün önünden götürülen genç adam bana teşekkür ediyor, hiç farketmemiş nasıl olduğunu. acentaya dönünce bizim muzaffer kafile, takdir eden güğlümsemeler ve "geçmiş olsun"larla karşılanıyoruz. sonra otobüs geliyor, binip İzmir'e gidiyoruz. sabah Nazo beni garajda karşılıyor, "nasıldı yolculuk, olay var mıydı" diyor, "ohooo" diyorum "olay benim göbek adım, daha yolculuk başlamadan neler oldu neler"...

hala Rıhtım Caddesi'nde o acentanın önünden geçerken aklıma gelir gülerim. valla adama eşşoğlueşek diye bağırdım ya.

27 Kasım 2007 Salı

tiyatro dekorundan fal tuttum

Kürklü Merkür’ü anlattım ya size, o gece birşey daha oldu, yazının etkisini hafifletmesin diye sakladım sizden. Hani size dekorunu da anlatmıştım ya; etrafta parçalanmış kitaplar, uçuşan sarı sayfalarla dolu darmadağınık bir oda. Bir de ben en önde oturdum (oturma düzeni yok, içeri giriş sırasına göre herkes seçtiği yere oturabiliyor). . İşte ben en önde pür dikkat oyunu izlerken, bir itişme sırasında oyuncular ayağımın dibinde dövüşürken ve benim içimden “ah durun canım yapmayın böyle” demek gelirken, dekoru oluşturan sayfalardan biri uçtu uçtu ayağımın dibine kondu. Ben de baktım sayfaya, bastım üstüne ve kendime çektim, oyunun sonuna kadar ayağımın altında bir kağıtla oturdum. Oyun sonunda da alıp çantama attım bakmadan. Biri görür de “han’fendi han’fendi buralara gelmişiniz ama bakıyorum da maşallah dekoru yürütüyonuz” derse ne diyeceğimi bilemeden, gene de aldım işte. Sonra Taksim’e varıp otobüse binince “neyse halim, çıksın falim” diyerek sayfayı özenle çantamdan çıkardım. Derleme bir şiir kitabının sayfasıymış, arkalı önlü iki şiir varmış üstünde. Heyecanla okumaya başladım ilkini. İlk mısra şöyle:

“afrikalı bir çocuğum ben”

tüh. Bunun benim falımla pek ilgili olduğu/olabileceği söylenemez. Geçtim arka sayfadakine, aman Allah!

“bir gül versem alır mısın
el sallasam anlar mısın
bir göz kırpsam güler misin
benim tatlı küçüğüm”

diye başlayan, 3 kıtalık bir şiir. Yoksa mani mi demeliyim? Manilerden Hep anlar (bkz: http://hepomutsuzcocuk.blogspot.com/2007/10/mni-mania.html), ben ne anlarım :))


Koskoca bir oda dolusu, binlerce sayfadan bana düşen bu işte. Keşke dekoru almasaydım, pişmanım. Oyuna bir dahaki gidişimde sayfayı iade edeceğim. Fal mı? Hiiiiiç, boşverin.

21 Kasım 2007 Çarşamba

arı vız vız vız


Geçen yaz. Bir sabah işe gelmek için Kadıköy’den her zamanki gibi Karaköy motorlarına binip, üst kata çıkıyorum. Güzelim yaz gününün rüzgarında dağılan lepiska saçlarımı düzeltmek için başımı okuduğum kitaptan kaldırınca, İstanbul’un doyulmaz güzelliği ile gözgöze geliyor, bir sigara yakıyorum. İstanbul’u böyle anlık, suçüstü yakaladığım anlarda hep etrafa göz atıp başka farkeden var mı diye bakınırım. Gene yoktu, heyhat. İnsanlar sabahtan başlamışlar gam yükü katarlarını yola koymaya tıngır mıngır, konuşup gülüşeni bırak, kafasını kaldırıp bakan bile yok. Kışın daha çok şamata oluyor vapurlarda motorlarda, öğrenciler var ya. Derken motor Karaköy’e yanaşıyor, kalkıp merdivenlee yöneliyorum. O gün etek giymişim, eteğim rüzgardan hafifçe havalanıyor, gülümseyerek elimle yatıştırıyorum eteğimi, elim merdivenin trabzanında, prensesler gibi inmekteyim motorun merdivenlerinden, mağrur bir bakışla başımı kaldırıp yanaştığımız Karaköy motor iskelesine bakıyorum, “ah tebaam birazdan yanınızda olacağım” filan derken pıt diye trabzandaki sağ kolumda bir keskin acı hissediyorum. Telaşla bir bakıyorum ki kolumun ortasında bir delikte kanca gibi bişey sallanmakta, ucunda da bal gibi petek gibi garip bişey var. “Bu ne yahu” diyerek çekip atıyorum ve inmeye devam ediyorum merdivenlerden. Derken birden aklımdan şu düşünceler atlılar gibi geçiyor: “Nneydi bu? Köprüdeki balıkçılardan birinin olta ucu mu? Arı mı?Allaaaaaaaaaaah, arı! Beni hiç arı sokmadı ki be! Ya allerjim varsa? Ya şişersem Martin Şort gibi* mazallah !Karaköy’de motorda arı ne arar ya?” Bu sırada merdivenler bitmiş ilerlemeye devam ediyorum, başımı çevirip koluma bakıyorum ve o sırada korku filmlerindeki gibi birşey oluyor, kolumdaki deliğin etrafındaki kızarıklık milim milim yayılmaya başlıyor ve aynı zamanda da şişmekte, ağzım açık seyrediyorum bu doğa olayını, durdum bakıyorum koluma, insanlar (tebaaam) yanımdan farketmeden langır lungur, çarpa çarpa, sürtüne ite geçiyor. Derken başımı kaldırıyor ve aynı işyerinde çalıştığım bir arkadaşımı görüyorum, hemen yanına gidip diyorum ki “beni sanırım arı soktu, allerjim var mı bilmiyorum, ayılıp bayılırsam götüreceğiniz yerde anlatırsın”. Ben böyle deyince kız bir telaşlan, bir panikle.. “ay bayılacak mısın yaniiiiii” diyerek o dakika oracıkta kendisi bayılacak diye korkuyorum vallahi. Yan yan gülümseyerek “hayır yavrum, şanslıysam bayılmayacağım, hadi gidelim” diyorum. Taksiyle gidiyoruz, bayılmıyorum, derhal eczaneye uğruyorum, kalfa daha eczaneyi süpürüyor, “arı soktu beni” deyince gülüyor, oturtup amonyak sürüp pamuk basıyor koluma. Zonkladı bir gün boyunca, şişi indi ama. Şimdi motordan inerken aklıma her gelişinde gülüyorum, ah sivri akıllı arı sen nereden geldin düştün karaköy’e diye.

* Martin Şort ne alaka diyenlere not: Martin Short’un 1991 yapımı “Pure Luck” diye bir filmi vardır Danny Glover ile, sevdiğim bir filmdir.. 1981 yapımı “La Chevre-Keçi” isimli Fransız filminin Amerikan versiyonu (Fransız versiyonunda Gerard Depardieu ve Pierre Richard oynuyordu). Filmin konusu şöyle: Ünlü ve zengin bir işadamının sürekli kör talihinden şikayetçi kızı, Meksika’ya yaptığı bir gezide kaybolur. İşadamı da kızını bulmak için bir dedektif tutar, ama dedektif başarısız olur. Bunun üzerine adamın son ümidi, gene kızı kadar başı dertten kurtulmayan bir muhasebeciden yardım istemektir. Böylece iki kör talihli belki birbirlerini mıknatıs gibi çekeceklerdir :) Film boyu bu kör talih olaylarından bolca görürüz, bunlardan biri de zavallıcığın arı tarafından sokulmasıydı, anında balon gibi şişmişti ve filmin burasını dehşetle hatırladım beni de arı sokunca. (Filmin sonunda baba haklı çıkıyor, Meksika’nın derinliklerinde bir hastanede buluyorlar birbirlerini, hafif hafızalarını kaybetmiş bir halde ve kafaları sargılı bir şekilde iskeleye doğru yürüyorlar ve iskele çökerken film bitiyordu). Aslında hiç modası geçmeyecek bişey karatalihli olmak :) bi de çizgi film vardı, kara bi civciv kafasında yarım yumurta kabuğu ile başına gelen her türlü garabete "ama bu haksızlık, öyle değil mi" diyerek karşılık veriyodu. biz çocukken saftık valla, ben de bi müddet hayatta başıma abuk bişey geldiğinde "ama bu haksızlık, öyle değil mi" dersem herşeyin yoluna gireceğine inandım sanırım. zaten ne demişler, filmlerle gerçek hayatın tek farkı arka planda müzik çalmaması. yani sanki arkada müzik çalsa, herşey daha güzel olacak. ama bu haksızlık, öyle değil mi?

6 Kasım 2007 Salı

gecelere akmak

Sevgili Ekmekçikız geçen gün gecelere akmak diye bir yazı yazmış, pek eğlenceliydi. Benim de aklıma gecelere akmak deyince yaşadığım bir olay geldi.

Sene 2002. eski işyerinde şube yöneticisiyim. Orada şube yöneticilerine her yıl nisan ayında şube performansı oranında bir çek verilirdi, yönetici/yöneticilerin de bu çekin bir kısmı ile şube performansını sağlayan çalışanlarına bir yemek ısmarlaması ya da benzeri bir organizasyon yapması adettendi. Ben çalışma arkadaşlarıma sordum, “nereye gidelim siz seçin” diye. Bunlar aralarında konuşmuşlar, anlaşmışlar, geldiler ve dediler ki “biz Fatih Ürek’e gitmek istiyoruz”. Haydaaa. İyi de, o zaman Fatih efendi Maçka’da Zevk-i Sefa’da çıkıyor, nasıl gideriz, evleriniz çok uzak, gece uzun filan. Ayarlarız dediler, peki dedim ben de. Zilli Shakira kemerleri hazırlandı, evlere servis yapacak minibüs ayarlandı, rezervasyonlar yapıldı, bir cumartesi akşamı biz hazırlandık, işyerinin önünden minibüse binip yola çıktık. Çocuklar nasıl mutlu, nasıl şen, laylaylom Zevk-i Sefa’nın önüne geldik. Millet Jaguar’larla Mercedes’lerle geliyor biz minibüsten iniyoruz, üstelik in in bitmiyoruz. Neyse, girdik içeriye, en ön masayı hazırlatmışlar bize, geçtik oturduk. Program başladı, önce tanınmamış bir popçu (şimdi Murat Boz olabilir gibi geldi bana), sonra Mezdeke Grubu derken hava ısındı, bizimkiler de. Sandalyeleri arkaya itip masanın başında kalktılar oynuyorlar. Birden ortalık karıştı. Meğer o akşam Galatasaray’ın maçı varmış ve şampiyon olmuşlar, kutlamaya da Fatih Ürek’e gelmeleri tutmasın mı? İçeriye hem futbolcular hem onlar kadar kalabalık kameralı mikrofonlu gazeteciler doluşuverdi. Zaten sıkışık bir yer, yanımıza hemen bir masa sığıştırdılar, iyice hıngırhışık bir yer oldu. Ama program tam hızıyla devam ediyor, Fatih Ürek çıktı, sevinç çığlıkları attı sonra meşhuuur yılan dansı, kameralar kayıtta, bizimkiler sandalyelerin üstünde oynuyorlar, futbolcuları çeken her kamera bizi de alıyor ister istemez, önce yüzümü ellerimle sakladım sonra baktım ki battı balık yan gider. Futbolcuları Fatih Ürek sahneye çıkartıp oynattı filan, derken birden ortalık karardı ve bir “hepi börtdey” müziği çalmaya başladı bangır bangır, kim ne demeye kalmadı bir baktım benim için hazırlanmış bir pasta, minibüste saklaya saklaya getirmişler fark etmemişim, Nisan sonu benim doğumgünüm, Fatih Ürek sahneden “ay kimin doğumgünü, ben de pasta istiyoruuum” diye bağırıyor. Pasta masamıza geldi, tüm kulüp alkışlıyor bize bakıyor filan, ben yerde delik arıyorum, bulsam girip kaçacağım. Fatih Ürek bu esnada göbeğini hoplata hoplata koşarak masaya geldi, “senin doğumgünün mü ay öpücem” dedi. Öpme diyorum ama gürültüden duyulmuyor, öptü beni. Öpmekle kalmadı, yanak yanağa bir resmmiz çekilsin diye fotografçıyı çağırdı, flaşı dolana kadar öyle yanak yanağa kalmak ve gülümsemek zorunda kaldık. Neyse resim çekildi de, Fatih sahneye döndü. Eğlence devam, eller havaya, beller kıvrılsın, vur patlasın çal oynasın.. Bu arada biz saatin farkında değiliz, ama bir kısım arkadaşlar birbirlerine yaslanıp uyumaya başlamışlar bir baktım ki. Minibüs şöförünü aradık gelsin bizi toplasın diye, adam gelince arayacak, bir türlü gelmez. Bizim masa uyuklar, millet ayakta eğlenir, bekliyoruz. Şöför geldiğinde saat 3’tü. Minibüse geri doluştuk tam mevcutlu olarak, ama olay burada bitmedi. Sanki akşam iş çıkışı gibi, deli bir trafik, sanırsınız tüm İstanbul ayakta, arabalar korna çala çala gidiyor, ellerinde Galatasaray bayrakları, biz dehşet içinde camdan bakıyoruz, köprü kilit. Bu hali gören arkadaşlar direkt uyku moduna geçtiler. Minibüs ilk beni bıraktı evime, gün aydınlanmıştı, sabah ezanını okudu müezzin uzaklardan, eve girerken çocuklara baktım, hepsi perişan.. şöför hepsini tek tek eve bırakmış, Pendik’te oturan arkadaşlar 7’de eve varmışlar, şöför “bir daha beni aramayın” demiş, sonradan öğrendim. O haftaki bütün magazin programlarına çıktığımızı da sonradan öğrendim. Genel Müdürlükten ya da Bölge Müdürlüğünden telefon bekledim bütün hafta yusuf yusuf, ama kimse seyretmemişti anlaşılan. Ah, sonraki yıl mı? Bu sefer ben söyledim nereye gideceğimizi, Park Orman’a gidip havuzbaşında brunch yaptık efendi efendi. Gecelere akmak mı? Mersi, kalsın.

Meraklısına not: O resim hala duruyor ama tarayıp buraya koymaya elim elvermedi (zaten tarayıcım da yok hehe). Kuzenim bana evim genelde kırmızı diye gidip kırmızı peluş bir çerçeve almıştı, onun içinde duruyor resim.

yoğun istek (!) üzerine eklemedir. vay be, gençmişim yahu :)

27 Eylül 2007 Perşembe

sıradan bir günüm



herşey sabah başladı. üç hafta kadar önce cevahir alışveriş merkezi'ne gittiğimde kendime mor bir gömlek aramaya başladım. nereye baktıysam yok. bende de bir takıntı var, birşeyi arar da bulamazsam iyice takıyorum. bu karışık duygular içinde debenhams'a girdim. debenhams, ingiltere'nin orta sınıf bir mağazası, marks&spencer gibi, ama Türkiye'de üst sınıfa hitap eder gibi bir durumda. neyse, o günlerde hep rastlandığı gibi, yaz sonu ucuzluğu ve yeni sezon giysileri bir arada. mor gömlek orada da yok. ama orada başka bir bluz gördüm, lacivert-beyaz desenli bir tunik, şifon gibi, içinde de beyaz atleti var. hoşuma gitti, fiyatı da yarıya inmiş, onu almaya karar verdim (beyler, hanımların alışveriş kararlığı başka bişey, görüyorsunuz :)) kasaya gittim ödemeye. kasadaki kız bendne önceki müşteriyle ilgileniyorsu, onun işi bitti sıra bana geldi ki o hanım geri döndü ve kasadaki kıza "mağazanızın kepenkleri kaçta kapanıyor?" dedi. kız şaşaladı, "ona çeyrek kala filan" gibi bir cevap verdi, hanım teşekkür edip gitti, biz kasadaki kızla birbirimize bakıp güldük, omuz silktik karşılıklı. sonra kız benim işlemimi yaparken "çok güzel bir bluz bu" dedi, ben de oraya aslında mor bir gömlek aramaya girdiğimi söyledim, gülüştük. ödedim ve çıktım sonra, eve gelince de özenle astım askıya. ama bluz biraz ince olduğundan ve İstanbul'da havalar aniden bozduğundan giyemedim. bu sabah kalktım ki hava güzel, hadi onu giymeye niyetlendim. bluzu giyeceğim ama bir gariplik var, sağına soluna bakıyorum uyku sersemi anlayamıyorum. derken bir baktım ki güvenlik zımbırtısı üstünde kalmış atletin, yani altta olduğundan gözükmüyor. hani şu bir tarafı çivili, bir tarafı da uzun kalın plastik olup da, ancak kasada özel aletiyle çıkarılanlardan. çaresiz küfredip (hem çaresiz hem küfrederek) başka bir şey giyip çıktım. aklım takılı kaldı bluzda. şimdi onu başka bir mağazaya götürüp güvenliğini çıkarttırmak istesem, bana hırsız muamelesi yaparlar. aynı dükkana götürsem, hani fişi derler ki bu sene fiş toplamayacağız diye yıl başından beri aldığım fişlere gayet ilgisiz bir tavır sergilemekte, çoğunu atmaktayım, kimbilir nerededir. işyerinden bir arkadaşım işyeri yakınındaki bir dükkana götürelim orada bizi tanıyorlar dedi, bir başkası kredi kartı ekstremle o dükkana gitmemi söyledi, bir başkası "hmm bakalım, kırarız" dedi. yarın anlaşılan başka maceralarım var bu bluzla ilgili. kırma dışındaki ihtimalleri deneyeceğim.



sonra akşam erken çıktım işten, evdeki telsiz telefonum tahminimce pili ömrünü tamamladığından dolayı ölü halde olduğundan karaköy'den pil alacağım diye, dün akşam gittiğimde ramazan dolayısıyla depoların ve komşu bütün dükkanların erkenden kapattıklarını ve kendilerinin de 18.25 vapuruna yetişeceklerini, yarın daha erken gelirsem ancak halledebileceklerini söyleyen amcaya gittim. neyse hazırlamıştı amca pilimi, bana iyi iftarlar diledi amca, aldım çıktım. kadıköy'e motorla geçtim ve yukarıdaki manzarayı çektim. istanbul bugün çok güzel bir bahar yaşadı arkadaşlar. ramazan dolayısıyla havayı bir içeceğe benzetemeyeceğim, ama hafif, tatlı ve neşeliydi diyeceğim.


kadıköy'den nautilus'a gittim, acıbadem'deki alışveriş merkezi. orada gezinip birşeyler yedim, yerleştirilmiş üç ineği gördüm, ikisinin resmini çektim (biri dalgıç-nautilus simgesine uygun- biri tepesinde balon taşıyor, balonda mööögaz reklamı var) , hayatımda hiç bu kadar boş görmediğim carrefour'da alışveriş yaptım (iftar sonrası saatler-herkese tavsiye edilir-bilimkurgu filmi gibiydi orayı böyle görmek). dönüşte eve az bir yol kala, bindiğim arabanın arka lastiği patladı. ben o sırada eylül dolunayına bakmaktaydım. bugün ekmekçikız yazmış, eylül dolunayı yılın en parlak dolunayı imiş. tam ona hak veriyordum ki lastik indi yerlere. jant üzerinde eve geldim. oysa size hakem hikayemi yazacaktım, bunlar oldu.



bu arada maliye vergi gelirlerindeki ani düşüşten sonra, 2008'de fiş toplama yükümlülüğünü yeniden getirmeyi düşünüyormuş. buna gülünür işte.





işte bu dalgıç inek. denizaltı dekoru nasıl ama :))




bu işte balonlu ineğin önden görünüşü, üzerine hep Türkiye ile ilgili şeyler çizilmiş.


bu da balonlu hali, mööögaz. alışveriş merkezinin en geniş tavanlı yerinde.


balonlunun yandna görünüşü, üzerindeki illüstrasyonlar çok eğlenceli ve güzel. sanırım resimlerin üzerine tıklarsanız koccaman görebilirsiniz.

26 Eylül 2007 Çarşamba

Aşıksan vur saza, şöförsen bas gaza.

Geçen sene kış başı bir ay sonu, yağmurlu isli puslu bir sabah. Her zamanki gibi yarı uykulu, evimin karşısındaki duraktan beni Kadıköy’e götürecek minibüse bindim. Her zamanki gibi şöförün arkasındaki pencere kenarı koltuğa oturdum, ilk durakta binmenin böyle bir ayrıcalığı vardır. Böylece arkadan para uzatanlarla muhatap olmanız gerekmez. Başınızı camdan yana çevirir, tıngırdaya hoplaya giderken yolculuğun tadını çıkarabilirsiniz. Bozuk para cüzdanımdan çıkarıp şöföre paramı uzattım ve sonra yolculuğun keyfini çıkardım. Kadıköy’de indim, araçlara kırmızı yanmasını bekledim uslu uslu, karşıya geçip Karaköy motoruna bindim, hatta her zamankinden erken bindiğim için keyiflenip üst kata çıkıp dilediğim yere oturdum, havayı içime çekip etrafa gülümseyerek bakmaya başladım. Derken motor kalkmadan bir sigara yakayım dedim, öyle ya, kalkınca rüzgar müzgar çıkacak, şimdiden hazır olsun zehirimiz. Çantamı açtım, sigaramı alırken bir farkettim ki cüzdanım yok! Allah allah dedim kendi kendime, bak gördün mü Gülçin ayakkabı dolabının üstünde bıraktın cüzdanı gene, neyse işyerine gidecek kadar param var bozuk para cüzdanımda, oraya varayım da. Yaktım sigaramı, bacak bacak üstüne attım, Kadıköy sabah kıpır kıpır, martılar ile motor yolcuları da sökün etmeye başladılar. Aaaa, birden bir flashback oluverdi kafamın içinde, sabahleyin minibüste paramı öderken cüzdanımı görmüştüm çantanın içinde (her durumdan itinayla kafiye çıkarılır) !! millet motora binmeye çalışırken ben telaşla inmeye çalıştım, biraz itiş kakış sonrası motordan inip; minibüslerin ilk durağına doğru koştum. Durakta 3 minibüs bekliyor, ilkin son sıradakine baktım, boş. Ortadakinde oturmuş sohbet eden şöförler var. İlkinde ise az sonra kalkmak üzere olduğundan yolcular filan. Yani benimki üçü de değil. Tabii beni oralarda başı koparılmış tavuk telaşıyla koşuştururken görünce orta minibüste oturan şöförler ve durak görevlisi kahya derhal yanıma gelip “apla hayırdır” dediler. Bir solukta az önce minibüsten indiğimi, cüzdanımı düşürdüğümü sandığımı anlattım. Onlar da haklı olarak bana arabanın önce plakasını (bilmem), rengini (ne bileyim ya), modelini (hahaha) sordular, bu sorulara tatmin edici bir cevap veremeyince onlar da şaşırıp kaldı; ara sokakta indiğimde minibüsün bu durağa değil de doğrudan kendi istikametine devam edeceğini söylediler başlarını sallayarak; birden öndeki torpido gözü üzerinde duran çeşitli biblolar olduğunu hatırladım, “biblolar vardı önde” dedim. Bunu duyunca içlerinden biri “ah piç yılmaz’ın arabası bu” dedi. Anında bir kaynaşma oldu şöförler arasında “hmm piç yılmaz mı? hala çalışıyor mu o?”, “yok yok kardeşi çalışıyo”, “sende onun cebi var mı?”, “yok valla piçin var”, “dur arayıp bulalım”, “yatıyodur o lan daha” derken cepten valla minibüsün şöförüne ulaştılar. Tıngır mıngır gitmekteymiş, henüz yolcu almamış, dursunmuş da baksaymış arka koltukta cüzdan var mıymış.. iki dakika sonra aradı, bulmuş, benim tombul (içindeki paradan değil, ıvır zıvırdan) cüzdan orada kıyıya vurmuş bir balina misali yatmaktaymış. Dönüp geliyormuş. Şöförlerin hepsi birden bana dönüp “hadi helal paraymış apla bak geri geliyo, bizim aramızda bişey olmaz merak etme” dediler, kahya “aman apla üşüme, gir minibüste bekle, sana bir çay kapip gelem mi” dedi, yok sağolun ben şuracıkta beklerim dedim, durakta dikildim bekliyorum içim rahatlamış bir halde. O arada işyerini arayıp arkadaşa “ben piç yılmazın minibüsünde cüzdanımı düşürdüm, şimdi duraktayım, getirecekler” dedim ama o anladı mı bilmiyorum. Sonuçta; piç yılmaz’ın minibüsünü kullanan şöför, kendi seferinin sonunda yani yaklaşık 40 dakika sonra, cüzdanımı bana dokunulmamış bir halde teslim etti, içindeki tek kağıt para olan 20 YTL’yi de kahyaya verdim. O zamandan beri minibüse binince, ayırt edici bir işaret ararım sağda solda. bir yerde biri görüp yazmış okumuştum, misal böyle bir yazı görse insan minibüste nasıl unutur ki: my there is need to you.

not: başlık için legro'ya teşekkürler.

20 Eylül 2007 Perşembe

cehennem


"Biz canlıların cehennemi gelecekte varolacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yanyana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli; sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek."
Italo Calvino'nun "Görünmez Kentler" inden
fotograf: bendeniz, cevahir alışveriş merkezi, ineğin adı: cehennem ineği
bu akşam işten eve dönerken otobüste gene kavga çıktı. benim 202 maceralarım meşhurdur. geçen yıl da üç kavgaya şahit olmuştum; kavga boyutuna varmayan, "la havle" ile sona eren çatışmaları saymıyorum. geçen yıl elimde o gün beni ziyarete gelen bir arkadaşımın getirdiği çiçekler, her zamanki durağımdan 202-taksim-üst bostancı çift katlı otobüsüne bindim. genelde alt katta otururum. gene merdivenin yan tarafındaki, nispeten geniş oturma alanı olan koltuğa geçip oturdum, bir elimde çiçek bir elimde kitabım arada camdan dışarı bakıp kitabımı okuyorum. derken köprüden önceki son durağa geldik. o dönemde belediye otobüs şöförlerinin kendi akbillerini basarak bileti ya da akbili olmayan yolculardan nakit para tahsil etmesi yasaklanmış, ama yol boyu bizim belediye otobüsü şöförü alıyor. neyse, son durakta durdu, binenler oldu, artık ayakta da epey yolcu birikmişti ki otobüsün girişinde bir vaveyla koptu. durağın kenarında oturmuş, bilet satan vatandaş bizim şöföre bangır bangır sövüyor ekmeğine mani olduğu gerekçesiyle. şöför de cevap verdi haliyle. derken bu durakta duran adam neresinden çıkardıysa bir çatapat silah, atladı otobüse, şöförün yanına. şöför ayağa kalktı "nooooooluyo lan" diye, adam ateş etti ama o sırada şöför bunun eline sarıldığı için atış yere geldi ama bütün yolcular çığlık çığlığa, orta kapının acil çıkış düğmesine basıp kapıyı açtılar, herkes çantasını, torbasını, paltosunu atmış bağırarak kaçıyor; şöförle adam ön tarafta kavga ediyor. birden o önümde birikmiş yolcular boşalınca ben bir elimde çiçek, bir elimde kitapla kalakaldım. şöför adamı yakalamış kafasını otobüsün camına vuruyor. ben de bağırdım "bırak adamı, öldüreceksin" diye; o sırada o durakta niye beklediklerini sonradan anladığım polis otosundan polisler geldi ve bunları ayırdılar. herkes tirtir sinirden, otobüsü bağlayıp bizi indirdiler. tam iş çıkış saati köprü ağzında milim ilerlemeyen trafikte kalan bir sürü insan. geçen otobüsler hep ağzına kadar dolu, kimse durmaz. polisler sonra durdurdular bir kaç otobüsü, balık istifi bindik. eve gelene kadar içim titredi, çok sinir bozucu bir deneyimdi, ah o güzelim çiçekleri de köprü durağı kenarına attım, afedersin sevinç.
bu maceradan sonra, bir süre 202'lere veda ettim, başka yollarla eve gitmeye çalıştım. fakat ne yaparsın, 202 tek vasıta benim için ve 2 ya da 3 vasıta değiştirsem de eve gidiş saatim değişmiyor maalesef. dolayısıyla başka yollar denemek emek ve zaman kaybı. gene başladım binmeye. bu sefer cep telefonu yüzünden kavga çıktı. eski iki katlı otobüslerde cep telefonu kullanımı yasak, elektronik donanımı bozuyor, bu yüzden binen kapatıyor telefonu, kimi sessize alıyor nedense, hani şu seyahat boyunca çok önemli kişileriz ya, ulaşılmamız gerek babında. genç bir adam almış eline telefonu mesaj yazıyor, biri uyardı kapatması için, bu da "mesaj çekiyorum bir şey olmaz" dedi. bunun üzerine olur muydu olmaz mıydı, biz neden kapattık deli miyiz konulu bir atışma başladı ve sesler yükseldi. adam bir de "bunlar çok hassas cihazlar olsaydı yandan geçen arabadaki telefondan da etkilenmeleri gerekirdi, ben uzak sayılırım hem mesaj atıyorum" konulu tiradına devam ediyor. sonunda onu ilk uyaran "akıl öğretme de kapat şunu" dedi, o da ters bir şey söyledi hatırlamıyorum, sonra hatırladığım uyaran uygar adam diğerine kafa attı, o yere düştü, kafa atan üstüne atladı vs. bir arbede ki gidiyor. gene aynı noktadaki aynı polisler gelip ikisini de indirdiler, biz yola devam ettik.

başka bir macera, mecidiyeköy'den iki hatun bindi, yanlarında 3-4 yaşlarında bir çocuk. şöföre "para alıyor musunuz" dediler, "alırım" dedi, iyi deyip bindiler ve ilerleyip oturdular, şöför arkalarından "hanımlar, para" dedi. bu hanımlar "ay tamam vereceğiz dur soluklanalım" dediler. biraz gittik, şöför yeniden "hanımlar, para" dedi. bunun üzerine genç olanı tam bir mahalle ağzıyla "ay tamam vereceğiz, neden söylenip duruyorsun, son durağa kadar gideceğiz, orada da verebiliriz, ne oluyor" demez mi? der. dedi de netekim. şöför de "ben sizin hizmetçiniz miyim? iyilik ettim başıma gelene bak, ne biçim konuşuyorsunuz benimle" diye bağırıp "gitmiyorum ulan" diyerek otobüsten indi mi? indi. iki katlı otobüsün içi dolu, mecidiyeköyün göbeğinde şöförsüz kaldık mı? kaldık. bir kaç kişi indi, şöförün yanına gittiler konuşuyorlar, içeridekiler de kadına söyleniyorlar. kadın hala "niye inecek mişim ben, inmem, haklıyım" diyor. dayanamadım döndüm kadına "akşam piyangosu musunuz hanfendi siz, sabahın köründen beri dışarıdayım, çalıştım canım çıktı, eve gitmek istiyorum ben" dedim. kadınlardan yaşlı olanı "evet haklılar" dedi. o sırada şöför razı edilmiş ve sakinleşmiş olarak geri geldi oturdu yerine. yaşlı kadın gidip paralarını verdi, biz de yolumuza devam ettik. genç olanın bir daha sesi çıkmadı ama çocuk yolun yarısında "bisküviiiiiiiiiiiitttttt" diye tutturdu kalan yol boyu.
annem sesin yükseltilmesine bile dayanamaz, bir taşıtta yanında kavga olsun hemen iner. ben inmiyorum işte, dayanıyorum ama artık sinirlerim kaldırmıyor. bu akşam da terbiyesiz bir muavine denk geldik, 20 yaşlarında gıcık bir şey. gençliğine veremedik valla, asık bir suratla önce ayaktakileri haşladı sığışmıyorlar diye, sonra merdivenlere oturanlara kızdı. derken bir durakta inen hatunu görmeyen şöför hareket edince yolcular bir ağızdan bağırdılar, kadın düştü yazık. "hayvan değil insan taşıyorsun aynaya baksana "diyenlere şöför "ama gelin bakın buradan ayna görünmüyor" dedi. "o zaman bu kadar yolcu almayacaksın, taşıdığın insan senin" dediler. muavin gene söylendi, bir kaç yolcu "düzgün konuş" dedi, o "konuşmazsam ne olur ha ne olur" dedi, bunun üzerine bak ne olur diyerek bir kaç erkek yolcu o tarafa yürümeye çalıştı, gözlüklü bir genç adam gözlüğünü çıkarıp bana uzattı hatta tutayım diye, şöför "çocukla çocuk oluyorsunuz" diye onlara bağırdı, o sırada önlerden bir kadın "ezan okunuyor lütfen susun" dedi, sustular.
alın size işte yaşadığımız cehennemden parçalar. hem de sadece işten eve geri dönüş yolunda, bir saatlik zaman diliminde yaşananlar. yer: istanbul, türkiye. aşağıdaki dörtlük de hayyam'dan:
Dünya dediğin bir bakışımızdır bizim;
Ceyhun nehri kanlı göz yaşımızdır bizim;
Cehennem, boşuna dert çektiğimiz günler,
Cennetse gün ettiğimiz günlerdir bizim.