.

.
cowparade etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cowparade etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Eylül 2007 Perşembe

sıradan bir günüm



herşey sabah başladı. üç hafta kadar önce cevahir alışveriş merkezi'ne gittiğimde kendime mor bir gömlek aramaya başladım. nereye baktıysam yok. bende de bir takıntı var, birşeyi arar da bulamazsam iyice takıyorum. bu karışık duygular içinde debenhams'a girdim. debenhams, ingiltere'nin orta sınıf bir mağazası, marks&spencer gibi, ama Türkiye'de üst sınıfa hitap eder gibi bir durumda. neyse, o günlerde hep rastlandığı gibi, yaz sonu ucuzluğu ve yeni sezon giysileri bir arada. mor gömlek orada da yok. ama orada başka bir bluz gördüm, lacivert-beyaz desenli bir tunik, şifon gibi, içinde de beyaz atleti var. hoşuma gitti, fiyatı da yarıya inmiş, onu almaya karar verdim (beyler, hanımların alışveriş kararlığı başka bişey, görüyorsunuz :)) kasaya gittim ödemeye. kasadaki kız bendne önceki müşteriyle ilgileniyorsu, onun işi bitti sıra bana geldi ki o hanım geri döndü ve kasadaki kıza "mağazanızın kepenkleri kaçta kapanıyor?" dedi. kız şaşaladı, "ona çeyrek kala filan" gibi bir cevap verdi, hanım teşekkür edip gitti, biz kasadaki kızla birbirimize bakıp güldük, omuz silktik karşılıklı. sonra kız benim işlemimi yaparken "çok güzel bir bluz bu" dedi, ben de oraya aslında mor bir gömlek aramaya girdiğimi söyledim, gülüştük. ödedim ve çıktım sonra, eve gelince de özenle astım askıya. ama bluz biraz ince olduğundan ve İstanbul'da havalar aniden bozduğundan giyemedim. bu sabah kalktım ki hava güzel, hadi onu giymeye niyetlendim. bluzu giyeceğim ama bir gariplik var, sağına soluna bakıyorum uyku sersemi anlayamıyorum. derken bir baktım ki güvenlik zımbırtısı üstünde kalmış atletin, yani altta olduğundan gözükmüyor. hani şu bir tarafı çivili, bir tarafı da uzun kalın plastik olup da, ancak kasada özel aletiyle çıkarılanlardan. çaresiz küfredip (hem çaresiz hem küfrederek) başka bir şey giyip çıktım. aklım takılı kaldı bluzda. şimdi onu başka bir mağazaya götürüp güvenliğini çıkarttırmak istesem, bana hırsız muamelesi yaparlar. aynı dükkana götürsem, hani fişi derler ki bu sene fiş toplamayacağız diye yıl başından beri aldığım fişlere gayet ilgisiz bir tavır sergilemekte, çoğunu atmaktayım, kimbilir nerededir. işyerinden bir arkadaşım işyeri yakınındaki bir dükkana götürelim orada bizi tanıyorlar dedi, bir başkası kredi kartı ekstremle o dükkana gitmemi söyledi, bir başkası "hmm bakalım, kırarız" dedi. yarın anlaşılan başka maceralarım var bu bluzla ilgili. kırma dışındaki ihtimalleri deneyeceğim.



sonra akşam erken çıktım işten, evdeki telsiz telefonum tahminimce pili ömrünü tamamladığından dolayı ölü halde olduğundan karaköy'den pil alacağım diye, dün akşam gittiğimde ramazan dolayısıyla depoların ve komşu bütün dükkanların erkenden kapattıklarını ve kendilerinin de 18.25 vapuruna yetişeceklerini, yarın daha erken gelirsem ancak halledebileceklerini söyleyen amcaya gittim. neyse hazırlamıştı amca pilimi, bana iyi iftarlar diledi amca, aldım çıktım. kadıköy'e motorla geçtim ve yukarıdaki manzarayı çektim. istanbul bugün çok güzel bir bahar yaşadı arkadaşlar. ramazan dolayısıyla havayı bir içeceğe benzetemeyeceğim, ama hafif, tatlı ve neşeliydi diyeceğim.


kadıköy'den nautilus'a gittim, acıbadem'deki alışveriş merkezi. orada gezinip birşeyler yedim, yerleştirilmiş üç ineği gördüm, ikisinin resmini çektim (biri dalgıç-nautilus simgesine uygun- biri tepesinde balon taşıyor, balonda mööögaz reklamı var) , hayatımda hiç bu kadar boş görmediğim carrefour'da alışveriş yaptım (iftar sonrası saatler-herkese tavsiye edilir-bilimkurgu filmi gibiydi orayı böyle görmek). dönüşte eve az bir yol kala, bindiğim arabanın arka lastiği patladı. ben o sırada eylül dolunayına bakmaktaydım. bugün ekmekçikız yazmış, eylül dolunayı yılın en parlak dolunayı imiş. tam ona hak veriyordum ki lastik indi yerlere. jant üzerinde eve geldim. oysa size hakem hikayemi yazacaktım, bunlar oldu.



bu arada maliye vergi gelirlerindeki ani düşüşten sonra, 2008'de fiş toplama yükümlülüğünü yeniden getirmeyi düşünüyormuş. buna gülünür işte.





işte bu dalgıç inek. denizaltı dekoru nasıl ama :))




bu işte balonlu ineğin önden görünüşü, üzerine hep Türkiye ile ilgili şeyler çizilmiş.


bu da balonlu hali, mööögaz. alışveriş merkezinin en geniş tavanlı yerinde.


balonlunun yandna görünüşü, üzerindeki illüstrasyonlar çok eğlenceli ve güzel. sanırım resimlerin üzerine tıklarsanız koccaman görebilirsiniz.

24 Eylül 2007 Pazartesi

ineğin inek öğrenci olanı


biliyorsunuz cowparade istanbul sokaklarında devam ediyor. zarar gören inekler kaldırılıyor, onarılıyor, yeri değişiyor filan; epey bir inek trafiği var. bu yukarıda gördüğünüz "inek inek" yoktu daha önce, tam abdi ipekçi'nin köşesine yerleştirmişler. görünce güldüm valla. önündeki kitabı meraklı vatandaşlar paramparça etmişler ama neyse kafasındaki formüller sağlam kalmış :) okulların açıldığı hafta bu ineği gözönüne koymak da nesi ?? ben üstüme alınmadım doğrusu, çünkü hep ara sıra pırıltılar gösteren ortalama bir öğrenciydim. pırıltılarım da edebiyat ve ingilizce derslerine mahsustu. buna rağmen hiç kopya çekmedim. lise sonda benim elime üzerinde aspirinin formülü (hala hatırlarım asetil salisik asit. ne işime yarayacaksa. sanki evde yapacağız.) olan bir kağıdı tutuşturmuştu da sıra arkadaşım, ne yapacağımı şaşırmış, nedense kağıdı ağzıma atıp yemiştim kimya hocamızın korkusundan. ne kopya yöntemleri vardı ama, bacağına yazan kızlar, kurşun kalem üzerine iğneyle oya gibi formül döşeyenler, kalemtraşın altına kağıt sokuşturanlar (bense kalemtraşın üstüne ismimi yazmıştım, hep alır geri vermezlerdi, yıllığa da yazdılar, kalemtraş üstüne ismini yazan ilk türk diye), sıraya yazanlar-silip başka şey yazanlar, sınav kağıdı değiştirenler.. sınıfın iyileriyle haytalarının ayrıldığı sınırda oturuyordum lise son sınıflarda. arkamda hep hareketler, fısıldaşmalar olurdu, onlara en büyük yardımım sırada kıpırdanıp onların hareketlerini mümkün olduğunca sezilmez hale getirmekti. ya da biz öyle zannederdik. görülmez mi hiç kıpır kıpır fısır fısır? öğrenci aklı işte.. gençliğine ver :)

bu haftasonu da çabucak geçiverdi. binbir hevesle ısmarlayıp haftasonu teslim aldığım sakın kımıldama filmim bozuk çıktı. işin tuhafı yarıya kadar normal gidip görüntünün birden donmasıydı, keyfim kaçtı, gidip değiştireceğim şimdi. cumartesi akşamı sevgili arkadaşım N.ın doğumgünüydü. evimde ağırladım onları, pasta almak yerine sakızlı güllaç yaptım ramazan şerefine. üzerine mumlar, maytaplar koydum. çok güzel oldu.

radikal gazetesi cumartesi ekinde aydan çelik trafik üzerine bir yazı yazmış, bana legro söyledi, ben de rastlamayanlar varsa, trafiğin tam arapsaçı olduğu bugünlere denk geldi madem, yazayım dedim. yazının başında da aziz nesin'in bir anısı var: şöyle ki: Rivayet odur ki, üstat bir gün taksiye biner. Ama o kadar korkunç bir trafik vardır ki, araçlar milim milim ilerlemektedir. Aziz Nesin dayanamayıp "Şoför kardeşim, acaba biraz daha hızlı gitme imkânımız var mı?" diye sorar. "Var abi" der taksi şoförü, "Ama arabayı nereye bırakacağız?.."

20 Eylül 2007 Perşembe

cehennem


"Biz canlıların cehennemi gelecekte varolacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yanyana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli; sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek."
Italo Calvino'nun "Görünmez Kentler" inden
fotograf: bendeniz, cevahir alışveriş merkezi, ineğin adı: cehennem ineği
bu akşam işten eve dönerken otobüste gene kavga çıktı. benim 202 maceralarım meşhurdur. geçen yıl da üç kavgaya şahit olmuştum; kavga boyutuna varmayan, "la havle" ile sona eren çatışmaları saymıyorum. geçen yıl elimde o gün beni ziyarete gelen bir arkadaşımın getirdiği çiçekler, her zamanki durağımdan 202-taksim-üst bostancı çift katlı otobüsüne bindim. genelde alt katta otururum. gene merdivenin yan tarafındaki, nispeten geniş oturma alanı olan koltuğa geçip oturdum, bir elimde çiçek bir elimde kitabım arada camdan dışarı bakıp kitabımı okuyorum. derken köprüden önceki son durağa geldik. o dönemde belediye otobüs şöförlerinin kendi akbillerini basarak bileti ya da akbili olmayan yolculardan nakit para tahsil etmesi yasaklanmış, ama yol boyu bizim belediye otobüsü şöförü alıyor. neyse, son durakta durdu, binenler oldu, artık ayakta da epey yolcu birikmişti ki otobüsün girişinde bir vaveyla koptu. durağın kenarında oturmuş, bilet satan vatandaş bizim şöföre bangır bangır sövüyor ekmeğine mani olduğu gerekçesiyle. şöför de cevap verdi haliyle. derken bu durakta duran adam neresinden çıkardıysa bir çatapat silah, atladı otobüse, şöförün yanına. şöför ayağa kalktı "nooooooluyo lan" diye, adam ateş etti ama o sırada şöför bunun eline sarıldığı için atış yere geldi ama bütün yolcular çığlık çığlığa, orta kapının acil çıkış düğmesine basıp kapıyı açtılar, herkes çantasını, torbasını, paltosunu atmış bağırarak kaçıyor; şöförle adam ön tarafta kavga ediyor. birden o önümde birikmiş yolcular boşalınca ben bir elimde çiçek, bir elimde kitapla kalakaldım. şöför adamı yakalamış kafasını otobüsün camına vuruyor. ben de bağırdım "bırak adamı, öldüreceksin" diye; o sırada o durakta niye beklediklerini sonradan anladığım polis otosundan polisler geldi ve bunları ayırdılar. herkes tirtir sinirden, otobüsü bağlayıp bizi indirdiler. tam iş çıkış saati köprü ağzında milim ilerlemeyen trafikte kalan bir sürü insan. geçen otobüsler hep ağzına kadar dolu, kimse durmaz. polisler sonra durdurdular bir kaç otobüsü, balık istifi bindik. eve gelene kadar içim titredi, çok sinir bozucu bir deneyimdi, ah o güzelim çiçekleri de köprü durağı kenarına attım, afedersin sevinç.
bu maceradan sonra, bir süre 202'lere veda ettim, başka yollarla eve gitmeye çalıştım. fakat ne yaparsın, 202 tek vasıta benim için ve 2 ya da 3 vasıta değiştirsem de eve gidiş saatim değişmiyor maalesef. dolayısıyla başka yollar denemek emek ve zaman kaybı. gene başladım binmeye. bu sefer cep telefonu yüzünden kavga çıktı. eski iki katlı otobüslerde cep telefonu kullanımı yasak, elektronik donanımı bozuyor, bu yüzden binen kapatıyor telefonu, kimi sessize alıyor nedense, hani şu seyahat boyunca çok önemli kişileriz ya, ulaşılmamız gerek babında. genç bir adam almış eline telefonu mesaj yazıyor, biri uyardı kapatması için, bu da "mesaj çekiyorum bir şey olmaz" dedi. bunun üzerine olur muydu olmaz mıydı, biz neden kapattık deli miyiz konulu bir atışma başladı ve sesler yükseldi. adam bir de "bunlar çok hassas cihazlar olsaydı yandan geçen arabadaki telefondan da etkilenmeleri gerekirdi, ben uzak sayılırım hem mesaj atıyorum" konulu tiradına devam ediyor. sonunda onu ilk uyaran "akıl öğretme de kapat şunu" dedi, o da ters bir şey söyledi hatırlamıyorum, sonra hatırladığım uyaran uygar adam diğerine kafa attı, o yere düştü, kafa atan üstüne atladı vs. bir arbede ki gidiyor. gene aynı noktadaki aynı polisler gelip ikisini de indirdiler, biz yola devam ettik.

başka bir macera, mecidiyeköy'den iki hatun bindi, yanlarında 3-4 yaşlarında bir çocuk. şöföre "para alıyor musunuz" dediler, "alırım" dedi, iyi deyip bindiler ve ilerleyip oturdular, şöför arkalarından "hanımlar, para" dedi. bu hanımlar "ay tamam vereceğiz dur soluklanalım" dediler. biraz gittik, şöför yeniden "hanımlar, para" dedi. bunun üzerine genç olanı tam bir mahalle ağzıyla "ay tamam vereceğiz, neden söylenip duruyorsun, son durağa kadar gideceğiz, orada da verebiliriz, ne oluyor" demez mi? der. dedi de netekim. şöför de "ben sizin hizmetçiniz miyim? iyilik ettim başıma gelene bak, ne biçim konuşuyorsunuz benimle" diye bağırıp "gitmiyorum ulan" diyerek otobüsten indi mi? indi. iki katlı otobüsün içi dolu, mecidiyeköyün göbeğinde şöförsüz kaldık mı? kaldık. bir kaç kişi indi, şöförün yanına gittiler konuşuyorlar, içeridekiler de kadına söyleniyorlar. kadın hala "niye inecek mişim ben, inmem, haklıyım" diyor. dayanamadım döndüm kadına "akşam piyangosu musunuz hanfendi siz, sabahın köründen beri dışarıdayım, çalıştım canım çıktı, eve gitmek istiyorum ben" dedim. kadınlardan yaşlı olanı "evet haklılar" dedi. o sırada şöför razı edilmiş ve sakinleşmiş olarak geri geldi oturdu yerine. yaşlı kadın gidip paralarını verdi, biz de yolumuza devam ettik. genç olanın bir daha sesi çıkmadı ama çocuk yolun yarısında "bisküviiiiiiiiiiiitttttt" diye tutturdu kalan yol boyu.
annem sesin yükseltilmesine bile dayanamaz, bir taşıtta yanında kavga olsun hemen iner. ben inmiyorum işte, dayanıyorum ama artık sinirlerim kaldırmıyor. bu akşam da terbiyesiz bir muavine denk geldik, 20 yaşlarında gıcık bir şey. gençliğine veremedik valla, asık bir suratla önce ayaktakileri haşladı sığışmıyorlar diye, sonra merdivenlere oturanlara kızdı. derken bir durakta inen hatunu görmeyen şöför hareket edince yolcular bir ağızdan bağırdılar, kadın düştü yazık. "hayvan değil insan taşıyorsun aynaya baksana "diyenlere şöför "ama gelin bakın buradan ayna görünmüyor" dedi. "o zaman bu kadar yolcu almayacaksın, taşıdığın insan senin" dediler. muavin gene söylendi, bir kaç yolcu "düzgün konuş" dedi, o "konuşmazsam ne olur ha ne olur" dedi, bunun üzerine bak ne olur diyerek bir kaç erkek yolcu o tarafa yürümeye çalıştı, gözlüklü bir genç adam gözlüğünü çıkarıp bana uzattı hatta tutayım diye, şöför "çocukla çocuk oluyorsunuz" diye onlara bağırdı, o sırada önlerden bir kadın "ezan okunuyor lütfen susun" dedi, sustular.
alın size işte yaşadığımız cehennemden parçalar. hem de sadece işten eve geri dönüş yolunda, bir saatlik zaman diliminde yaşananlar. yer: istanbul, türkiye. aşağıdaki dörtlük de hayyam'dan:
Dünya dediğin bir bakışımızdır bizim;
Ceyhun nehri kanlı göz yaşımızdır bizim;
Cehennem, boşuna dert çektiğimiz günler,
Cennetse gün ettiğimiz günlerdir bizim.

22 Ağustos 2007 Çarşamba

sonunda.. ineklerim..1

sokakta bir inek.

cemil ipekçi'nin ineği.


bu da önden görünüşü.

günseli kato.


louis vuitton ineği :))

bu resimde sağda görünen ineğin iki haftadır kanatları yok. koparmışlar. ne zevk. ne yaptılar o altın renkli kanatları acaba?


halime :)

işten erken döndüm. nedense 2-3 gündür köprü pek rahat. bu haftaya kadar trafikte benim kullandığım yönde bir rahatlama olmamıştı, ne yaz, ne okulların kapanması, ne seçimler geldi geçti bana mısın demedi. neyse, bu rahatlık da fazla sürmez biliyorum, murphy ne demiş: kendimi iyi hissediyorum, hmm merak etme yakında geçer :))

elime günlerdir bekleyen cd mi aldım ve sonunda ineklerimi yüklüyorum. umarım sizleri de biraz olsun neşelendirebilirler. hadi bakalım, buyrun nişantaşı sokaklarına. avrupaaa yakası.. (devamı sonraki postta, lütfen aşağıya doğru ilerlemeyi unutmayınız) bakalım sizin favoriniz hangisi???
kapalı mekanlar cevahir alışveriş merkezidir.

sonunda.. ineklerim..2

buradan seçilemiyor galiba, ama ortasında istanbul silueti var.

sağlıklı yaşam için, soda için :)


tam abdi ipekçi dönüşü.

bu benim favorim. halimize uygun :)

bu da uzanmış yatıvermiş sereserpe ineğinin arkadan görünüşü. çekmesem olmazdı :))

17 Ağustos 2007 Cuma

stephen king, folklorama-folklorika, inekler




bugün kesin birşeyler yazmaya niyetliydim. aslında dün gece eve 1'de dönmeme rağmen, o saatte yazacak kadar da coşkuluydum. ama bilgisayaraımın azizliğine uğradım. açar açmaz check disk/scaaning disk filan diye bir şeyler gösterip kilitlendi. bekledim ben de, inat değil mi? ama baktım olacak gibi değil, bu debelenmesi bitince gidip yattım. dolayısıyla içinde yukarıdaki iki taneye benzer başka inek resimleri olan cd den sizin için seçtiklerimi bugün sergileyemiyorum. ancak bu iki tanesi işyerindeki makinamda kayıtlı, onları ekliyorum. bunlardan aşağıdaki nişantaşı'ndaydı, mavi boncuklu, ama bir süre sonra boncuklarının hepsi yolunduğu için inek hastanesine (valla adı böyle, sergi ineklerine ilkyardım yaptıkları yer) gidip oradan etrafı kara bantlarla çevrili ve korunaklı cevahir alışveriş merkezi'ne taşındı. en üsttekigelin ise cevahir'de. alnında beşibiryerdesi, kırmızı dudakları ve ayağına dikkat.
konuyu dağıttım gene, asıl dün gece ben folklorika'ya gittim açıkhava'da, bunu anlatacaktım size. istanbul devlet opera ve balesi "folklorama" isimli bir gösteriyi yaklaşık 4 yıldır oynamakta. bu gösteri ayda ya da iki ayda bir-iki kez sergileniyor ve biletler tam bir ay öncesinde çıktığı gün tükeniyor. ben bu gösteriye gitmeyi nihayet nisan ayında başarmış ve neden böyle uzun süredir ilgi çektiğini çok iyi anlamıştım. çünkü 3 kadın-3 erkek opera sanatçısı, arkalarında 6 kişilik bir dans ekibiyle türkülerimizi batı müziği çalgılarıyla yapılan yeni düzenlemelerle söylüyorlardı ve türkülerimizin nasıl ince, nasıl insanın içine dokunan ve nasıl zamana meydan okuyan bir güzellikleri olduğunu yeniden hatırlatıyorlardı. salondaki herkesin mutlaka bir türkünün bir yerinde gözleri doluyordu, mutlaka en az bir yerinde kalkıp oynamak istiyordunuz, en azından omuzlarınızı oynatmak :) gösteri bitiminde salondan çıkan herkesin gözleri parlıyordu, yüzlerinde bir gülümseme. ve ben çıkarken, tekrar görmeliyim bunu dedim ama sezon sonuna kadar bir gösteri daha olmadı. şimdi ekim'de açacakları 2007-2008 repeertuarında var mı, ondan da emin değilim. işte bu yüzden, avea'nın açıkhava'daki konser programına bakarken "folklorika" ismini görünce heyecanlandım. folklorama'ya da hayat veren ekip, haldun dormen ve ruhsar öcal bu sefer açıkhava'da halk müziğinin genç sesleri kubat ve gülay'ı da aralarına katarak, folklorama benzeri bir gösteri hazırlamışlar. benim de bu yılın açıkhava etkinliği olarak seçtiğim bu konser dün gece gerçekleşti. folklorama ekibinden ruhsar öcal (yarabbim ne haşmetli duruşu olan bir kadındır o) ve zafer erdaş (onu ayrı bir post yapacağım), iki yeni opera sanatçısı ( şöhret inanç ve güvenç dağüstün) ile kubat ve gülay(ikisinin de çok içe işleyen bir söyleme tarzları var) , 4 erkek ve 8 kadından oluşan bir dans grubuyla (harika bir kareografi vardı, iki genç kadın hazırlamışlar ve öyle güzel olmuş ki, bazen türküleri bırakıp onlara daldım) cihan tezer'in düzenlemesiyle hazırlanmış türküleri seslendirdiler. bazen solo, bazen düet, bazen de hepsi bir arada seslendirdikleri türkülere, hem halk müziği sazlarıyla (bağlama ve davul) hem de batı müziği sazlarıyla (keman, bateri, viyolonsel gibi) can verildi. solo ve düet performanslar genelde sorunsuzdu ama hepsinin bir arada seslendirdikleri türkülerde, hepsinin tek tek çok güçlü ve güzel sesleri olmasına karşın, benim çoğu zaman kulağımı tırmalandı. belki ses düzeninden, belki de oturduğum yerden öyle algılamış olabilirim, sonuçta ben müzik adamı değilim. ama bir gariplik sezdim, aklıma pazartesi gecesi yapılan rock müzikalleri gösterisi için yapılan yorumlar geldi, o gösteride de ses düzeni felaketmiş. belki gene öyleydi. neyse, sonuçta tüm sanatçıların dans ederek söylediği salsa ritmli bir "erkilet güzeli bağlar bozuyor (tek tek basaraktan)" ve gülay'ın caz kıvamında okuduğu-serkan çağrı'nın klarnetiyle eşlik ettiği (bu çocuk hüsnü kadar iyi, aklınızda olsun) azeri türkü "sen gelmez oldun" bana göre en özgün denemelerdi ve çok keyifliydi. türkü geçişlerinde sanatçıların yaptığı teatral sahne terkedişleri de çok eğlenceliydi. maalesef fotograf çekemedim, cep telefonumla aldığım resimler yoğun ışık nedeniyle sahnedekileri ancak beyaz ruhlarmış gibi gösterdi, korktum sildim. evet arkadaşlar, bence yakalarsanız bir folklorama ya da folklorika, lütfen kayıtsız kalmayınız, gidiniz dinleyiniz dinlettiriniz.
Bu sabah işe gelirken aklımdan işte bunlar geçiyordu, tüh inekleri koyamadım, hay allah folklorika'yı yazamadım filan, gazetede aşağıdaki haberi gördüm ve bunu da sizinle paylaşmak istedim. bakınız: stephen king'in son icraatı.

"Avustralya'da bir kitapçı dükkânının çalışanları, yaşlı bir adamın raftaki kitapları açıp içine bir şeyler yazdığını fark ettiklerinde adam çoktan işini bitirmiş dükkândan çıkıyordu. Görevliler hemen kitapların başına koşup zararı tespit etmek için kapağını açtıklarında raftaki altı Stephen King kitabının yazarı taarfından imzalandığını anladılar. Hemen sokağa fırlayan dükkânın yöneticisi Stephen King'i bir kafede yakaladı ve önce özür dileyip sonra bol bol teşekkür etti. Zaman zaman Avustralyalı yazarların uğrayıp raftaki kitaplarını imzaladıkları Alice Springs adlı kitapçı dükkanı, beş adet imzalı Stephen King kitabını bir yardım kuruluşu yararına satacak. Altıncısı ise, olayı fark eden bir müşteri tarafından hemen o an satın alındığı için yapacak bir şey yok. Stephen King'in ajansı, ünlü yazarın Avustralya'da olduğundan kimsenin haberi olmadığını açıkladı."




14 Ağustos 2007 Salı

yurdum insanı ve karpuz


merhaba, dün akşam istiklal caddesi'ndeki robinson crusoe kitabevine gittim iş çıkışı. giderken tramvaya bindim de dönerken yürüdüm. dönüşte yürürken önce bir baktım saint antonie kilisesi açık, içeriye girip bir mum yaktım dua ettim çıktım (bu arada tam girişe papa 2. jean paul'un gerçek boyutlarında havaya kalkmış sağ elinde duran bir kuş ile heykelini dikmişler. görmemiştim daha önce). sonra her zamanki gibi beyoğlu'nda yürürken, o kalabalıktan o rengarenk çeşit çeşit insan selinden hem içimin derinliklerinde korktuğumu hem de gene de aralarında olmak istediğimi düşüne düşüne giderken, birden tam galatasaray meydanına gelmek üzereyken, yanımdan kafasında ince uzun bir karpuzla geçen bir adam gördüm. etraftaki gençler gülüşüyorlar, laf atıyorlar, adam hiç istifini bozmuyor, "hadi çekin çekin ama güzel çekin" diyor. tam meydandaki 4 ineğin etrafında dolaşıyor bir yandan. yanımda makinam yoktu ama cep telefonum sağolsun, acil şipşak bir fotosunu çekmeyi başardım. böylece sayfama koymayı planladığım festival ineklerinden ilkini kafasında karpuz taşıyan vatandaşımızla birlikte görebiliyorsunuz. ayrıca ineğin karnında dünya var. kimin tasarımı okuyamadım, ama o noktaya bir daha gidip latif demirci'nin üstü karikatürlerle kaplı festival ineğine yakından bakacağım.


7 Ağustos 2007 Salı

heyecan

valla. 5 gün olmuş buraya merhaba diyeli. sonra gelmemişim. ayıp olmuş. ne yazacağımı düşündüm taşındım, artık daha akıllı uslu şeyler yazmak istiyor bir yanım (çünkü her Türk gibi ben de içimde bir yazar var sanıyorum) bir yanımsa kasma diyor, let it be diyor.belki bu sefer olmaz ama bir sonrakine :))

bu beş günde ne yaptım? öncelikle kara kule yedilemesini bitirdim. ben çok şanslı bir okurum. çünkü üstad stephen king bu yedilemeyi yaklaşık 20 yılda yazmış. kitaplar arasında okuyucular yıllarca beklemek zorunda kalmışlar. bu arada stephen king ciddi bir trafik kazası geçirmiş, neyse ki iyileşmiş, ama bu süre zarfında yüzlerce mektup almış, çok yaşlı olduğunu ve kara kule'nin sonunu göremeyeceğini-ona sonunu açıklamasını ve bu sırrı mezara götüreceğinin sözünü veren mektuplar.. sonra işte tamamlanmış, ben de açıkgözlük yapıp hepsini birden alıp gözümün önüne koydum, okuduğum en güzel seri idi. toplam üçbinkusur sayfa olan bu deneyimi kaçırmadığım için çok mutluyum. bitirdiğimden beri aklımın bir köşesi onlarla kaldı. sonradan okuduğum yorumlarda, bütün okurlarda aynı etkiyi bırakmış olması üstad king'in başarısını özetliyor. her okuyan bir daha okuyacağını ya da birden fazla sefer okuduğunu söylüyor. sanırım ben de tekrar okuyacağım. çünkü ka bir tekerlektir ve kendine döner.

sonra, izini sürdüğüm istanbul cowparade'in bana göre en ilginç parçası olan cemil ipekçi'nin pala bıyıklı ineğini sevgili sem'in tiyosu ile cevahir alışveriş merkezi'nin girişinde buldum. allı güllü yemeniden şalvarıyla, kadife bir mindere uzanmıştı haspa. resmini çektim, ama alışverriş merkezindeki tüm ineklerin etrafında siyah bantlar vardı, bu da görüntü almayı çok zorlaştırıyordu, gene de çektim. bakalım nasıl çıkacak? cevahir'deki üstünde gelin olan inek ve yüzü duvakla kaplı alnında beşibiryerde olan kırmızı dudaklı inek dahil bir sürü inek fotografım var makinamda. bebek parkına koyulanları halkımız tırtıklamaya başlamış bile. nişantaşı'ndakiler hala sağlam görünüyorlar.

pazar gecesi sonunda babil'i seyrettim. kültürler arası iletişimsizlik kadar, insanların kendi arasındaki iletişim kazaları da vurgulanıyordu. dünyanın üç ayrı yerinde birbirinden habersiz hayatlar süren insanların, birdenbire birbirlerinin hayatını değiştirebilmesi ilginçti.

pazar akşamı anahtarı kapının üzerinde unutmuşum meğerese. pazartesi sabahı işe gitmek üzereyken anahtarlarımı her zamanki yerinde bulamayınca telaşlandım. kapıyı açtım ki, anahtar kapının üzerinde. ama üst kilitte. ben hiç üst kilitte anahtar bırakmam. önce kapıcı farkedip oraya takmıştır diye düşündüm ama o değilmiş. sonra yan komşudan şüphelendim, belki gece eve geç gelmişlerdir de zili çalamamışlardır vs. ama hayır, onlar da değilmiş. iki teorim de çürüyünce bugün kilidi değiştirdim. abi'nin senaryolarına benzedi değil mi, sizce nasıl olmuştur?

ah bir de abdülhak şinasi hisar'ın "fahim ve biz" kitabını okudum bir ara. eski duru Türkçe ile yazılmış birşeyler okumak hoşuma gitti. oradan bir parçayı sizinle de paylaşmak istiyorum:

(kahramanımız bir ölüm ilanı okur) İşte, ölünün üstüne atılan birkaç kürek toprak gibi, hatırası üzerine kapanan bir kaç satır! o ölüyü bilmeyenlerden bu yazıyı okuyanlar sanki ne duyarlar? bir talihin ademe göçmesinden onunla alakası olmayan ne anlar? bir faninin öldüğüne kimse şaşmaz ve kimse düşünmez ki o da kendisini ölümden bizim kendimizi sandığımız kadar uzak sanırdı. insanlar, birbirlerinden uzun mesafelerele ayrılmış yıldızlar gibi, kendi hususi boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı birer dünyadır.

dünyalarına dokunmama izin veren tüm blog arkadaşlarıma, buradaki varlığım için iyi dileklerini ileten sevgili sem'e, sevgili rehavet'e, sevgili talisman'a ve sevgili abi'ye çok teşekkür ederim.