.

.
kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Mart 2015 Perşembe

Kağıt Ev ve Cem Ersavcı



İsmi "Kağıt Ev" ve şöyle şahane bir kapağı olan bir kitap düşünün. Yazarı Carlos Maria Dominguez de Arjantinli bir yazar. Arka kapağında "Kitaplara, okumaya ve aşka dair bir kitap.." yazsın. Üstelik üstün körü karıştırdığınızda içinde Peter Sis'in inanılmaz çizimleri de olsun. Peki, şimdi alın elinize kahvenizi, oturup okumaya başlayın: 

"1998 ilkbaharında Bluma Lennon, Soho’daki bir kitapçıdan Emily Dickinson’ın Şiirler’inin eski bir baskısını aldı ve ilk köşe başında, tam da ikinci şiiri okumaya başladığında bir arabanın altında kaldı.
Kitaplar insanların kaderlerini değiştirir. Kimileri Malezya Kaplanı’nı okuyup uzak diyarlardaki üniversitelerde edebiyat profesörü oldu.Siddhartha binlerce gencin Hinduizm’e merak salmasını sağladı, Hemingway onları sporcu yaptı, Dumas binlerce kadının hayatını alt üst ettiyse de, yemek kitapları sayesinde intihardan kurtulanların sayısı hiç de az değildi. Ne var ki Bluma kitap kurbanlarından biri oldu.
Ama tek kurban o değildi. Antik Diller profesörü yaşlı Leonard Wood kütüphanesindeki raftan kafasına düşen beş ciltlik Britannica Ansiklopedisi ile felç oldu; arkadaşım Richard, William Faulkner’ın raftaki Abşalom, Abşalom!’una ulaşmaya çalışırken merdivenden düşüp bacağını kırdı. Buenos Aires’ten başka bir arkadaş bir halk kütüphanesinin bodrum katındaki arşivleri incelerken tüberküloza yakalandı. Öfke nöbetine tutulup Karamazov Kardeşler’in sayfalarını mideye indirdikten sonra hazımsızlıktan ölen bir Şili terrier’i de biliyorum ayrıca.
Büyükannem ne zaman yatakta kitap okuduğumu görse bana, “Bırak şunu, kitaplar tehlikedir,” derdi. Yıllarca bunu onun cehaletine verdim, ama zaman Alman büyükannemin bilgeliğini kanıtladı."
diyen bir sayfa ile başlasın. Bırakın kitap sizi alsın götürsün. Çizimler de dahil, topu topu 89 sayfa olan bu minicik kitap sizi kitapların ve kitap severlerin dünyasına götürmekle kalmayacak, aklınızda bir sürü sorunun da dolanmasına yol açacak. Ama siz zaten kitapların tehlikeli olduğunu biliyordunuz, değil mi? 

Kitabı bir oturuşta, ayraca gerek duymadan bitirdim. sonra kalkıp kendime yeniden kahve yaptım. Durup kitapları ve onlarla olan ilişkimi düşündüm, Bauer'i ve Bluma'yı. Bir lagünün kıyısında kendine kitaplarından bir ev yapan bibliyofil Bauer'i. Kısacık ama çok etkili bir hikaye. Yazar kitabını "Büyük Joseph'in anısına" diyerek hikayede de bolca adı geçen Joseph Conrad'a ithaf etmiş. Endişeli Peri, eğer bu satırları okuyorsan bana büyük Joseph'i tanıttığın için sana çok teşekkür ederim. 

Olay bununla bitmedi. Size söylemedim ama giriş sayfasında bir ithaf daha var, diyor ki: "Çevirmeni ve yayımcısı -eğer böyle bir hakları varsa-bu kitabı Cem Ersavcı'nın aziz hatırasına ithaf eder.". Kitabın başarılı çevirmeni Seda Ersavcı'nın kitabın en başındaki özgeçmişinde "1982 yılında Cem Ersavcı ile beraber doğdu." cümlesinden hareketle, genç yaşta kaybedilmiş bir ikiz kardeş olduğunu farkediyorum. Sonra da itabın ruhuna çok uyan kapak fotoğrafının Cem Ersavcı'ya ait olduğunu. Derken Cem Ersavcı'nın parlak  bir fotoğraf sanatçısı olduğunu ve Ağustos 2014 tarihinde bir motorsiklet kazasında hayatını kaybettiğini öğreniyorum. Gezi olayları sırasında aklımıza kazınan gaz maskeli semazen fotoğrafını mesela onun çektiğini, ya da 3. havalimanı inşaatı yüzünden perperişan bir hal alan Kuzey ormanlarının.  Size de tanıdık gelecek ve çok başarılı fotoğraflarını kendi sitesinden oturup izliyorum. Siz de lütfen siteye bakın, bu kitabın kapak fotoğrafının da bulunduğu Kıyı/The Edge fotoğraflarını eminim çok beğeneceksiniz. 

Kitapla ilgili eleştiri yazılarından okumak isterseniz,
-Asuman Kafaoğlu Büke'nin Radikal Kitap'ta yayınlanan "Kitap başa beladır!" yazısı için buraya
-Onur Köybaşı'nın insanokur.org sitesinde yayınlanan ve benzer hisleri paylaştığım "Kağıt Ev Hikayesi" adlı yazısı için buraya
-Cem Tunçer'in Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan "Bir gün bir kitap okudum ve.." isimli yazısı için de buraya tıklayınız. 

Yazının sonunda da yirmiden fazla dile çevrilen Kağıt ev'in çeşitli dillerdeki kitap kapakları olsun. Ama bence en güzeli bizimki. Cem Ersavcı'nın dediği gibi, "arkada çok güzel bir dünya var.", karatmayalım enseyi.











28 Şubat 2015 Cumartesi

Güzel Harabeler


Elizabeth Taylor, dün yaşasaydı 83. doğumgününü kutlayacaktı. Dolabından çıkardığı kabarık kürklerinden birini giyecek, en pırıltılı mücevherini takmak için muhtemelen bir kararsızlık yaşayacaktı. Elinde bir şampanya kadehiyle resmini çekmek isteyen gazetecilere eski parlak günlerinde olduğu gibi önce nazlanacak, sonra başını arkaya atıp gülecekti.

Elizabeth Taylor'u anımsayınca geçen yıllarda okuduğum Güzel Harabeler isimli kitabı anımsadım. Şöyle not almışım:

Güzel Harabeler tam yaz romanı. 1962 yılında İtalya’da, haritalarda bile zor bulunan bir balıkçı kasabasında başlıyor hikaye. Bu  otelin sahibi ile bu otelde kalmaya gelen Amerikalı ismi duyulmamış ama çok havalı ve ölmek üzere olan bir taze  aktris, Kleopatra filminin İtalya’daki set maceraları, filmin Amerikalı anasının gözü prodüksiyon amiri, 2. Dünya Savaşı’ndan hayatının anlamını kaybederek çıkan ve bu anlamı bir gün tamamlayacağı kitabı ile içki şişeleri arasında bulmaya çalışan bir Amerikalı, balıkçı kasabasının birbirinden antika balıkçıları, Elizabeth Taylor ve Richard Burton hakkında zaman zaman eğlenceli, romantik ve genelde dokunaklı bir hikaye. Aradan elli yıl geçtikten sonra bütün düğümler günümüzde çözülüyor. Bütün güzel hayatlar harabeye, güzel harabelere döndükten sonra. Özellikle Lydia’nın yazdığı Solist adlı oyunla ilgili bölüm, Alvis’in kitabının tamamlanabilmiş tek bölümü “Cennetin Tebessümü” ve savaş sırasında ücra bir yıkıntıda bir Alman askerin yaptığı duvar resimlerinin anlatıldığı kısımlar çok etkileyici. Birbirine ustalıkla örülmüş, çok keyifli, okuma zevki veren bambaşka hikayeler sanki.

“-Bir yazar yüceliğe ulaşmak için dört şeye ihtiyaç duyar: Arzu, hüsran ve deniz.
-Üç etti ama.
-Hüsranı iki kere sayacaksın.”



Kitabın yazarı Jess Walter, 1965 doğumlu bir Amerikalı. bu kitap altıncı kitabı. Daha önce henüz dilimize kazandırılmamış olan Citizen Vince isimli kitabı ile 2005 yılında Edgar Allan Poe ödülünü kazanmış (onu da merak etmiyor değilim hani). Yazar, kitabın fikrinin ilk olarak 1997′de İtalya’ya yaptığı gezide, kitabın kapağını da süsleyen manzaralara sahip kıyı kasabaları dolaşırken oluştuğunu anlatmış bir söyleşisinde. O dönemlerde kansere yakalanan annesi de ona hasta bir aktris yaratma konusunda fikir vermiş. Kitabı tamamlaması tam 15 yıl sürmüş. Kitabın tipik bir Hollywood komedisi olmadığını ve karakterlere sadece ayna tuttuğunu söylüyor. Yazarın daha önce Körler Ülkesi ve Sıfır  isimli kitapları Siren Yayınları tarafından yayınlanmıştı.


25 Şubat 2015 Çarşamba

Falan filan ve filankes işte..*


-Yukarıdaki görsel, 1946 yılında Türkiye'ye 1946 yılında bir belgesel çekmek için geldiğini öğrendiğimde çıldırdığım canım Robert Capa'nın. Şimdi nerelerde olduğunu bulamadığım o belgeselin yanı sıra İstanbul, Ankara ve Çanakkale'de bir seri de fotoğraf çekmiş. 2003 yılında -ben ondan habersiz ve gençken- bu fotoğraflar Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde sergilenmiş bi de. Neyse, sergi katalogunu aldım da merakımı biraz yatıştırdım. Öyle güzel fotoğrafları var ki, dün katalogu elimden bırakamadım. Arada paylaşırım burada da.

-Dün Starbucks'dan iki kocaman fincan aldım, kırmızı üstlerinde beyaz kalp var. Starbucks fincanlarının birer fetiş nesnesi olduğunu düşünüyorum. Çok güzeller. İçi kırmızı, dışı beyaz, sapları kırmızı-beyaz çizgili şahane fincanlarımın tekini temizlikçiler kırmıştı; çaktırmadım onlara ama hala üzülüyorum.

-Artık televizyonda seyredecek çok az şey bulabiliyorum. Bugün hiç bir şey yok mesela. Pazartesilerimin neşesi Ulan İstanbul bitti, ama yerine başlayan Beş Kardeş onun hiç yokluğunu hissettirmiyor. Bayıldım o diziye de! Ulan İstanbul'un artık internette 1,99 TL karşılığı yayınlanacak olan bölümlerinin ilk ikisinin sponsorluğunu alan Migros sayesinde ücretsiz izleyebildim. Bugün de dizide Carlos karakterini canlandıran dünya şirini Erkan Kolçak Köstendil'in Kadıköy Sahne'de konseri olduğuna rastladım. Kim unutabilir onların şenlikli şarkılarını? Yakında albümleri de çıkar.

-Zaten Pazartesi akşamları yaklaşık 3-4 aydır bir yaratıcı yazarlık atölyesine katılıyorum akşamları. inanılmaz eğlenceli ve zihin açıcı geçiyor oturumlar. Arada ödevlere oturup kafa patlatmak da gerekiyor. Yeni keşiflerinse bini bir para. O geceler eve dönünce internette neyin ne ve kimin nasıl olduğunu öğrenmek için vakit geçirmek gerekiyor. İnsanın zihnini ve kalbini besleyecek az şey var, bunları bulmak çok değerli.

-Yaklaşık 9 yıldır katıldığım İstanbul Oyuncak Müzesi'ndeki Yaratıcılık Atölyesi çalışmaları da devam ediyor-du, bu sene erken tatile giriyoruz. Onca zaman bir ordu iş sığdırdık, bir sürü gülüşme ve bir dolu insanla tanıştık. Bu olağanüstü dünyaya veda ediyor olmak üzücü, neyse ki Pazartesiler var.

-İstanbul Art News diye bir aylık gazete var, bir görseniz tuğla kadar. Çoğu zaman 5-6 eki ve bir dergisi var. Eklerin konusu edebiyat, piyasa, sergi, mimarlık gibi değişik yelpazelerde. Sırf edebiyat ekini okumak bir ay sürer, piyasadaki en iyi ve doyurucu edebiyat dergisi diyebilirim. Rastlarsanız mutlaka alın. İnternette sanırım şimdilik sadece pandora.com.tr satıyor.

-Geçen Cuma Yaren'i kısırlaştırma operasyonu için veteriner kliniğine götürdüm, 3 gün orada kaldı. İlk ayrıldığım gün öyle çok hissettim ki yokluğunu, evin her köşesinde ayrı ağladım, burnumu çeke çeke dolaşıp durdum. Neyse ki kolay atlattı, iki gün önce gidip aldım. Yan tarafı traşlı ve iki-üç dikişli, eskisi kadar afacan evin altını üstüne getirmeye devam ediyor, allahtan. Ben bilgisayardayken önce masanın üzerinde geziniyordu, baktı olmuyor, şimdi ortadan toz oluyor, çok sıkılırsa sessizce gelip dizlerime vuruyor.

-Artık okuduğum kitapları aylık olarak fotoğraflamaya karar verdim, böylece unutmam. Ocak ayı kitaplarımın resimleri işte.

Şubat ayı şimdilik bu kadar verimli görünmüyor, bunda Ocak ayında deli gibi soğuk olan hava muhalefetinin de etkisi var tabii. Hepsi iyiydi ama favorin derseniz, Melek Dili-Dimitre Dinev, Bakele-Sezgin Kaymaz ve Antonio Skarmeta-Gökkuşağı Günleri derim. Uçma Sanatı da İspanya İç Savaşı'ndan kesitler aktaran ve yazarın doksan küsur yaşında canına kıyan babasının gerçek anılarını anlatan etkileyici bir çizgi roman. Bakele demişken, kitaptaki Çızgı isimli öyküyü buradan okuyabilir, ilk kitabından beri hayranı olduğum Sezgin Kaymaz dünyasına giriş yapabilirsiniz. Algan Sezgintüredi ise önce şahane çevirileri ile hayatımıza giren sonra da kendi usulüncve polisiyelerini yazan bir yazar. Önceki kitapları hep Katilin.. diye isimler taşırken (Katilin Şeyi, Katilin Şahidi, Katilin  Meselesi, Katilin Uşağı), bu sene Dünya gazetesi yılın polisiye kitabı ödülünü alan son kitabı Maktulün.. diye başlıyor. Güncel ve memleketimizde geçen eğlenceli bir polisiye okumak isterseniz, kaçırmayın. Carlos Ruiz Zafon'u ise üzerinde artık "İspanya'da Don Kişot'tan sonra en çok satan ikinci kitap" sloganıyla satılan Rüzgarın Gölgesi kitabıyla tanıyoruz, Meleğin Oyunu ve Cennet Mahkumu ile bir üçleme oluşturuyorlar. Rüzgarın Gölgesi yaklaşık 6 yıl önce okuyup çok sevdiğim bir kitaptı, yazarlık atölyesinde yeniden karşıma çıktı, ben de üçlemeyi tamamladım. Rüzgarın Gölgesi kitabının çevirmenini de atölyemizde konuk ettik ve onun en az kitap kadar enteresan öyküsünü dinledik, ama bu başka bir gönderi konusu. Bosnalı yazar Predrag Madvejevic adını ise gene atölyemizde konuk ettiğimiz yazar-tarihçi Özlem Kumrular'dan duyduğumu itiraf ederim. Benim okuduğum Akdeniz Kitabı, yıllar süren bir çalışmanın ürünü. Akdeniz (veya White Sea) diyerek geçtiğimiz bu suyun etrafındaki tüm uygarlıklardan ve halklardan, isimlerden, balıklardan bile bahsediyor ve çok ilgi çekici bir kitap. Akdeniz'le ve uygarlıklarıyla ilgilenen herkesin Fernand Brudel'in Akdeniz kitabıyla birlikte mutlaka okuması gereken bir kaynak. Sokak Kedisi Bob ise gerçek ve ilham verici bir olayı anlatıyor, Londra sokaklarında kaybolmuş uyuşturucu bağımlısı bir sokak müzisyeninin hayatına girerek onu "kurtaran" acayip sevimli bir sarman kedi Bob. Burayı tıklarsanız onunla ilgili bir videoyu izleyebilirsiniz, youtube kanalında başka bir çok Bob videosu var. Burada da kısa bir belgesel tadında video var. Altay Martı'nın Öldürmenin Erkek Yüzü isimli kitabından bir öyküyü, yaratıcılık atölyesi çalışmalarımızın birinde bize hocamız Akgün Akova okudu. Öykü çok vurucu ve etkisi hala devam eden, insanı yerine çivileyen bir metindi. Diğer öyküleri de okumak için aldığım bu kitap beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı, asıl mesleği doktorluk olan Altay Martı'nın Leman dergisinde yıllar önce yayınlanan yazılarının toplamı, bir nevi demir leblebi. Ölüm-savaş-Güneydoğu konularında sıkı metinler okumak isteyenler kaçırmasınlar derim. Karamsarlığın yazarı Fernando Pessoa'nın Başıboş Bir Yolculuktan Notlar adıyla yayınlanan kitabı, daha önce yayınlanmış kitaplarından aforizmalar içeriyor. Ben pek sevmedim, ama Pessoa severler sevecektir. Stefan Zweig'in yayınlanan son yapıtı olan Satranç son derece kısa, ama kocaman bir öykü. Bir gemide seyahat eden yolcuların arasında bir satranç şampiyonu da vardır, iyi vakit geçirmek için bir grup yolcu para karşılığında onunla maç yapmak isterler, bu maç sırasında ortaya çıkan yolculardan biri satranç bilgisiyle herkesi şaşırtır ve olaylar gelişir. Gerilimi giderek yükselen, savaşı sorgulayan bir klasik. Klasik sayıldığı için kişisel sıralamama katmadım :) Gökkuşağı Günleri, Şili'de yapılan referandumun hikayesi. Belki daha önce rastlamışsınızdır, Pablo Norrain'in yönetmenliğini yaptığı "No" filmi bu romandan uyarlanmış. Kitabın yazarı Antonio Skarmeta'yı ise dev şair Neruda'nın sürgün günlerini anlattığı "Ateşli Sabır" kitabından ve "Postacı" filminden tanıyoruz. İngrid Bergman'ı Baştan Çıkarmak, Ingrid Bergman'ın 1945 yılında savaş fotoğrafçısı Robert Capa ile yaşadığı aşkı anlatan bir kitap. Benim için sıradan aşk romanlarından farkı, olayların gerçeğe dayanması, tarafların yayınlanmış biyografilerinden yararlanılmış olması ve tabii ki Capa idi. Kitabı bitirdiğimde hararetle  Ingrid'e acıyor ve Capa'ya daha hayran buldum kendimi. Karanlıkta İki Ceset , bu sene Dünya gazetesi en iyi polisiye kitap ödülünü Maktulün Şansı ile paylaşan ve İzmirli yazar Suphi varım'ın yazdığı tarihi İzmir polisiyelerinin sonuncusu. İzmir ama nasıl İzmir, 1800'lü yılların sonu-1900'lerin başındaki İzmir. O dönemi yansıtmakta son derece başarılı olan bu kitabı da polisiye severlere öneririrm. ve gelelim Melek Dili'ne. Önceki yıl kitap fuarından aldığım kitabı, bu yıl bir türlü bulamadım, nedense okumak için de çıldırdım ve yeniden aldım, iyi ki almışım. Dimitre Dinev bir Bulgar yazar ve biz komşularımızın edebiyatını o kadar az tanıyoruz ki, hayıflandım. İki ailenin yıllara yayılmış hikayesi diye beş kelimede anlatabilirim belki, ama öyle ince ince bağlanmış hikayeler ki bunlar, hayran kalmamak mümkün değil. İşte bu kitabı ısrarla mutlaka okuyun diyorum.


* başlıkta kullanılan söz kalıbı Pınar Öğünç'ün Aksi Gibi kitabından.

22 Şubat 2015 Pazar

Aksi Gibi



.... "aynı yolu günde on sekiz kez alan otobüs şöförleri gibi sıkkın ama babası ölse sahneye çıkan pavyon şarkıcıları gibi gösterilerinde eksiksizdi martılar."

Aksi Gibi-Pınar Öğünç

Kısa, vurucu öyküler; gündelik hayatımızdan fark etmeden yanıbaşından geçtiğimiz ayrıntılar, dikkatli bir göz ve kalp, özenli dil kullanımı. Aksi Gibi, bugünlerde okunabilecek bir kitap, şahane seçim.

Kitapla ilgili bir kaç yazı okumak isterseniz;
-Hikmet Hükümenoğlu'nun okuma notlarına buradan göz atabilirsiniz.
-Yazarla yapılmış bir söyleşiye buradan ulaşabilirsiniz.
-Semih Büyü'nün Egoist Okur'da yayınlanan yazısına buradan gidiniz.
-Çağlayan Çevik'in Radikal Kitap'ta yayınlanan yazısını ise buradan okuyabilirsiniz.

Foto: Turhan Şerif Ener

17 Şubat 2015 Salı

Dünya Kediler Günü


Bugün Dünya Kediler Günü'ymüş, facebookta rastladım. Böyle bir günden neden bugüne kadar haberdar olmadığıma mı şaşayım, yoksa acaba hangi başka hayvanın günü vardır merak edeyim, yoksa şu cüce Şubat ayına sıkıştırılan günlerin çokluğuna mı yanayım vallahi ortadayım. Ama madem kediler günü, koşup kütüphanemde bir bakışta gördüğüm kedili kitapları alıp geleyim. 


İşte bunlar benim kedili kitaplarım. Başka da vardır mutlaka arkalarda ama kedi misali üşendim, siz bunlara bakın.  En üstte bir kedisever olduğunu bildiğimiz ve pek sevdiğimiz Murakami beyin Kafka Sahilde'si var. Ardından yok olduğuna üzüldüğümüz Maceraperest Kitapların Lilian Jackson Braun tarafından yaratılmış kedili dedektifi Jim Quwilleran'ın maceraları. Sonra "ne kitapsız ne kedisiz" diyerek kalbimizi çalan Bilge Karasu'nun 'Göçmüş Kediler Bahçesi'. Peşinde Latin Amerika edebiyatının temel taşlarından Jorge Amado'nun resimlerle süslü masal tadındaki 'Kırlangıç ile Tekir Kedi'si. Derken gene bir kedisever, Murathan Mungan'ın 'Yabancı Hayvanlar' adlı hayvanlar üzerine yazılmış öykü derlemesi -ki içinde Hemingway, Cortazar ve Rinser'in kedilerle ilgili öyküleri var. Onun altında Yaren'i aldığımızda evde bulunsun diye aldığım bir rehber kitap: 'Kedi Sahibinin El Kitabı'.  Elbette Oya Baydar'ın 'Kedi Mektupları'nı unutmuyoruz. ve en altta da Londra'da uyuşturucu bağımlısı sokak müzisyeni gencin hayatını kurtaran sarman Bob'un gerçek hikayesinin anlatıldığı James Bowen imzalı 'Sokak Kedisi Bob' var.

Kedi severler için önemli bir gelişme: Şahane bir kedi dergisi!


Daha ikinci sayısı çıktı, geç kalmadınız. İçeriği dolu, sevimli bir dergi. Üstelik içinde bir facebook fenomeni haline dönüşen Üzüm ile Ryuk'un dedektiflik maceraları da var. Daha ne olsun!

Bir de Ece Ayhan'ı analım Bakışsız Bir Kedi Kara şiiri ile.

Bakışsız Bir Kedi Kara

Gelir bir dalgın cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lam-
bayı. Uzanır ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda
bir kör kadın. Hısım. Sayıklar bir dilde bilmediğim. Göğsünde
ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Tey-
ze tavanarasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Ge-
çer sokaktan  bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir 
çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede. Bir korsan ge- 
misi! girmiş körfeze.

Ek: burada da kedilerin ilham olduğu 8 kitap diye bir seçki var, merak edenlere..

Ek2: Tarih adlı facebook sayfası şahane bir kitapçık hazırlamış, "Kediler ve İnsanlar". Antik Mısır'dan başlayarak Ortaçağ Avrupa'sına kadar kedilerin bilgelik dolu kısa tarihi. Kitapçığı buradaki linkten indirebilirsiniz, hediye.  

Yani bugün de böyle, Dünya Kediler Gününüz kutlu olsun. Siz de çıkarsanıza kütüphanenizden kedili kitaplarınızı. Ya da isterseniz Özdemir Asaf'ın Mum Aleviyle Oynayan Kedi şiirini Bedirhan Gökçe'den radyo tadında dinleyin buradan. Adını anamadığımız bütün kedisevere de selam olsun.


 

 

16 Şubat 2015 Pazartesi

2666

Günlerdir aklımda Bolano'nun 2666'sı. Yirmibirinci yüzyılın en önemli yazarlarından biri sayılan Roberto Bolano'nun bu romanı, birbirinden ayrı gibi görünen ama bir bütün oluşturan beş bölümden oluşur (ki yurtdışında beş ayrı kitap halinde basılmış, bittikten sonra tek bir cilde dönüşmüştür, dilimizde tek cilt olarak yayınlandı). Dördüncü bölüm ise cehennemin ta kendisidir, çünkü bu bölümde sadece peşpeşe işlenen cinayetler vardır. Bir Tarantino filmi kadar kanlı bu bölümü okurken kitabı elinizden atmak istersiniz, görmemek istersiniz, sürekli bir ürperti duyarsınız, yüreğiniz kabarır, mideniz bulanır, kusmak istersiniz, kusmak ve unutmak, bitsin istersiniz bu şiddet. Bu çok tekinsiz bölümün gerçeğe dayandığını bilmek daha da vurur insanı. 1993-1997 arasında Meksika’nın Ciudad Juárez kasabasında işçi sınıfından gelen 400 genç, yoksul, eğitimsiz kadın vahşice katledilmiş. 1993’ten bu yana esrarengiz şekilde ortadan kaybolan ve bir daha haber alınamayan kadınların sayısıysa 5000’miş. Bolano, kitabında şehrin adını değiştirmiş sadece. Bugün aşağıda linkini verdiğim Anıtsayaç'ı gördüm. bugün 2015 yılı için 37'de duruyor, dilerim orada kalır.


Not 1: Kitapla ilgili Egoist Okur'da çıkan bir yazı burada, 2666'yı dilimize kusursuz kazandıran Zeynep Heyzen Ateş'in yazar ve hakkındaki görüşleri burada, Dipnot Kitap'ta yayınlanan kapsamlı incelemeleri de burada.
Not 2: Hep öyle oluyor, şu Facebook çıkalı yazdığımız veya beğendiğimiz güzel yazılar "layklanıp" orada kalıyor. bu yazıyı bugün kendi facebook duvarıma yazdım, kaybolsun istemedim. 2666'nın çeşitli dillerdeki baskılarının kapaklarını da ekledim, işte şuracığa bıraktım. Kadına şiddet tartışmalarıyla çalkalandığımız şu mide bulandıran günlerin bir nişanesi olsun.










29 Mayıs 2014 Perşembe

Beyoğlu'nda Aylak Bir Gün

Dün Beyoğlu'nda aylak bir gün geçirdim, bu bana hep iyi gelmiştir. Beyoğlu'nun eski çehresinin değişmiş olmasına, dokusunun bozulmasına, sanki görünmezmişsiniz gibi içinizden gelip geçen gürültülü kalabalığına rağmen; bir parçası olmaktan hep zevk almışımdır. Kendimi sürekli bir turist gibi hissediyor olmaktan belki, hep keşfedilecek bir şey var orada ve kimsenin tam bilemediği, ele avuca gelmeyen, hep şekil değiştiren bir şey.

Bu sefer ortasından başladım. Tepebaşı'ndan girdim Cadde-i Kebir'e. Bunun için şıkır şıkır balık pazarının içinden, daracık ama kocaman Nevizade Sokağı'ndan, gündüz biracılarının ve kokoreçcilerinin arasından, parlatılarak özenle dizilmiş şahane kırmızı boncuklara benzeyen ancak etiketi 20 ila 30 TL arasında olan kiraz tezgahlarının önünden geçerek Galatasaray'a vardım. Galatasaray Lisesi önünde, gezipartisi.org yazan tişörtler giymiş gençlerin standı ve yan sokakta bekleyen iki minibüs dolusu çevik polis karşıladı beni. Gençler gelip geçenlere broşür dağıtıyor, polislerse sıkılmakla meşguldüler. Polislerin işsizlikten sıkıldığı bir dünya ne güzel olurdu! Hızlı adımlarla Yapı Kredi Kültür Merkezi'ne yürüdüm, aklımda Oktay Rifat'ın dizeleri ile.


Evet, Elleri Var Özgürlüğün: Oktay Rifat 100 Yaşında sergisine gitmekti amacım. Bu yüzden yola çıkarken çantama kütüphanemdeki Oktay Rifat'ın şimdi kapanmış olan Adam Yayınları'ndan çıkmış olan "Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler"  kitabını atmıştım. Yolda farkettim ki, o kitabı aldığım tarihi yazmışım üstüne. 1985. Hiç eskimeyen şeyler ne güzel. Sergi, Oktay Rifat'ın çocukluğundna başlayarak fotoğraflarından, sanat ev hayat üzerine görüşlerini içeren sözlerden, çok az da olsa özel eşyalarından, pek bilinmeyen ressam yönünü vurgulayan tablolarından oluşuyor. Orhan Veli sergisine göre şiirleri pek az geldi gözüme, daha çok şiirine rastlamak isterdim sanırım. 



Şiirlerin ve resimlerin yanı sıra, ahşap işlerine olan el yatkınlığını da görme fırsatı buluyoruz sergide, şu tepsi misal. Kendi elleriyle yaptığı bu ahşap tepsiyi de o boyamış.


Özel eşyalarına gelince, Burberry pardesüsü, şapkası, hep kullandığı Doğu Alman harikası Erika marka daktilosu, hokkası, kol saatleri, kocaman bir çanak olan kül tablası, köstekli saatleri ve mührü vardı. 


Sonuç olarak, İkinci Yeni'nin ve modern şiirimizin kurucularından olan Oktay Rifat'ın insan yönünü görme şansına sahip olmak çok güzeldi. Sergi 22 Haziran'a kadar gezilebilir.


Bu kolaj Nursen için :)

Sergiden çıktım, bu sefer doğruca Mandabatmaz Kahvesi'ne. Geçen gittiğimde sokaktan tabureleri kaldırmalarını istemişti Belediye, sokak dedimse geçit orası. Neyse, bu sefer dışarıya attıkları taburelerin hepsi değişik milletlerden insanla dolu, cıvıl cıvıl. Mandabatmaz Kahvesi, Beyoğlu'nda 1967'den beri çalışan, küçücük bir geçidin içindeki küçücük bir ocak. Ancak bir kahve yapıyorlar ki azizim, köpüğün üstüne manda bıraksan batmaz! Efendime söyleyeyim, Oktay Rifat şiirleri ile kahvemi içtikten sonra üstünüze afiyet, düştüm gene yollara. Sırada Yapı Kredi Yayınları var. Yapı Kredi Yayınları, bastıkları her kitabı ve dergiyi sürekli olarak % 20 indirimli olarak bulabileceğiniz bir memba, ayrıca her ay belirledikleri yazarların eserlerine özel indirimler yapıyorlar. Bu ayın yazarı Sabahattin Ali imiş. Girdim içeri, bir dolaş bir dağıl. O sırada bir delikanlı elinde bir kitap, ortada duran görevli kıza indirim oranını sordu, "elinizdeki kitap  6.40 TL ye iniyor" dedi kız ilgisiz bir şekilde, çocuk da "ama benim 6 TL'm var ve harcamak istemediğim için kitap almak istiyordum" dedi, kız omuz silkti, eli istemez bir şekilde kitabı rafa geri koymaya hazırlanırken ben atıldım "istersen sana üstünü tamamlayabilirim, al kitabı" dedim ve çocuğa para verdim. Yüzü aydınlandı çocuğun ve kasaya gidip kitabı aldı, çıkarken el salladı bana. Ne kitabı olduğuna bakmadım bile. Kitap okuyanlar, kitaba sevinenler hiç bitmesin bu dünyada.

Galatasaray Lisesi önündeki gezipartisi.org gençleri bir vatandaşla röportajlarını kameraya çekiyorlardı, açıktan geçmemi rica ettiler. Çevikler hala sıkılmakla meşguldü, oh iyi. Bir sonraki durak Bitap Sahaf, kapıdan bir merhaba dedim Şeref'e.  Beyoğlu'nun simgelerinden Pandora Kitabevi eski dükkanının tam karşısına taşınmış, sevindim. Yolda gitar çalan iki genç sokak müzisyenin etrafında toplanmış insanlar, el çırparak tempo tutuyorlardı. Baktım söyledikleri şarkı hiç tanıdık değil, Kürtçe imiş. Kürtçe çalan sokak müzisyenleri de varmış demek, neden olmasın, bi baktım dünya da yerinden oynamıyor yani. Güzel de söylüyordu keratalar.


Oradan tam Taksim'e gelirken baktım ki Selçuk Demirel sergisi var Fransız Kültür Merkezi'nde. Kaçar mı, girdim içeri. Önce güvenlik kontrolünden geçip ardından Beyoğlu'nun bir vahasına, bahçesine attım kendimi. Geniş, ferah, kocaman kayısı rengi güllerle ve ağaçlarla dolu bu bahçeye gelmeyeli çok olmuş. Kafe tıklım tıklım. Akşam keyfi, nasıl sıcak, bunalmışım zaten, milletin yediği salatalara baktım, hemen bir sipariş, ton balıklı salata ve bira. Mis. yemekle beraber yeni aldığım Vüsat O. Bener'in Siyah-Beyaz öyküleri. Mis ötesi. Ardından sıra sergide.


İnsanoğlu Kuş Misali adlı sergide Selçuk Demirel'in 1974-2014 yılları arasında genellikle dış basında yayınlanan; insan hakları ihlalleri, politika, ekonomi ve  güncel hayat üzerine desenleri yer alıyor. 





Neredeyse hepsini çektim sergiyi gezdikten sonra. Yukarıdakiler tadımlık. Sergi 31 Ağustos'a kadar gezilebilir. Bence pek de güzel olur burada bir mola vermek.

Fransız Kültür Merkezi'nden çıkıp Taksim meydanına yürüdüm. Meydan, iş çıkış kalabalığı ile dolu. Gezi Parkı'na baktım, burada bir bina ne kötü olur Yarabbim diye düşündüm. Anıtın etrafındaki insanlara baktım, biri ayakkabılarını çıkarmış sırtını anıta vermiş müzik dinliyor kulağında kulaklık, iki adam anıta yaslanmış sohbet ediyor, 3 çocuk biri su satıcısı ip oynuyorlar biri yatmış bir ağacın altına serdiği kartonların üzerine biri bir ağacın altında oturmuş birini bekliyor sanki diğerleri çimende ayakkabı tezgahı etrafında ayakkabı cilalayıp gülüşüyorlar teyzenin biri yorulmuş az ilerideki parmaklığa oturmuş... İçim bir kabardı ki.


"Bu meydan halkındır ey efendiler, alamazsınız!" diye bağırmak istedim. Bu görüntüleri bozmak isteyenlerin suratlarına yaradana sığınıp kocaman bir tokat atmak istedim. Ben de o çimenlere oturayım istedim. O çimenlere, o ağaçlara kastedenlere karşı durmak borcumuzdur. Nazım'ın dediği gibi; "Hürriyetin ilk şarkısı anlamaktır, anladığını anlatmayan alçaktır!"


24 Mayıs 2014 Cumartesi

kimse, kalbinin akranıyla geçinemiyor



...bizim için yalnız şunu dileyebilirdim
iki farklı dilde seninle
aynı anlama gelseydik
keşke

Sinem Sal-Yine de Amin

23 Mayıs 2014 Cuma

Bozkırda Altmışaltı


İletişim Yayınları, gözü kapalı güvendiğim yayınevlerinden biri. Özellikle son yıllarda keşfettikleri genç yazarları takip etmeye çalışıyor, benden on-onbeş yaş genç yazarları hayretler içinde okudukça "vay be, aferin" diyorum. İşte son keşiflerden biri, Mustafa Çiftçi'den Bozkırda Altmışaltı.

Mustafa Çiftci, 1977 doğumlu bir genç adam, resmini görmedim, yolda görsem tanımam maalesef. Hakkında da  kitapta yer alan özgeçmişinden fazla bir şey bilmiyorum, internette de izine rastlamadım. 2012 'de yayınlanmış "Adem'in Kekliği ve Chopin" adlı kitabından da hiç haberim olmamış. Bozkırda Altmışaltı, onun da memleketi olan Yozgat'ta geçen yedi tane sıcacık taşra hikayesinden oluşuyor.

Bakıyorum, Yozgat'la da ilgili pek bir şey bilmiyorum. Plakası altmış altı tamam, ki kitaba adını bunun verdiğini düşünüyorum (Bugün Radikal Kitap Ekinde bu kitabın tanıtım yazısını yazan Çağlayan Çevik ise 'altmışaltı'nın ülkemizde yaygın oynanan bir iskambil oyunundan geldiğinden hareket etmiş). Hafızamın kıyılarından Yozgat'la ilgili tek anımı çıkarıyorum, o da şu: Trabzon'da yaşayan kuzenim, orada kimya bölümünü bitirdikten sonra iş bulamamış ve formasyon alıp ilkokul öğretmenliği için başvurmuştu. Güneydoğu olaylarının en yoğun olduğu zamanlardı. Tek başına bir genç kız için, iş için bile olsa, hiç bilmediğimiz ve tanımadığımız bir yere gitmek çok zordu. Neresi olabilir diye oturmuş konuşuyorduk, kim söyledi hatırlamıyorum şimdi, ama o cümle aklımda kalmış: "Bari Yozgat olsun, hiç değilse Ankara'ya yakın." O kurada ona Hakkari çıkmış ve becayiş yapamadığımız için o yıl işe başlayamamıştı. Neyse, Yozgat'la ilgili tek anısı bu olan ve onca insan tanımama rağmen şimdiye kadar bir Yozgatlı ile tanışmamış olan ben, bu kitabı  merakla okumaya başladım.

Hikayelerin kahramanları babalarının hayatını sürdürmeye kaderli erkekler. Hikayelerin içindeki sevda öyküleri çok ince anlatılmış ve içe dokunuyor. Genelde her şeyin dozunda olduğu şahane hikayeler bunlar. Her şey derken, hem yoksulluk, hem mizah, hem yerel ağız, hem günlük hayattan sizin de aşina olabileceğiniz ayrıntılardan bahsediyorum. Tadı kaçmasın diye Handan yeşilini anlatmayacağım, bahsi geçtikçe burnuma vuran kara kedi kokusunu da,  üstelik Piç Sevi'nin mahvolan futbol hayatından da bahsetmeyeceğim, bilardo yeşili üzerine turkuaz bir Elif harfinin ne anlama geldiğini de; ısrar etmeyin.

Yozgat Sürmeli Haber'e verdiği röportajda şunları demiş Mustafa Çiftci: “Bizim edebiyatımızda, Anadolu hep belli klişelerle anlatılmış, peşin fikirlere, önyargılara, ideolojilere kurban gitmiş. Ben, Anadolu’yu, ideolojinin kör bakışından uzak, nakışları, ayrıntıları atlamadan, en çok da kendi feraseti, sükûneti ve mizahıyla anlatmak arzusundayım. Bu açıdan bakıldığında İç Anadolu Türkiye’yi anlamak için oldukça önemli ipuçları barındıran bir bölge. İç Anadolu bu güne kadar ülkeyi yönetmiş siyasi kadrolara blok oylar vermiş dolayısıyla ülke yönetiminde etkisi büyük olagelmiş bir bölgedir. Yozgat ise bölge insanının zihin haritası okumak isteyen için önemli çıkışlar, işaretler, ipuçları barındırır. Edebiyatımızda bu güne kadar Torosları anlatanlar vardı. Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu anlatıldı, anlatılıyor. Ama İç Anadolu’yu anlatmak gayretine düşen, bunu kendine bir anlayış, bir yol olarak gören yazar çok az. Umudum ve duam İç Anadolu ve Türkiye’yi hikâyelerimle edebiyata yansıtmak.”

Bence bunu çok güzel başarmışsın Mustafa kardeş, yola devam. İletişim Yayınları'na da böyle yazarları keşfettiği ve şans verdiği için bir alkış.

Meraklısına Not: İletişim Yayınları'nın Bozkırda Altmışaltı sayfasına buradan gidebilir, kitaptan bir bölüm okuyabilirsiniz. Ama bence kitabı alın.

                                             Görsel,  Derin Hakikatler blogundan alınmıştır.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Bakarsın Bulutlar Gider


Özen Yula çok severek takip ettiğim bir yazar. Oyun ağırlıklı yazdığı metinler, genelde duygusal çözümleme ağırlıklıdır. Öykü ve romanlarında da bu hissedilir. 2009 yılında Gizli Aşk Bu isimli romanı için de yazmışım, hatırlamak için buraya. Şimdi, Bo Sahne son oyununu sahneliyor. Mart 2014'te ilk kez sahnelenen oyunun adı Bakarsın Bulutlar Gider. Oyunun eleştirilerini daha önce okumuş ve çok merak etmiştim. Ancak tüm sahneler Avrupa yakasında olduğu için bir türlü fırsat bulamamıştım görmeye (ki bu benim için çok feci bişey). Dün gece ise Oyun Atölyesi'ne gelince oyun, orada olmam kaçınılmazdı. Gizli Aşk Bu kitabını çantama atıp düştüm yollara. Metroda kitabı onca yıl sonra yeniden karıştırıp, kendi kendime gülümsediğim de doğrudur.


İki kişilik, tek perdelik, 70 dakikalık bir oyun. Oyuncular Selen Öztürk ile Kenan Ece'yi değişik TV dizilerinden yanıyoruz, ama daha önce tiyatro sahnesinde izlememiştim. Oyunu beklerken, Oyun Atölyesi'nin şahane kafesi Antre'de Özen Yula'yı gördüm. Tanışıyormuş gibi gülümsedik, birbirimize doğru yürüdük ve el sıkıştık. Sonra çantamdan Gizli Aşk Bu'yu çıkardım ve imzalamasını rica ettim. İçinden Ece Temelkuran'la Asu Maro'nun kitapla ilgili yazdıklarının gazete kesikleri olan kitabım bir de yazarının imzası ile taçlandı. Dileğin güzelliğine bakar mısınız?


Sonra oyun başladı. Oldukça kitsch ve İslami öğelerle süslenmiş bir salon dekoru. Akşam namazını kıldıktan sonra salona gelmiş, tespihini çekip dualar okuyarak, kapının kilidini yeniden kontrol eden bir genç kadın. Tüm hayatı çalan kapı sesiyle ve 2 ay önce intihar eden eşinin adını hiç duymadığı arkadaşının kendisine bir emanet getirdiğini söylemesi ile alt üst olacaktır. Oyun boyunca hiç düşmeyen tempo, duygusal iniş çıkışlar, iç dökme ve sinir buhranları, seyirciyi hiç sıkmadan merakla izleniyor. Sonuç: oyun sonrasında ayakta alkışlayan ve  tüm bu bunalımlara rağmen "Bakarsın Bulutlar Gider" diyerek gülümseyerek tiyatrodan ayrılan seyirciler.
"Ben onu beklerken kendime alıştım" ve "Sevişirsen değil, seversen geçer" replikleri de unutulmazdı. Emeği geçen herkese teşekkürler. Sevgili Özen Yula, bir sonraki metnini heyecanla bekliyorum.

Not: Oyunla ilgili bir kaç eleştiri okumak isterseniz, burada ve burada.

Not2: İKSV, 42. İstanbul Müzik Festivali için ölümünün 60. yılında anmak üzere Sait Faik için Fazıl Say'a özel bir eser hazırlattı. Özen Yula'nın yazdığı ve sahneye koyduğu, bir edebiyat-müzik buluşması olan eserde tiyatro oyuncuları Demet Evgar, Songül Öden ve Esra Bezen Bilgin anlatıcı rolünü üstleniyor. Fazıl Say'ın piyanosu başında yer alacağı konserde, etkileyici sesleri ile Birsen Tezer ve Serenad Bağcan'ın yanı sıra Borusan Quartet, kanunda Hakan Güngör, kemençede Derya Türkkan ve vurmalı çalgılarda Aykut Köselerli de sahne alacak. Eserin dünya prömiyeri 25 Haziran Çarşamba akşamı saat 21.00 de Sait Faik Abasıyanık'ın yaşamının büyük kısmını geçirdiği Burgazada'da yapıldıktan sonra, eser 26 Haziran'da da Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi'nde aynı saatte seslendirilecek. Biletler satışta, haberim yoktu demeyin.








6 Mayıs 2014 Salı

Tılsım ve güzel çocuklar


Tılsım. Ne şahane kelime. Şilili favori yazarım Roberto Bolano'nun Amuleto isimli kitabı Pegasus Yayınlarından çıktı. Kitabı Zeynep Heyzen Ateş muhteşem aktarmış dilimize. Daha önce yayınlanan ve yirmi birinci yüzyılın şimdiden başyapıtlarından biri olarak kabul edilen 2666'yı da o çevirmişti. Twitter'da aradım kendisini tebrik etmek için, bulamadım. Tesadüf, burada rastlarsa kendisine Bolano için çok teşekkür etmek isterim.

Kitap ince, topu topu 172 sayfa, üstelik geniş puntolu. Her bölüm yaklaşık 6-7 sayfa sürüyor. Ancak her bölümden sonra kitabı kapatıp Bolano'nun dünyasını düşünmek istiyorsunuz. Kitabın anlatıcısı Auxilio ("İmdat!" anlamına gelmektedir) Lacouture ve bir Uruguaylı. Temel olarak alınan gerçek bir olayın tek tanığı. Hangi olayın mı? Dinleyin:

Paris’te başlayıp, tüm dünyayı saran ‘68 Ayaklanması’nın rüzgârı o yaz Meksika’yı da kasıp kavurdu. Yaz sonuna doğru öğrencilerin yaptığı protestolar da giderek büyüyüp halka yayılmaya ve hararetlenmeye başladı. Eylül ayında 50 bin öğrencinin Rektör Barros Sierra önderliğinde, Meksika Devlet Üniversitesi (UNAM)’ın kampüsünde toplanarak hükümetin baskıcı rejimine ve üniversitelerin bağımsızlığına müdahale çabasına karşı sesini yükseltmesi hükümet kanadında hoş karşılanmamıştı. Nitekim öğrenciler bir sonraki protesto gösterisine halkı da çağırınca hükümet bu buluşmaya müdahaleye karar verdi. Ve 13 Eylül günü Başkan Diaz kampüsü işgal eden protestocuların giderek yükselen sesleri susturmak için orduyu göreve çağırdı. 18 Eylül günü polis ve asker silahları ve tanklarıyla üniversiteye girdi ve tam 8 gün boyunca burayı işgal altında tutarken öğrenciler tutuklandı, dövüldü ve hatta öldürüldü. 



Oysa protestocuların aklındaki düşünce belli ki şuydu: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” O yüzden 2 Ekim 1968’de üniversitedeki işgali ve protestoculara uygulanan şiddetli müdahaleyi protesto etmek üzere öteki üniversitelerden ve liselerden öğrencilerin yanı sıra onlara destek veren halkın farklı kesimlerinden, kadın erkek, yaşlı, çocuk on binlerce kişi sokağa döküldü. Meksika tarihinin en büyük protesto gösterilerinden birine imza atan kalabalık kitle, 15 gün sonra yapılacak Olimpiyat oyunlarına da karşı çıkarak “Olimpiyat değil, devrim istiyoruz” sloganlarıyla girdiği tarihi Tlatelolco bölgesindeki Plaza de las Tres Culturas meydanını inletiyordu. Ama sonra akıl almaz bir şey oldu: Zırhlı araç ve tanklarla meydanı donatmış olan askerler birden bire sivil halka ateş açtı. Akşamüstü başlayan ‘katliam’ gece yarısına kadar sürdü. Devlete göre 4, tarihe göre 350 kişi öldürüldü. Tlatelolco katliamı Meksika tarihinin en dehşet verici ve kanlı olaylarından biri olarak tarihe geçti.


İşte tüm bunlar olurken, olayların tam göbeğinde, polis ve askerin okul binasını işgal ettiği sırada binanın içinde bir köşeye saklanmış olup biteni izleyen bir sessiz tanık vardı: Uruguaylı pedagog Alcira Soust Scaffo. Zira Scaffo işgal anında felsefe ve edebiyat fakültesinin en üst katındaki kadınlar tuvaletindeydi. Tutuklanmamak için bulunduğu yerde saklanan Scaffo, tuvalette tam 8 gün, kimi zaman tuvalet kağıtlarını dahi yiyerek yaşadı. 

Scaffo, Bolano'nun kaleminde Auxilio olarak can buluyor ve tuvalette geçirdiği bu günler boyunca geçmiş ve gelecek ile ilgili duygu ve düşüncelerini, tanıdığı Meksikalı şairleri ve sanat çevresini son derece sürükleyici bir monologla bize anlatıyor. 

-Beni delirmekten tek bir şey alıkoydu: Espri anlayışımı asla yitirmedim.

-Evet, açlık doğru kelime. Açlığını çekmiyorsanız aşk yoktur. Bir de fırsat gerekir. Ama en vazgeçilmez olan, açlıktır.

-Ve zaman yeniden duruyor, zihnimde yıpranmış bir görüntü varsa o da bu, çünkü zaman ya hiçbir zaman durmamıştır ya da zaten akmıyordur; bu yüzden, durduğu bir  an demeyelim de zamanın sürekliliğini bozan bir zelzele geçirdiği veya iki koca ayağını iki yana ayırıp öne eğilerek kafasını bacaklarının arasına soktuğu ve bana tersten bakıp göz kırptığı bir an diyelim.

-Çünkü ölüm Güney Amerika'nın bastonudur ve Güney Amerika bastonsuz yürüyemez.

Bu son sözü okuduğumda donup kaldım ve kitabın son sayfalarındaki hayali çocukların şarkısında. Çünkü Güney Amerika ile Türkiye, ne kadar uzak olsalar da ve tarihleri ne kadar benzemese de, özellikle son yüzyıllarda benzer acıları yaşadığımız bir coğrafya. Şimdi, sadece dünyayı daha iyi yapabilmek için savaşın ve aşkın şarkısını söyleyerek ölen tüm o güzel çocukları hatırlamanın vakti. Susuyorum.








24 Mart 2013 Pazar

pazar


İnsan haftasının tek dinlenme günü olan pazar günü de sabahın köründe uyanır mı? Eğer bensem, uyanır. Kendi kendime ikna etmeye de çalıştım az daha uyuyayım diye. Cık. İşe yaramadı. Kalktım. Neyse ki Minare Gölgesi var. Oturdum okumaya başladım Engin Ergönültaş'ın kitabını, bıraktım beni Zengüle Hacı mahallesinde gezdirsin diye. O harap evlerin arasında dolaştım, çöplerin ve sokak köpeklerinin yanından geçtim. Yaşlı bir orospunun evde beslediği onlarca kediye baktım, aylardır işsiz Abdülkadir'in gündüzleri uyuduğu bodrum katındaki odasının önünden sessizce geçtim.Az ileride aylardır uyuyamayan Sabit'in izlediği Hint filminin bir şarkısı çalındı kulağıma yürürken. Dışarıda oynamak için can atan ama izin koparamayan Atilla camdan baktı bana, ona el salladım. Meryem'in annesi Kıymet, ona haftada iki kere gelen evli sevgilisi Kudret için masa hazırlıyordu, mutfağın camını açmış, gene balık kızartıyor herhalde diye düşündüm. Sonra kalkıp bir kahve yaptım kendime, çöreklendim gene berjerime. Dışarıya baktım biraz. Sabah güneş vardı, şimdi çekildi, göstermiyor yüzünü, ama aydınlık en azından. Soğuk da yerinde gene. Üşendim dışarıya çıkmaya. İş icat ettim kendime, gerçi ev dandini, pek icat edecek hal yok, olan ortada zaten. Kalkıp mutfağı topladım biraz, bu kadar tozu buraya kim koyuyor diye merak ettim. Boşalan tuzluğu doldurdum. Kültablalarını ovarak yıkadım. Orkidelerimin kuruyan yapraklarını kopardım sonra, bir mesaj attım. Bunların hepsini ciddiyetle yaptım. Çünkü ne kadar normal davranırsan gün o kadar kolay ve çabuk geçer.

Not: kitabı aynı gün akşam bitirdim. Devamı www.neokudum.com sitesinde :) Ahha, reklam aldım :))

20 Kasım 2012 Salı

Kitap Fuarı Verimleri


Cumartesi günü gittiğim Kitap Fuarı'ndan işte bu kitapları aldım. hemen yanlarında fuar krokisi görünüyor. onun da altında topladığım kitap ayraçları var. sehpanın altında da bu ay/bu hafta çıkan ve konusu Kitap Fuarı olan gazete kitap ekleri yığını mevcut. bir çok gazete bu tuğla kalınlığındaki ekleri ücretsiz de dağıtıyor. gelelim benim yığına:

-Alttan 3 adet kitap, fuardan çıkarken sevgili Nurdan Beşergil'in tavsiyesiyle aldığım, Kanat Kitap yayınları. üç tanesi 10 liraydı, stand görevlisine inanamadığımı söylediğimde, "burası Türkiye, ben herşeye inanırım" dedi. isimleri Per Olof Enquist/Kraliyet Doktorunun Ziyareti, Paul Scott/Geride Kalanlar ve Dimitre Dinev/Melek Dili. Paul Scott bu kitabıyla 1997'de  Booker Ödülü'nü kazanmış. Melek Dili için de Nurdan "kitapların kralı" dedi. üçünü de okumak için sabırsızlanıyorum. bu arada neden kanat kitap'tan tim parks'ları tamamlamadım diye içim içimi yiyor.

-onların üstünde Perihan Mağden/Yıldız Yaralanması var. fuar özel sayılarında tüm kitap eklerinde kitapla ilgili bir yazı var, çoğu da bu kitabın bu yılın en iyi romanlarından biri olduğunu söylüyor. Perihan Mağden'in oyuncaklı sivri dilini özlemiştim, bakalım bu kitabı nasıl.

-ve Andrey Platonov/Mutlu Moskova. Metis standının görevlileri çok ilgili ve bilgili, sizlerle kitaplar ve yazarları hakkında sohbet ediyor ve zevkinize göre yeni kitaplar öneriyorlar. stand görevlisi ile Platonov'u tanıyan herkesin ne kadar sevdiğinden bahsettik, şimdi Metis'te olmayan Çukur isimli kitabı çalıştıklarını, yeniden çevirdiklerini söyledi. Metis standında gözümü yeni bastıkları Yerdeniz cildinden ayıramadım. 30. yıla özel, Ursula K. LeGuin'in Yerdeniz kitaplarının beşini tek bir ciltte toplamışlar. Murathan Mungan'ın yeni kitabı Tuğla'yı da bir karıştırıp oradan koşarak uzaklaştım.

-Altın Kitaplar'dan facebook sayesinde edindiğim %40 indirim kuponunu kullanmak üzere aklıma ilk yazdığım kitap Stephen King'in efsanevi dizisi Kara Kule'nin çıkan son kitabıydı, Anahtar Deliğinden Esen Rüzgar. kupondan yararlanmak için 20 TL ve üzerinde alışveriş yapmak gerektiğinden, miktarı tamamlamak üzere standın dört bir yanında iki tur attım; gözüme takılan Carlos Ruiz Zafon'un Sisler Prensi'ni bu vesileyle edinmiş oldum. Sisler Prensi bir gençlik roman dizisiymiş, Zafon'un hikayeciliğine inanıyorum, bu kitabını da merak ediyordum.

-arada Alef Yayınlarından Köpekbalığı Metinleri var, yazarı Steven Hall. ben bu kitabı almış ve okumuştum, ancak sonra nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde kaybettim, içime dert oldu. çünkü bazen aklıma bir şey geliyor, bunu nerede okumuştum diyorum, bu kitaptan olduğunu farkediyorum. kesinlikle akılda kalıcı, tuhaf ve güzel bir hikaye. Alef standında Arnon Grunberg'in Tirza'sını gördüm, yeni kapakla yeniden basmışlar. bu sefer kapakta kontrbas çalan bir kadın var,  böyle tedirgin edici bakıyor insanın yüzüne; Tirza gibi.

-Yalçın Tosun/Peruk Gibi Hüzünlü. aslında bu kitabı daha önceden alıp okumuştum, fuara yazarından imza almak için götürdüm. cumartesi günü Yapı Kredi Yayınları standında yazarın imza günü vardı. 2012 Sait Faik Hikaye Ödülü'nü kazanan bu kitap, ilgiye değer.

-geldik Oya Baydar'a. Oya Baydar'ın "O Muhteşem Hayatınız" adlı son kitabının Perihan Mağden'in Yıldız Yaralanması ile ne kadar benzerliği var, göreceğiz. ikisi de pırıltılı bir yıldızın hayatlarından parçaları anlatıyor, tanıtımlardan anladığım kadarıyla. Oya Baydar'ın kitabını twitter kampanyası aracılığı ile, Radikal Kitap standından hediye kazandım, pek sevindim. bu arada elimde telefon standa doğru koştuğumda, Doğan Kitap'ta imza günü sona ermiş Sahrap Soysal'la burun buruna gelmek ve onunla sohbet etmek de çok ilginçti :)

-ve en üstte, sevgili arkadaşım Deniz'in Gölge Falı kitabı. sizler onu blog dünyasında  Vladimir olarak tanıdınız, bense yaklaşık .. dur yahu, yaşımız çıkacak, çok uzun zamandır diyelim. aynı işyerinde çalıştık uzun süre, o zamanlarda da aramızda bir kitap/yazı kardeşliği vardı; o bunu yazılı hale geçiren ilk kişi oldu. gerçekten çok emek verdiğine şahidim. Gölge Falı/Kanguru Yayınları yakında web üstünden de satılmaya başlayacak. kitabın ilk sayfasında adımı görmek de çok onur verici oldu, tekrar teşekkür ediyorum.


beni tanıyanlar kitap fuarından bu kadar/cık kitapla dönmeme şaştılar (Değil mi Ebrucum?). çünkü onlar fuardan bir hafta önce, fuarı bekleyemeyeceğime karar verip aldığım şu listeden bihaberler:

-Coşkuyla Ölmek/Şule Gürbüz,
-Hikayem Paramparça/Emrah Serbes,
-Ve Günler Yürümeye Başladı/Eduardo Galeano,
-Tango İstanbul/Esmahan Aykol,
-Aya Tırmanmak ve Diğer Öyküler/Ursula K.Leguin.

Şimdi kara kara düşünüyorum, hepsini kucaklamak istediğim bu kitapların hangisinden başlamalı?




10 Kasım 2012 Cumartesi

Cevher




Haziran ayının sonlarına doğru, haber ajanslarına edebiyat severler için bir bomba düştü: Büyülü gerçekliğin babası, Latin Amerikan edebiyatını dünyaya tanıtan, Nobelli yazar Gabriel Garcia Marquez Alzheimer hastalığına yakalanmıştı. Yakın arkadaşları ve kardeşi, onun artık insanları tanıyamadığını açıkladı. Yani, Marquez artık yazamayacak. Belleği bir sürü hikaye ve imgeyle dolu bir yazarın, artık bize kelimeleriyle ulaşamayacağını bilmek çok acıklı.

Derken, bir başka Latin Amerikalı hikaye büyücüsü olan çok sevgili Eduardo Galeano'nun "Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri" kitabını okurken şuna rastladım. Galeano, 19 yaşında intihar etmeye karar vermiş ve bir atı öldürmeye yetecek kadar ilaç alıp, ölmek için seçtiği otele doğru yürümeye başlamış. "Rio Branco Sokağı'nda aşağıya doğru yürürken, saatler ya da yıllar öncesinde ölmüş olduğumu hissediyordum; merak ettiğim ya da arzuladığım hiçbirşey yoktu ve tek yapmam gereken bir formaliteyi tamamlamaktı." diye düşünürken, sokağın başında ona bir otomobil çarpmış ve günlerce komada kaldıktan sonra iyileşmiş. Bu olayı ilk ölümüm diye anlatıyor. Çünkü daha sonra Caracas'da, otuz yaşındayken bir ay içinde iki kez sıtmaya yakalanarak ikinci ölümünü yaşayacak. Hastanede ateşler içinde nöbetler geçirdiği sırada aklından geçen şu düşünceler paylaşmaya değer:

".. Şimdi ölmem bir hata olurdu. Ben, ölüm gelmeden önce her şeyimi vermek, bomboş kalmak istiyordum ki, o orospu çocuğu geldiğinde götürecek bir şey bulamasın. Bende hala o kadar çok cevher vardı ki! Evet. Çekip gidişlerin ardında bende kalan bunlardı: bir sürü cevher, denizlere açılma arzusu, dünyaya açlık."

Bu bölümü okuduktan sonra, Marquez'i düşündüm. Belki o da böyle hissetmiş, böyle olsun istemişti. Tüm cevherlerini tükettiğini düşündükten sonra, ölüm için bomboş kalmayı arzulamıştı. Ne ironi. İyi ki anlattıklarını dinlemişiz Marquez'in ve Galeano hala anlatmaya devam ediyor.

Meraklısına Not:
"Dünyanın vicdanı" Galeano'nun günlük formunda yazdığı ve Türkçe'ye "Ve Günler Yürümeye Başladı" ismiyle çevrilen son kitabı Sel Yayıncılık tarafından yayınlandı. Radikal Kitap'ta yaynlanan tadımlık bir parça burada. Küçük bir tiyo: 6 Ocak gününde Nazım Hikmet'ten bahsediyor Galeano.


16 Haziran 2010 Çarşamba

Marina Lewycka

Hadi size biraz Marina Lewycka'dan bahsedeyim. Marina Lewycka, 1946 yılında Almanya’da bir göçmen kampında doğmuş ve ailesiyle bir yaşındayken İngiltere’ye taşınmış Ukrayna kökenli bir yazar. O zamandan beri İngiltere’de yaşıyor ama anayurdunun sorunlarını da yakından takip ediyor. Ukraynalıların yakın dönemde Turuncu Devrim sonrası yaşadıklarını, İngiltere gibi gelişmiş bir ülke bağlantılı anlatan iki kitabı var Türkçede.


Biri Ukrayna Traktörlerinin Kısa Tarihi. Aslında orjinal adından çevirirsek Ukrayna Motorlarının Kısa Tarihi oluyor ismi, ki bu kitabın ruhuna daha uygun. Çünkü Ukrayna Traktörleri teriminin kitap hakkında olumsuz bir etki yaptığı kanısındayım, şimdi eğlenceli bir kitap okumaya niyetlensem böyle ismi olan bir kitaba elimi bile değdirmem. Ukrayna traktörleri mi? Mersi, almayayım. Halbuki Ukrayna motorları dediğinizde, dudağınızın muzipçe kıpırdadığını ben bile buradan görebiliyorum (Yayıncı! Duy sesimizi!) .. Evet, ismiyle bunca uğraştığımız kitap, yaşlı babalarının kendinden oldukça genç bir Ukraynalı kız ile evlenecek olmasını hazmedemeyen iki kız kardeşin hikayesi. Babaları, bunca yaştan ve eşinin ölümünün ardından yaşadığı yalnızlıktan (ve tabii bunda kızların da ilgisizliğinin payı var) sonra gencecik ve dünya güzeli bir kızın ona ilgi göstermesinin tadını sonuna kadar çıkarmaya kararlı. Kızlar ise bu dilberin babalarını kullandığı kanısında. Durmadan bunu anlatmaya çalıştıkları ve dertlerini düzgün anlatamadıkları babaları ise durumdan hiç şikayetçi değil! Çok şenlikli, pek eğlenceli bir kitap bu. Zaten yayınlandığında edebiyat çevrelerinde çok konuşulmuş ve mizah dalında bir çok ödül kazanmış bir kitap.

Yazarın Türkçe’deki ikinci kitabı da yeni çıktı sayılır: İki Karavan. Burada da Ukraynalılar var, ama sadece onlar değil, İngiltere’ye bir umut yeni hayatlar kurmaya gelen Doğu Avrupalılar ve Afrikalılar da. Kitap boyunca göçmen işçilerin İngiltere’de çilek toplayıcılığından başlayarak hangi simsarların elinde neler yaşadığının hikayeleri, kitap sonuna kadar pıtır pıtır tomurcuklanan bir aşk hikayesi ve dünyanın en sevimli köpeğinin yaramazlıkları eşliğinde anlatılıyor. Bazen gülerek, bazen de sinirlenerek okuyorsunuz bu insanların yaşadıklarını; arada politik ve sert saptamalar da var. Ben bu kitabı okurken fonda sürekli Bregoviç müzikleri duyduğumu sandım bir Balkan hikayesi olmamasına rağmen, hikayenin hem eğlenceli hem hüzünlü olmasından kaynaklanıyor sanırım. Bu kitaptan da güzel bir film uyarlaması yapılabilir. Tatil bavulunuza hiç değilse birini alın bence.


Meraklısına Not: Ukrayna Traktörlerinin Kısa Tarihi ile ilgili bir tanıtım yazısı için buraya, İki Karavan için yazılmış bir yazıya da buradan ulaşabilirsiniz.

Bilgi: Bu yazı neokudum.com sitesinde de yayınlanmıştır.