.

.
eski blogdan kıyamadıklarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eski blogdan kıyamadıklarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ocak 2008 Cuma

kişisel tarihimin ilk kaçışı



bozcaada, kişisel tarihimin ilk kaçış hikayesine evsahipliği yapmış yerdir. o kadar çok o kadar çok sıkılmıştım ki, o dönemler evliydim ve herşeyden çok sıkılmıştım (anladığınız üzere sonra boşandım), birgün aniden o hafta izne çıkabileceğimi farkettim. sonra da hiç gitmediğim ama adını duyup, hakkında birkaç gazete haberi okuduğum bozcaada'ya gitmenin hiç de imkansız olmadığını. zaten yerimde otururken değil, otobüs garlarında ve havalimanlarında hep aynı duyguyu hissederim: "nereye gidiyor olursan ol, bak daha bi sürüsü var! niyetlenmene bakar! hadi koçum, kim tutar seni! değer mi daralmana, al bavulunu git nereye istersen"... neyse, küçük bir araştırma sonucu bozcaaada'ya geyikli iskelesinden gidlidiğini, oraya kamil koç'ların gittiğini, sabaha bir arabada yer olduğunu, bir tanıdıktan aldığım bozcaada'daki bir pansiyon telefonundan ulaştığım kişiden pansiyonda yer olduğunu, rezervasyona gerek olmadığını öğrenmiştim bile. o gece çantamı hazırladım, defterimi aldım, eşimin şaşkınlığından itiraz edememesinden faydalanarak sabah otobüse bindim. elimde o dönem yeni çıkmış üç aynalı kırk oda. istanbul'dan tekirdağ'a doğru giden bir otobüsteyim, elimdeki kitabı okumayı bir an bırakıp camdan dışarıya bakıyorum, gözalabildiğine ayçiçek tarlaları, rüzgarda hafif hafif sallanıyorlar. o anda şu geçiyor aklımdan: evet ya, gittim ben, bu kadarı bile yeter, şimdi dönsem bile yetecek bana.
ama dönmüyorum. geyikli'de iniyorum otobüsten, feribot saatine 3-4 saat varmış, köy kahvesinde çay içiyorum. deniz kıyısında çantama yaslanıp üzerimde kırmızı kareli elbisemle kumlara oturup denize bakıyorum, güneş ısıtıyor bedenimi, benden iyisi yok. kaçağım ya ben, kaçağım, ne güzel. feribotla adaya geçiyoruz. ada uzaktan görünmeye başlıyor ki, o ne? sapsarı, adındaki "boz"un nereden geldiği anlaşıldı, keltoşş bi ada bu. alla alla. bu adada şarap yapılmıyor muydu?...

iskelede iniyorum arabalı vapurdan, küçük şirin bir liman.fazla kalabalık yok. feribottan telefonla görüştüğüm pansiyon hemen iskelenin karşısında, tabelasını görüyorum, bi seviniyorum :) yürüyorum pansiyona, altı da balık restoranı, allaaaah diyorum içimden, konuştuğum adamı buluyorum, "ben geldim" diyorum ki geldiğim belli zaten, ama adam "aaa ben son odayı sattım yer yok" demez mi beğenirsiniz?

şimşek gibi düşünceler gelip geçiyor aklımdan: yok hayır, buraya kadar gelmişken dönemem. zaten dönmek istesem de dönemem vapur yok ancak sabaha. geceyi nerede geçireceğim?

adama bunların hiçbirini belli etmiyor, kendimden gayet emin ve şirret bir tavırla çantamın üstüne oturuyorum ve kendimi hala şaşırtan şu cümleyi kuruyorum: siz bana gelin yer var dediniz, rezervasyon gerekmez dediniz, bana kalacak bir yer bulmak zorundasınız, yoksa şurdan şurayaa gitmem.

adam şaşırıyor (hep şaşırırlar dimi. ya bigün de biri beni şaşırtsa), sağa sola telefon ediyor bişeyler konuşuyor derken içeriye ayağı tokyo terlikli şortlu gençten biri "biz evde bir oadamızı veriyoruz kiraya, isterseniz bakın" diyor. çaresiz gencin peşine düşüyorum ama gördüğüm manzara pek hoşum agitmiyor, normal bir evin bir odası, bana garip garip bakan yalınayak başıkabak sessiz çocuklar hatırlıyorum. "yok" diyorum, başka bir yer?

genç kafasını önce sallıyor sonra kaşıyor, birinden biri iyi geliyor ki "aaa stafilia var gelin bakalım" diyor. stafilia..hmm bu güzel bir isim. oraya gidiyoruz. pansiyon eski bir rum evinin odaları, tuvaletler aşağıda, lokanta hemen yanda, masada sürahiler içinde şaraplar, rüzgarda uçuşan kareli masa örtüleri, karşıda deniz, sağda solda mumlar; evet diyor içimdeki ses: işte burası.

ve bozcaada'daki 4 günümü bu pansiyonda geçiriyorum.


sonra odama çıkıyorum, küçcücük bi oda ama temiz. bir yatak, bir sandalye, tek kapılı ceviz bir dolap var. perdeler beyaz, uçları oyalı, yatak sokağa bakan pencerenin kıyısında. pencerenin önünde bir girinti var, pek severim bu girintileri, yastığı at oraya çekirdek çitleyerek sokaktan geçenlere laf at :) ilk akşam yemeğimi stafilia'nın yerinde yiyorum. yorgo dalaras çalıyor, bayılıyorum:) sanki herşey benim hoşuma gitsin diye sihirli bir el tarafından ayarlanmış gibi. pansiyon sahibi, genç yaşta emekli olduktan sonra istanbul'dan kalkıp buraya yerleşmiş bir çift, onlarla sohbet ediyorum, ne yapılır nereye gidilir diye. minibüslerle ayazma'ya gitmemi tavsiye ediyorlar önce, kale'ye de bir çıkmalı, antik kafe atlanmamalı ve bir de yatık ormanla deniz feneri-ponente feneri- ama oraya vasıta yok, vakitleri olursa birlikte gidebiliriz diyorlar bu sırada sürahiden ev şaraplarımızı içiyoruz su niyetine, ama sarhoş olmuyor insan. odama dönünce, mis kokulu bir temiz çarşafın ve kendi isteğinle gittiğin yabancı bir yerde olmanın verdiği huzurla hemencecik uyuyorum..



sonraki günler suratımda bi gülümseme ile geçti. bozcaada'nın sokaklarını arşınladım, fotograflar çektim, almayadan emekli olup oraya yerleşip dünyanın en güzel pansiyonlarından birini işleten özcan hanımla kendisinin resim galerisinde tanıştım, o sıradaki karma bozcaadalı ressamlar sergisinden bir tabloya bayıldım, orada olduğum hergün bir kez gidip o tabloya baktım ve dönüşte onu aldım. satın aldığım ilk tablo, kaçabileceğimin sembolü, yatağımın ayakucunda asılı, her sabah uyanınca ona bakıyorum. rengigül resim galerisinde çalışan çanakkaleli üniversiteli kızla arkadaş oldum, dönerken bana yazacağını söyledi, o önce mektupları yazar sonra zarfa yazarken kime olacağına karar verirmiş, ama yazmadı. odtü mezunu birkaç kafadarın işlettiği ve edebi sohbetlerin yapıldığı cafe antikte değişik şaraplar içtim, kasabanın içindeki bir yerel şarap fabrikasını gezdim, üzümler kötü kokuyordu ama şaraplar pek güzeldi. ayazma'ya gittim, uçsuz bucaksııız bir kum kumsal, adada kum kumsal olur mu? varmış işte. habbele plajına gittim. buralara kasabadan minibüsle gidiliyor ve neredeyse yarım saat tutuyor, ada epey büyük. vapurla yanaşırken görülen keltoşluğu aşınca, adanın içleri yeşil yeşil, göz alabildiğine üzüm bağı. çok şok ediciydi bunu görmek. sonra kaleye çıktım, tam limanın olduğu küçük koya bakan bir kale. biraz bakımsızdı her kale gibi, ama manzara çok güzeldi. gitmeden önceki gün pansiyon sahipleriyle yatık ormana gittik, adanın arka bölümünde deniz kıyısında bir alan, rüzgardan ağaçların hepsi karaya doğru yatık(yatay) büyümüş, çömelerek orman içine girebiliyorsunuz, bazen orada kamp yapanlar da oluyormuş. uzaktan görünen ponente fenerine baktım. ve sonra, kafam tertemiz, ruhum dingin; elimde bir tablo, bi sürü fotograf ve şaraplarla geri döndüm. ah, bir de "gerçekten istersen kaçabilirsin" hissiyle.


Meraklısına Not: yukarıdaki yazı, Temmuz 2006’da diğer blogumda yayınlanmış, noktasına virgülüne dokunmadan taşınmıştır. yazıdan geçen zaman, 2000 yılı yazıdır. Fotograflar ise buradan alınmıştır.

13 Aralık 2007 Perşembe

aşkın sonu cinayettir


pınar kür'le mine söğüt oturmuş uzuuuun bir sohbet yapmışlar, sonra da bunu "aşkın sonu cinayettir" adıyla yayınlamışlar. pınar kür benim en sevdiğim yazarlardan biridir, nicedir yazmasa da (yayınlamasa da), yaptığı taş gibi çevirilerden bellidir hala buralarda olduğu. "neden aşkın sonu cinayettir biliyor musunuz? ya aşk ölür ya da aşıklar".

bu sohbet sırasında pınar kür, tüm yazdığı eserleri ve onları hangi ortamlarda, hayatının hangi dönemleriyle paralellik kurarak ortaya çıkardığını anlatmış. hepsini yalayıp yutmuş biri için çok enteresandı bunları okumak. ben şahsen onun en çok öykülerini (tartışmasız BİR DELİ AĞAÇ) severim. kitapta da diyor zaten: benim daha çok öykülerimi severler, öykülerimi seven de romanlarımı sevmez. bunu okuyunca düşündüm: hakkaten ha, öyküleri başkadır romanları başka. hele son iki romanı -ki bir Türk kadın yazar tarafından yazılmış iki polisiye (bir cinayet romanı-bunun en sevdiği kitap olduğunu söylüyor yazar- ve sonuncu sonbahar)- okumuşum ama pek iz bırakmamış bende. bunları okur da durur muyum, indirdim dipsiz kütüphanemden iki kitabı da bir solukta yeniden okudum. ilki 1989 ikincisi 1992 basımı bu kitapları ben tabii ki ilk baskılarında almışım, hemen de okumuşumdur. sanırım bende bir izi bırakmamaları onları takdir edecek polisiye geçmişimin olmaması. şimdi allahıma binlerce şükürler olsun, deli gibi bir polisiye arşivim var kafamda:) neyse, uzun lafın kısası zamanında da nedense pek ses getirmemiş olan bu iki kitaba, türün meraklısıysanız, lütfen bir şans veriniz. valla iyiler.

(ben bu yazıyı yazdıktan sonra, aynı serinin devamı olarak aynı kahramanlarla 2006 yılında cinayet fakültesi de seriye eklendi)

bu arada, sonuncu sonbahar'dan bir bölüm yazacağım size:

aşktan kurtulmanın gerekçeleri:
bir kere aşk mutluluk getirmiyor.getirmiş gibi görünüyor.getirmiş gibi göründüğü mutluluk bile işlevsel değil.onu, kendisi olmaktan alıkoyan ve kendi denetleyemediği bir keyifler dizisi..bu keyifleri yaşamak zorunluluğu bir yerden sonra yorucu olmaktan da öte, yıpratıcı oluyor.

mutluluk korkusu değil!..asıl korkutucu olan,mutluluk görüntüsünü sürdürmek için gereken çaba.o da ayrı yıpratıyor üstelik.mutsuz olmak daha kolaydı.gerçekten mutsuz muydu zaten?çoktan alıştığı bir oyundu belki.hatta, gerçekleştirdiği kişiliğin en önemli öğelerinden biriydi.aşk olayı tüm düzenini bozdu.yaşamını kendi bildiği gibi sürdürmesi engelleniyor.

kurtulmanın yolları:
a.aşkın nesnesinden uzaklaşırsın
b.aşkın nesnesini gülünçleştirirsin
c.aşkın nesnesini yok edersin

mutsuzluk korkulacak bir şey değil.sürekli değil bir kere,üstelik parıltılı...doruk anlarda, sıradışı olayların ardından yaşanan, aşırı ama eninde sonunda tüketilen ve hatta üretici, yaratıcı olabilen bir duygu. asıl korkunç olan dirliksizlik...her an, her şeyden, belki farkına bile varılmadan duyulan hoşnutsuzluk. aynaya her baktığında suratını asık görmek ve bunun nedenlerini tam olarak bilememek... ya da, önüne koyan meyve tabağını geri ittiğin an, azı dişinin saatlardir usul usul sızladığını ayrımsamak.. dirliksizlik tüketilmiyor, tüketiyor ve sonu yok. bir türlü bitmiyor. her günün her anında inceden inceye var. gözle görülmeyen ama yapışkanlığı hissedilen bir zar gibi sarıyor yaşamı. insanın içine işliyor kışın kuru ayazı gibi.

eee ne diyorsunuz?

12 Aralık 2007 Çarşamba

Tv Yarışmaları-bana sorun ahhh ahhhh

sene 2005, iki işimin arasında işsiz kaldığım bir dönemde, kafamda binbir tilki dolaşırken ve bunların hiçbirinin kuyruğu birbirine değmezken, günler yağ kıvamında ağır ağır köpürerek akarken ve geride hiç bir şey kalmazken koca bir kalp kırıklığı lekesinden başka.... ben kalkıp pasaparola yarışmasına girmek için başvurdum. yani verilen telefon numarasını arayıp üç abuk soruya doğru cevap verdim. sonra arayıp ön elemeye çağırdılar. maslak-ayazağa taraflarında, stüdyoların olduğu yere gidip bir izbe kafeteryada bi grup insan-genç/ yaşlı/ başı bağlı/açık saçık- masalarda oturup bir çark soru tamamladık (her harften bir tanım sorulan bir takım soru). sonra arayıp çekime çağırdılar. gittim. saçımı ben yaptırmıştım, makyajımı orada yaptılar. ben sunucu metin uca iken başvurmuştum, arada değişip mehmet ali erbil olmuş. neyse. ekiplere yardımcı olarak katılan ünlüler haziran gecesinin oyuncuları, özcan deniz hariç. asıl rakibim ise manisa'dan gelmiş emekli bir hanım öğretmen-ki kendisi bir yarışma delisiymiş, katılmadığı yarışma kalmamış ve bana ayrılırken "havasına alışınca bak sen de hep katılmak isteyeceksin" diyecek ama başlangıçta bunu bilmiyorum. daha tanışma faslında kadın çıkarıp koca bi sepet elma veriyor mehmet ali erbil'e, yaşadığı yerden bol bol selam sevgi ve elma getirmişmiş. mehmet ali şaşırıyor, bunlar pamuk prensesin elmaları gibi deil dimi yersek ölmeyis filan diyor gülünüyor. sonra bana dönüp "sen ne getirdin niye getirmedin" diye haşlıyo beni. herşey film gibi diyicem ama zaten film içindeyiz, bu yüzden aldırmıyorum :) yarışma bölümü başabaş geçiyor ama onların masası 4 saniye öndeler. olabilir, önemli değil ben kendime güveniyorum. çarka geçiyoruz günün kazananını belirlemek için. hiç heyecanlanmıyorum ama kulaklıklardan ses yankılanarak geldiği için başta bir algılama problemi yaşıyorum sonra geçiyor. süre içinde 21 sorunun 21 ini de doğru biliyorum (bu önemli bişey çünkü genelde 13-14 bilen günün kazananı olabiliyor). sıra öğretmen hanıma geliyor. çark onun için de okunuyor, izliyorum. hatun ben nasıl bildiysem hepsini biliyor. son soruda "yapılması güç olan" tanımına ben "zorlu" demiştim, doğruydu, o" zahmetli" diyor ve mehmet ali'nin "ah üzgünüm kabul edemeyeceğim" demesiyle kadın bir pantere dönüşüveriyor "nasıl olur?bunu da kabul etmelisiniz ben 600 km yoldan geldim" filan gibi takip edemeyeceğim bir makinalı tüfek edasıyla söyleniyor, o sırada çekim kesiliyor kulaklıklı çekim ekibi sağından solundan kablolar sarkan bi grup insan karanlıklardan çıkıp filan ortada toplanıyor fısfıs birilerine soruluyor koca kitaplar açılıyor kitap sayfaları hışırdatılıyor ben bakıyorum. sonuç: kabul ediliyor. yani, ben 21/21 rakibim 21/21. daha önce olmamış bişi bu. ve onlar gene o 4 saniye yüzünden galip sayılıyorlar. şaşkınım. mehmet ali bana sarılıyor, çok iyiydi diyor. omuzunda kilolarca ağırlıkta kamerası kameraman geliyor "abla böylesi görülmedi, görülmez, sen mirasa katılsana" diyor (miras, aynı şirketin diğer kanala yaptığı gani müjdenin sunduğu yarışma) gülüyorum, bakarız diyorum.

ertesi hafta beni onlar arıyorlar ve "miras"a davet ediyorlar. miras, pasaparola filan gibi değil epey kazık bi yarışmaydı. fazla iddialı değildim yani. gene aynı stüdyoda çekimlere katıldım, saçımı başımı makyajımı gene orada yaptılar. çekim başladı. gani müjde sevimli güleryüzlü kısa boylu ve alçak tonda konuşan bi adam. ilk turda biri gitti, ikincide biri gitti derken gani müjdenin sesi gitti. valla. adamcağızın sesi çıkmıyo. kenara aldılar, ara verdiler, bişiler içirdiler filan uzandı bekliyoruz hepimiz. yavaştan seyirciler huzursuz olmaya başladılar ara uzadıkça. derken biri bana "siz bana pek tanıdık geldiniz, nerde görmüş olabilirim sizi" dedi. ilk sırada oturan yaşlı kadınlar torbalarından domates-peynir filan çıkartıp yemeye başladılar. elemanlar güya ışıkları ayarlar gibi yapıyolar filan ama belli bi gariplik var. derken yönetmen çıkıp "çekimi kesiyoruz, kusura bakmayın, iki gün sonra şu saatte gene burda olun aynı giysiler ve takılarla gelin" dedi. herkes tıpış tıpış çekildi. iki gün sonra gene gittik, saçımı başımı makyajımı gene aynı yaptılar. neyse düzelmişti gani bey, üçüncü turda ben elendim. bana bi kitap verdiler. gani müjdeye imzalattım. bu sefer kalbim kırılmamıştı, elenen yarışmacılardan birini de alıp arabayla yola çıktım. daha maslak yoluna çıkmamıştım ki, önümdeki araba durunca ben de durdum ama arkamdaki duramadı.. yani küttedenek çarptı adam bana. arabam yeni, nası bi sinirlen indim gözüm döndüydü bi anda, adam indi kendi arabasından ve dedi ki : işten çıktım kafam dalgındı tamamen benim suçum özür dilerim. buyrun. ya havle dedim sustum. bu kadar teslim olmuş bi adama bağırmanın zevki de yok. polis bekledik filan, sonra fotokopiler çektirdik birbirimize verdik sigorta için. el sıkışıp ayrıldık. bu da bööle bi maceraydı. bu arada miras'ı da seyredemedim.

Meraklısına not: bu yazı eski blogumda yayınlanmıştır, aklıma geldi, sizinle de paylaşayım dedim :)

Meraklısına ikinci not: burada pasaparola yarışmasının internet versiyonu var :) fotograf aradım, bulamadım.

Meraklısına üçüncü not: evet, bu yıl da "kim beşyüzbin ister"e katıldım :) o ayrı bir hikaye.