
bozcaada, kişisel tarihimin ilk kaçış hikayesine evsahipliği yapmış yerdir. o kadar çok o kadar çok sıkılmıştım ki, o dönemler evliydim ve herşeyden çok sıkılmıştım (anladığınız üzere sonra boşandım), birgün aniden o hafta izne çıkabileceğimi farkettim. sonra da hiç gitmediğim ama adını duyup, hakkında birkaç gazete haberi okuduğum bozcaada'ya gitmenin hiç de imkansız olmadığını. zaten yerimde otururken değil, otobüs garlarında ve havalimanlarında hep aynı duyguyu hissederim: "nereye gidiyor olursan ol, bak daha bi sürüsü var! niyetlenmene bakar! hadi koçum, kim tutar seni! değer mi daralmana, al bavulunu git nereye istersen"... neyse, küçük bir araştırma sonucu bozcaaada'ya geyikli iskelesinden gidlidiğini, oraya kamil koç'ların gittiğini, sabaha bir arabada yer olduğunu, bir tanıdıktan aldığım bozcaada'daki bir pansiyon telefonundan ulaştığım kişiden pansiyonda yer olduğunu, rezervasyona gerek olmadığını öğrenmiştim bile. o gece çantamı hazırladım, defterimi aldım, eşimin şaşkınlığından itiraz edememesinden faydalanarak sabah otobüse bindim. elimde o dönem yeni çıkmış üç aynalı kırk oda. istanbul'dan tekirdağ'a doğru giden bir otobüsteyim, elimdeki kitabı okumayı bir an bırakıp camdan dışarıya bakıyorum, gözalabildiğine ayçiçek tarlaları, rüzgarda hafif hafif sallanıyorlar. o anda şu geçiyor aklımdan: evet ya, gittim ben, bu kadarı bile yeter, şimdi dönsem bile yetecek bana.
ama dönmüyorum. geyikli'de iniyorum otobüsten, feribot saatine 3-4 saat varmış, köy kahvesinde çay içiyorum. deniz kıyısında çantama yaslanıp üzerimde kırmızı kareli elbisemle kumlara oturup denize bakıyorum, güneş ısıtıyor bedenimi, benden iyisi yok. kaçağım ya ben, kaçağım, ne güzel. feribotla adaya geçiyoruz. ada uzaktan görünmeye başlıyor ki, o ne? sapsarı, adındaki "boz"un nereden geldiği anlaşıldı, keltoşş bi ada bu. alla alla. bu adada şarap yapılmıyor muydu?...
ama dönmüyorum. geyikli'de iniyorum otobüsten, feribot saatine 3-4 saat varmış, köy kahvesinde çay içiyorum. deniz kıyısında çantama yaslanıp üzerimde kırmızı kareli elbisemle kumlara oturup denize bakıyorum, güneş ısıtıyor bedenimi, benden iyisi yok. kaçağım ya ben, kaçağım, ne güzel. feribotla adaya geçiyoruz. ada uzaktan görünmeye başlıyor ki, o ne? sapsarı, adındaki "boz"un nereden geldiği anlaşıldı, keltoşş bi ada bu. alla alla. bu adada şarap yapılmıyor muydu?...
iskelede iniyorum arabalı vapurdan, küçük şirin bir liman.fazla kalabalık yok. feribottan telefonla görüştüğüm pansiyon hemen iskelenin karşısında, tabelasını görüyorum, bi seviniyorum :) yürüyorum pansiyona, altı da balık restoranı, allaaaah diyorum içimden, konuştuğum adamı buluyorum, "ben geldim" diyorum ki geldiğim belli zaten, ama adam "aaa ben son odayı sattım yer yok" demez mi beğenirsiniz?
şimşek gibi düşünceler gelip geçiyor aklımdan: yok hayır, buraya kadar gelmişken dönemem. zaten dönmek istesem de dönemem vapur yok ancak sabaha. geceyi nerede geçireceğim?
adama bunların hiçbirini belli etmiyor, kendimden gayet emin ve şirret bir tavırla çantamın üstüne oturuyorum ve kendimi hala şaşırtan şu cümleyi kuruyorum: siz bana gelin yer var dediniz, rezervasyon gerekmez dediniz, bana kalacak bir yer bulmak zorundasınız, yoksa şurdan şurayaa gitmem.
adam şaşırıyor (hep şaşırırlar dimi. ya bigün de biri beni şaşırtsa), sağa sola telefon ediyor bişeyler konuşuyor derken içeriye ayağı tokyo terlikli şortlu gençten biri "biz evde bir oadamızı veriyoruz kiraya, isterseniz bakın" diyor. çaresiz gencin peşine düşüyorum ama gördüğüm manzara pek hoşum agitmiyor, normal bir evin bir odası, bana garip garip bakan yalınayak başıkabak sessiz çocuklar hatırlıyorum. "yok" diyorum, başka bir yer?
genç kafasını önce sallıyor sonra kaşıyor, birinden biri iyi geliyor ki "aaa stafilia var gelin bakalım" diyor. stafilia..hmm bu güzel bir isim. oraya gidiyoruz. pansiyon eski bir rum evinin odaları, tuvaletler aşağıda, lokanta hemen yanda, masada sürahiler içinde şaraplar, rüzgarda uçuşan kareli masa örtüleri, karşıda deniz, sağda solda mumlar; evet diyor içimdeki ses: işte burası.
ve bozcaada'daki 4 günümü bu pansiyonda geçiriyorum.
şimşek gibi düşünceler gelip geçiyor aklımdan: yok hayır, buraya kadar gelmişken dönemem. zaten dönmek istesem de dönemem vapur yok ancak sabaha. geceyi nerede geçireceğim?
adama bunların hiçbirini belli etmiyor, kendimden gayet emin ve şirret bir tavırla çantamın üstüne oturuyorum ve kendimi hala şaşırtan şu cümleyi kuruyorum: siz bana gelin yer var dediniz, rezervasyon gerekmez dediniz, bana kalacak bir yer bulmak zorundasınız, yoksa şurdan şurayaa gitmem.
adam şaşırıyor (hep şaşırırlar dimi. ya bigün de biri beni şaşırtsa), sağa sola telefon ediyor bişeyler konuşuyor derken içeriye ayağı tokyo terlikli şortlu gençten biri "biz evde bir oadamızı veriyoruz kiraya, isterseniz bakın" diyor. çaresiz gencin peşine düşüyorum ama gördüğüm manzara pek hoşum agitmiyor, normal bir evin bir odası, bana garip garip bakan yalınayak başıkabak sessiz çocuklar hatırlıyorum. "yok" diyorum, başka bir yer?
genç kafasını önce sallıyor sonra kaşıyor, birinden biri iyi geliyor ki "aaa stafilia var gelin bakalım" diyor. stafilia..hmm bu güzel bir isim. oraya gidiyoruz. pansiyon eski bir rum evinin odaları, tuvaletler aşağıda, lokanta hemen yanda, masada sürahiler içinde şaraplar, rüzgarda uçuşan kareli masa örtüleri, karşıda deniz, sağda solda mumlar; evet diyor içimdeki ses: işte burası.
ve bozcaada'daki 4 günümü bu pansiyonda geçiriyorum.

sonra odama çıkıyorum, küçcücük bi oda ama temiz. bir yatak, bir sandalye, tek kapılı ceviz bir dolap var. perdeler beyaz, uçları oyalı, yatak sokağa bakan pencerenin kıyısında. pencerenin önünde bir girinti var, pek severim bu girintileri, yastığı at oraya çekirdek çitleyerek sokaktan geçenlere laf at :) ilk akşam yemeğimi stafilia'nın yerinde yiyorum. yorgo dalaras çalıyor, bayılıyorum:) sanki herşey benim hoşuma gitsin diye sihirli bir el tarafından ayarlanmış gibi. pansiyon sahibi, genç yaşta emekli olduktan sonra istanbul'dan kalkıp buraya yerleşmiş bir çift, onlarla sohbet ediyorum, ne yapılır nereye gidilir diye. minibüslerle ayazma'ya gitmemi tavsiye ediyorlar önce, kale'ye de bir çıkmalı, antik kafe atlanmamalı ve bir de yatık ormanla deniz feneri-ponente feneri- ama oraya vasıta yok, vakitleri olursa birlikte gidebiliriz diyorlar bu sırada sürahiden ev şaraplarımızı içiyoruz su niyetine, ama sarhoş olmuyor insan. odama dönünce, mis kokulu bir temiz çarşafın ve kendi isteğinle gittiğin yabancı bir yerde olmanın verdiği huzurla hemencecik uyuyorum..

sonraki günler suratımda bi gülümseme ile geçti. bozcaada'nın sokaklarını arşınladım, fotograflar çektim, almayadan emekli olup oraya yerleşip dünyanın en güzel pansiyonlarından birini işleten özcan hanımla kendisinin resim galerisinde tanıştım, o sıradaki karma bozcaadalı ressamlar sergisinden bir tabloya bayıldım, orada olduğum hergün bir kez gidip o tabloya baktım ve dönüşte onu aldım. satın aldığım ilk tablo, kaçabileceğimin sembolü, yatağımın ayakucunda asılı, her sabah uyanınca ona bakıyorum. rengigül resim galerisinde çalışan çanakkaleli üniversiteli kızla arkadaş oldum, dönerken bana yazacağını söyledi, o önce mektupları yazar sonra zarfa yazarken kime olacağına karar verirmiş, ama yazmadı. odtü mezunu birkaç kafadarın işlettiği ve edebi sohbetlerin yapıldığı cafe antikte değişik şaraplar içtim, kasabanın içindeki bir yerel şarap fabrikasını gezdim, üzümler kötü kokuyordu ama şaraplar pek güzeldi. ayazma'ya gittim, uçsuz bucaksııız bir kum kumsal, adada kum kumsal olur mu? varmış işte. habbele plajına gittim. buralara kasabadan minibüsle gidiliyor ve neredeyse yarım saat tutuyor, ada epey büyük. vapurla yanaşırken görülen keltoşluğu aşınca, adanın içleri yeşil yeşil, göz alabildiğine üzüm bağı. çok şok ediciydi bunu görmek. sonra kaleye çıktım, tam limanın olduğu küçük koya bakan bir kale. biraz bakımsızdı her kale gibi, ama manzara çok güzeldi. gitmeden önceki gün pansiyon sahipleriyle yatık ormana gittik, adanın arka bölümünde deniz kıyısında bir alan, rüzgardan ağaçların hepsi karaya doğru yatık(yatay) büyümüş, çömelerek orman içine girebiliyorsunuz, bazen orada kamp yapanlar da oluyormuş. uzaktan görünen ponente fenerine baktım. ve sonra, kafam tertemiz, ruhum dingin; elimde bir tablo, bi sürü fotograf ve şaraplarla geri döndüm. ah, bir de "gerçekten istersen kaçabilirsin" hissiyle.
Meraklısına Not: yukarıdaki yazı, Temmuz 2006’da diğer blogumda yayınlanmış, noktasına virgülüne dokunmadan taşınmıştır. yazıdan geçen zaman, 2000 yılı yazıdır. Fotograflar ise buradan alınmıştır.
Meraklısına Not: yukarıdaki yazı, Temmuz 2006’da diğer blogumda yayınlanmış, noktasına virgülüne dokunmadan taşınmıştır. yazıdan geçen zaman, 2000 yılı yazıdır. Fotograflar ise buradan alınmıştır.