.

.
neler oluyor hayatta etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
neler oluyor hayatta etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2009 Salı

uy Karadeniz II

bugün Trabzon'un kurtuluşu, bugüne not düşmesem olmaz diye düşünüp öğle tatilimden erken geldim. geçen yıl bunları yazmıştım "Uy Karadeniz" başlığı ile: hatırlamak için burayı tıklayabilirsiniz. bu yıl bunlara ek olarak eklenecek bi tek Kolbastımız (Hoptek de deniyor) var :) ilk seyrettiğimde dehşete düştüğüm, sonra alıştığım, çok eğlenceli ve enerjik bir dans. bu yıl Trabzonspor'un kendi sahasındaki maçlarda, devre arasında Karadeniz Teknik Üniversiteli gençlerin kolbastı ekiplerinin oynaması ve takım galip geldiğinde maçtan sonra futbolcuların sahanın ortasında toplanarak oynamaları ile popüler bir hale geldi. bir Trabzonsporlu olarak, son zamanlarda seyretmekten en zevk aldığım kolbastının bu olduğunu da ifade edeyim :)


Geçenlerde Trabzonsporluların maç sonrası bu danslarını içeren videonun Macaristan'da izlenme rekoru kırdığına dair bir haber okumuştum. şimdi baktım ama linkini bulamadım, bulursam onu da eklemeliyim buraya. size iki değişik kolbastı şov, şimdilik: teletubbies'lerin kolbastı dansı için buraya, kolbastının genç temsilcisi Sinan Yılmaz'ın kolbastı klibi için de buraya tıklayabilirsiniz.


Alakasız bi soru: Trabzonspor deyince aklıma Sivasspor, Sivasspor deyince de Bülent Uygun geldi. Sizce de Bülent Uygun "Benim Annem Bir Melek" dizisinde dolmuş şöförü Artist (Artiz)karakterini canlandıran Ufuk Özkan'a benzemiyor mu? Artiz bir çıkıyor ekrana, saçlar jöleli ve dik, gözünde sarı camlı güneş gözlükleri, ben valla pek benzetiyorum.

10 Kasım 2008 Pazartesi

..

Az bilinen fotograflarından biriymiş bu. görünce çok hoşuma gitti. saygıyla, sevgiyle.

3 Kasım 2008 Pazartesi

ortaya karışık, something turning and burning

-kışın gelmesine en çok desenli çoraplar giyebileceğim için seviniyorum desem? bunu da az önce yazıya hangi fotografla başlasam diye düşünürken, yukarıdakini görünce farkettim desem?

-iznim bitti, bu sabah işe geri döndüm. insan zaman zaman (hadi çoğu zaman) ayakları geri geri gitse de masasını özlüyormuş arkadaş. şaşırdım. yarın da iki günlük bir eğitime katılıyorum. ne zamandır isteyip de gidemediğim bir konu: emotional freedom techniques (duygusal özgürleşme teknikleri) yani EFT (elektronik fon transferi değil yani). bakalım nasıl bişeymiş? geçen yıl katıldığım yaratıcılık seminerleri kadar açılımlı bişeyler bekliyorum. böyle açılayım açılayım istiyorum. --ilk derste "bu eğitimden beklentiniz" derlerse, bunu desem ne olur acaba? hmmm-

-Mustafa filmine gittim geçen hafta, merakımdan. fena değildi. niye sinemada gösteriyorlar ki? versin ntv belgesel saatinde, daha iyi. belki 10 kasımda verirler. film boyu can bey bırbırbır konuşuyor, hiç canlandırma sahne yok, aralarda eski fotograflar, eski görüntüler filan. insan yönü mü dediniz? misal, Ata'm karanlıkta yatamazmış, bunu duyunca kendimi ona yakın hissettim. bir de karanlıkta yatamayan bir amcam vardı, asker emeklisiydi o da, ne zaman bize gelse koridorun ışığını açık bırakıp yatardı, anlayamazdım, rahmetli oldu kaç yıl önce, bi de onu kendime yakın hissettim, şevkatle andım onu. bir de hiç bilmezdik Libya'da Atatürk gözünden yaralanmış ve sol gözü görmez olmuş, bir arkadaşına yazdığı mektupta "doktorlar açılacağını söylüyorlar ama ben ziyadesiyle ümitsizim" diyor, bu yarayı ömür boyu taşımış. ne içmesi ne kendini yalnız ve mutsuz hissetmesi (ki geçen gün biri yazmıştı, "giyim kuşamı ve düşünceleriyle zamanının 50 yıl ötesinde olan bir adamın kendini yalnız hissetmesi doğal değil mi" diye) onun yaptıklarını hafifletir, abartmayalım-abarttırmayalım.

-dün akşam saat 18.30 civarı birinci köprüden eve dönüyoruz. trafik keşmekeş, haftasonu ve hava güzeldi ya. bi de metrobüs yolu diye iki şeridi yiyiverince, yol iyice dar oldu. neyse, yanyana dura dura gidiyoruz arabada. ben arabayı kullanmamanın verdiği rahatlıkla etrafa bakıyorum. önce solda bir kırmızı araba görüyorum, skoda galiba. sürücüsü kulağının arkasına KGS kartını koymuş. komiğime gidiyor, kendi kendime "laz mısın amcaa" diye gülmeye başlıyorum. araba az ilerliyor, bi bakıyorum plaka 61. güler misin ağlar mısın? başımı bu sefer sağ tarafa çeviriyorum. vıjjj diye bir siyah cip yanaşıyor yan tarafa, genç sakallı bir oğlan kullanıyor. yanında da türbanlı bi kız, gülüşüp duruyorlar. aaa bir bakıyorum sürücü oğlanın beyaz çoraplı ayağı sol yan aynanın önünde. adam ayakkabısını çıkarmış aynaya dayamış ya. yuh ayı, başka istanbul yok demek istiyorum, demiyorum kahretsin. en iyisi galiba arabayı kullanıp önüne bakmak.

-arabayı kullanıp önüne bakmak dedim de, iki hafta oldu bitireli ama hala etkisind eolduğum bir kitap var: Körlük. Portekizli nobelli yazar Jose Saramago'nun, filmi bu yıl Film Ekimi'nde gösterilen romanı. bir adam (romanda kimsenin adı yok, bakıyorsunuz hakikaten de adlara gerek yok) kırmızı ışıkta duruyor direksiyon başında, birden kör oluyor. sonra ona yardım eden adam, karısı, gittiği doktor, doktorun bekleme odasındakiler, herkes, bir bir. bir tek doktorun eşi kör olmuyor. bu salgını önlemek için başlangıçta, kör olanları eski ve terkedilmiş bir akıl hastanesine koyuyorlar. ama hastane giderek kalabalıklaşıyor ve kör olunca kurallar nasıl anlamsızlaşıyor adım adım merakla okuyorsunuz. ben çok etkilendim bu kitaptan.

-haberleri seyretmiyorum bugünlerde, sürekli bir ucubelikler olup bitiyor etrafta, tutulup kalıyorum. ıslak fare suratlı üzmez'i üzmüyorlar da, karısı da üzülmüyor pişmiş kelle gibi gülüyor hala adamın yanında. bu tarafta babasının tacizinden şikayetçi olan 20 yaşındaki kızı, ifadesini alıp evine geri yolluyorlar, iki erkek kardeş içeride oturuyor da baba kızı öldüresiye dövüp 15 yerinden bıçaklayıp boğazını kesiyor. kız hala gülümsüyor haberdeki fotografından ince ince. benim de boğazımı kesiyorlar sanki. biri bu hikayeyi yazsa, inanmaz insan. başka bir haber, zorla evlendirmek istiyorlar 16 yaşında bir kızı, kız istemiyor, buyrun ailesi odaya kilitliyor, odada nişanlısı tecavüz ediyor, bakıyorlar. hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı değildir, değil mi? ama bu kadarı da fazla artık.

25 Ekim 2008 Cumartesi

beni okumak da mı yassah?

ne güzel izne çıkmışım perşembe günü, haftaiçi İstanbul'da olmak bi garip gelmiş zaten, hergünü sürekli cumartesi sanıyorum, oturdum dün akşam bişeyler yazayım diye, aaaaa.. blogger kapanmış. benim sayfam da. onunki de. şu da. bu da. o da. aaaaaa. niye ya? Diyarbakır'da bir mahkeme topumuzun sakıncalı olduğuna karar vermiş diye. altından ne çıkacağını merak ediyorum.

ama buradayız işte. hahay.

14 Ekim 2008 Salı

memnun piyasa fotografı

ay bu fotografı görene kadar hiç bu kadar güleceğim yoktu doğrusu.. o gazete sitesi senin bu haber sitesi benim gezerkene internette, ciddi bir haber sitesinde "piyasalar önlemlerden memnun" başlıklı bir haber gördüm. valla piyasalar bayağı bi memnun hakikaten şu son önlemlerden, hani ülkeler bankalara milyar milyor dolar ve avro yardım yapacaklar ya, bu sabahtan beri borsa morsa coşmuş halde. kara bulutlar şimdilik yavaş yavaş dağılıyor gibi. şimdi de aşağıda lütfen haberin fotografına bakın siz.

gene gülme geldi fotografı görünce. yahu bu hanımlar piyasayı mı temsil ediyorlar? nassi yani? bankacılar mı? yok yahu, hiç bankacı gibi giyinmemişler. gerçi şu bi tek hunisi eksik hallerinden bankacıya da benzetmiyor değilim hani...

ilahi cnntürk. kopardın beni. takipçinim bundan sonra.

24 Eylül 2008 Çarşamba

tutkuları olanlar için hayat kısadır


Beşiktaş'lı değilim, ama severdim Kazım Kanat'ı, onun "acemi" aşk yazılarını. Tambur çalmayıo öğrenmeye başlamışken, yıllardır savaştığı kanserden değil de, klimadan kaptığı zatürreden gideceği kimin aklına gelirdi? Ruhu artık teknesi Meleğim ile özgürce dolaşacak koylarda, güle güle Kazım abi.
Meraklısına Not: Son yazısı ve arşivi için buraya.

11 Eylül 2008 Perşembe

okapi







Geçenlerde sevgili Vladimir çocukluğumuzda oynadığımız oyunlardan nbahsetmişti de, "isim-şehir" oyununun nostalji rüzgarında, ben de kendi "isim-şehir" maceralarımı anımsamıştım. her harften her bir şeyi bulmak gerçekten zordu, hele büyüklerle oynuyorsan doğal bir dezavantajın vardı. mesela P harfinden Paris dışında şehir insanın aklına gelmez, Polatlı dersen karşı taraf "ama orası ilçeee" derdi. sahi, Polatlı hala ilçe di mi? zamanımızın bir sürü ilçesi furya furya şehir oldu da. Türkiye'nin kaç ili var sorusunda insan duraklamadan cevap veremiyor artık. neyse, bu isim-şehir oyunlarından birinde O harfinde hayvan sorusuna sevgili eniştem "okapi" demişti de nasıl mızıkçılık yapmak istemiştim, onu hatırladım. o zaman tabii gugıl abi filan da yok, açıp tabure gibi ansiklopedileri bakmıştık okapi nedir diye. çok az bir açıklama ve siyah-beyaz soluk bir fotograf görmüştük, gözümde bişey canlanmamıştı. çocukluk işte, sonra unuttum okapiyi. aaa bugün bi baktım internet sitelerinde bir haber: okapi denen hayvan 50 yıl sonra ilk kez doğal ortamında görüntülenmiş. çok mahcup bir hayvanmış kendileri, kafası zürafaya bedeni de zebraya benziyormuş. sadece Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin kuzeydoğusunda yaşayan okapinin fotoğrafları Virunga ulusal parkında çekilmiş. dünya ne tuhaf. şükürler olsun ki dün yok olmadı.




23 Haziran 2008 Pazartesi

arapcami sahili

işe her sabah kadıköy'den karaköy motorlarını kullanarak gidiyorum. motorlar karaköy'de galata köprüsünün iç tarafındaki, arapcami'ye yakın iskeleye yanaşıyorlar. inip de caddeye kadar yürüdüğümüz yerde önce bir açıklık var, tek tük ağaçlar ve kediler oluyor sabahları, yanda balıkçılar (bazen sabahın erken saatlerinde gelmiş ve leğenlerde kenarlarından akan suyla oynayan balıklar), az ileride perşembe sabahları gelip yere uzanan yaşlı bir teyze ile bir tabureye oturmuş iki büklüm bir dede mırıl mırıl dualar okuyarak dileniyorlar. sabah mahmurluğu ile herkes hızlı adımlarla başları önde geçip gidiyor bu manzaradan. derken zincirler, vidalar, pnömatikler, kilitler vesaire binbir çeşit alet edevatın olduğu dükkanların önünden geçiyor yol. sabah dükkanların önünü suyla yıkayan ve kimbilir kaç yıllardır birbirini tanıyan esnaf birbirine laf atıyor şakalaşıyor çay içiyor filan. derken caddeye çıkıyoruz, köşede simitçi. isterseniz simitin içine zeytin ezmesi, bal-kaymak, peynir sürüp veriyor. manzara yaz-kış bu minvalde akıp gidiyorken geçen sabah iskeleye yanaşırken sahilde şunu gördüm.



anlayamadım nedir diye. gittim yakından baktım, herhalde kenardaki kayığın da sahibi olan adam da bana poz verdi.


gidip konuşamadım soramadım. arkasında s'si ters bir "karaköy hatırası" yazısı görsem, grup fotografı çektirmek için ayarlanmış diyeceğim. sandalyeler karşı yöne baksa, sahnedir herhalde bişiler yapıyorlar diyeceğim. anlamadım vesselam. dağılmış bir taşra gazinosundan mıdır, artık kimselerin dinlemediği hanendelerin şarkılarının izlerini taşır, bilemedim. sizce nedir?

8 Mayıs 2008 Perşembe

ülkemizde ayakkabının tarihi ve Kadından Kentler



herkese merhaba :) sağ salim gittim döndüm, yol yorgunluğunu attım, işe başladım, yoğun bir hafta geçirdim, resimlerimi yeni indirdim ve aklımdakileri yazmak için oturdum sonunda. gezi anılarını anlatmadan önce dün otobüste (benim meşhur çift katlı 202'lerim) şahit olduğum bir konuşmayı yazmaya karar verdim, ertelersem unutacağım çünkü. akşam iş çıkışı her zamanki saatte her zamanki şöförüyle gelen otobüsüme bindim. merdivenlerin yanında tek kişilik yan koltuğu boş yakalayınca çok sevindim (çünkü kitabımı çıkarıp okurken ve otobüs tintintin giderken bir süre sonra öyle bir uyku basıyor ki, burada oturunca başımı merdivenin yan duvarına yasladığımda çok rahat ediyorum), geçtim oturdum. tam karşımdaki ikili koltukta iki bitirim genç oturuyor, 20'li yaşlardalar. biri daha bıçkın, ayağını öndeki koltuğun kenarına koymuş, bir eliyle tespih çeviriyor ve yanında biraz daha süklüm püklüm oturan gence bişeyler anlatıyor. pek ilgilenmedim onlarla, açtım kitabımı okuyorum (kitabımı birazdan anlatacağım). o sırada osmanbey'den geçiyoruz, erol ayakkabıcısının önünden. tabelayı görünce biri ötekine "yuh lan, baksana" diyor. çaktırmadan ben de bakıyorum, erol ayakkabıcısının tabelasında afili bir yazıyla "erol, since 1946" yazıyor. tespih çeviren ötekine dönüp "yalan işte bu lan" diyor. yalan olan nedir anlamıyoruz. "ha" diyor öteki, o da başlıyor açıklamaya ballandırarak, "oğlum Türkiye'de 1946'da ayakkabı mı vardı lan" diyor ve takdir bekler gözlerle etrafa bakıyor. gariban olan biraz şüphelenmiş gibi, "yok mudur" diyor. bu sefer bu daha üste çıkıyor "yoktu tabi lan, lastik giyiyolardı, Türkiye'de ayakkabı olsun olsun 50 yıldır filan vardır, 1946 lan, daha neler". diğeri alt dudağını büküyor, hala şüpheli gibi, "sahi mi" diyor. bizimki iştahla, sesini biraz daha artırarak "tabii" diyor, "ayakkabı çok yeni bişey. kızılderililer ne giyiyodu düşünsene, afrikada hala bazı kabileler var, gidiyosun ayakkabı diyosun, bilmiyolar".. sanırım bu tarih dersine çeşitlendirerek devam edecek ama cep telefonu çalıyor, sohbet kesiliyor. bugün nette araştırdım, Türkiye'de ayakkabının tarihini, merak eden burayı tıklayarak okuyabilir. ama onu okumadan da biliyoruz ki, 1946'da pek de güzel ayakkabılar vardı. şimdi bu genç dalga mı geçiyordu yoksa çok genç ve cahil bir ana-babası olduğundan 1946'da allah bilir dinazorlar da var mı sanıyordu bilemeyeceğiz. bilmem işte, takıldı aklıma. salak çocuk. bi de onun sayesinde geçen sene Londra'da bir ayakkabı sapığının olduğunu öğrendim, iyi mi? bakın ne yapıyormuş bu sapık:

İngiltere'de sokakta kadınlara saldırıp zorla ayakkabılarını alan fetişiste bir yıl hapis cezası verildi. 26 yaşındaki otomobil tamircisi Ömer Abd El Gowd'un, kurbanlarını sokakta bir süre takip ettikten sonra saldırıp ayakkabılarını aldığı belirtildi. 12 yaşından bu yana bu suçu işlediği belirtilen Abd El Gowd'un, kadınların ayakkabıları daha modaya uygun olduğu için, Stockton-on-Tees kentinden başkent Londra'ya taşındığı da ortaya çıktı. Tamircinin tutuklandığı sırada ev ve işyerinde yüzlerce çift ayakkabı ele geçirildiği, koleksiyonun son 15 yılda ayakkabı modasında meydana gelen tüm değişiklikleri yansıttığı belirtildi. Ayakkabı fetişisti mahkemede kurbanlarını değil ama ayakkabıları çok iyi hatırladığını söyledi. Yargıç Colin Smith ise Abd El Gowd'un kadınlara zarar vermek niyetinde olmadığını, ancak işlediği suçun kadınlar için gerçek bir 'travma sebebi' olduğunu belirterek, bir yıl hapis cezasını bu nedenle uygun gördüğünü açıkladı. Abd El Gowd'un cezası ertelendi.


mazallah, Allah sapığa çattırmasın:) bu arada okuduğum kitaptan bahsedeceğim demiştim, okuma hızında yazan Murathan Mungan'ın son kitabı KADINDAN KENTLER kitabından bahsedeceğim. Çok beğendim ben bu kitabı. Türkiye'nin farklı bölgelerindeki kadınları anlattığı öykülerde, tüm kadınlardan bir parça var bizden. kadın duyarlığını bu kadar iyi yansıttığı için mi bilmem, zaten hep beğenirim onun yazdıklarını. ama bu kitabı çok daha özel, çok daha mahrem sanki. bir söyleşisinde " Kitabı insanların bağrına basmasını isterim. Yani böyle okula giden çocukların kitaplarını tutma şekli vardır, bu kitap hep gözümün önüne insanların göğsüne bastırdığı kitap olarak geliyor." demiş, kitabı bitirdiğimde ben de tam böyle hissettim, alıp bağrıma basmak istedim. lütfen atlamayın bu kitabı. ah, bir de Radikal'in Cumartesi ekinde yayınlanan şu söyleşiyi de okuyun.


Murathan Mungan'ın kadınlar üzerinden yazdığı Türkiye haritasını okurken ben Şam'da iş gezisindeydim. Şam'daki halimi de anlatacağım, azz sonra :)

21 Nisan 2008 Pazartesi

feed me simon, feed me!


bu öğlen kendimi işyerinden bahar havasına son hızla atıp yürümeye başladığımda, tam trafik ışıklarına geldiğimde zınk diye durdum. cuma günü orada olmayan bir şey vardı tam köşede. durdum, başımı yana eğip baktım, kendi kendime güldüm. aklıma "little shop of horrors-küçük korku dükkanı" filmi geldi, sonra da ülker (bu filmi çok severdi, audrey'in repliğini şarkı diye söylerdik ve ellerimizle dudağın hareketlerini yapardık. bu yüzden bir sessiz sinema oyununda sadece el hareketini yapınca filmin adını bilmiş ve karşı gruptan neredeyse dayak yememize ramak kalmıştı). bir nevi sweeney todd'du o film, bak şimdi çözdüm, müzikal korku filmi. rengarenk rüküş giyimli zenci kadınlar çılgınca dans edip şarkı söylüyorlardı ve çok genç ama o derece zalim bir steve martin, kişiliğine en uygun işi bulduğundan bahseden bir motosikletli diş hekimiydi. sokağın kendi halindeki çiçekçi dükkanında ise kocaman bir yeşil yaprağın üzerindeki son derece kırmızı dudak simon'dan onu etle beslemesi için şarkılarla kandırmaya çalışıyordu. bu et yiyen bitkinin adı audrey idi. işte bu öğlen bi nevi audrey olan bir kırmızı lale gördüm nişantaşı'nda. ben gördüğümde çok geçti. bahar geldi diye üç gündür açılıp saçılan hanımlardan birini atmıştı bile ağzına. baksanıza kırmızı ayakkabılarına. eli de lalenin köşesinde kalıvermiş. kimse farkında değil. bir ben gördüm sanki.
Meraklısına Not: arkada görünen direğe dolanan örgü sarmaşıklara da dikkat lütfen. Nişantaşı'nda tüm direklere nargile hortumu gibi böyle yeşil örgü sarmaşıklar sarmışlar (bunu da haftasonunda yapmışlar). neden diye sormayın, sanat sanat içindir.
Başlık: metinde geçen filmdeki audrey'in repliği, "besle beni simon, besle beni".

18 Nisan 2008 Cuma

dev laleler





istanbul'da canlı lalelerden sonra dev lale günleri başladı. bu üç saksı nişantaşı'nda tam yolumun üstüne yerleştirilmiş. şehrin başka yerlerinde başka saksılar da varmış, henüz saksı safarisine çıkamadığım için göremedim onları. ama şu küçük rozetlerden oluşan pek şirin doğrusu. ne zaman baksam etrafında birileri yaklaşmış yakından bakıyor oluyor. neşeli bişeye bugünlerde hepimizin ihtiyacı var, değil mi?

9 Nisan 2008 Çarşamba

ismini didikle


azzz önce mail kutuma düşen bir postadan bahsedeceğim. efendim, http://www.ismididikle.com/ adresine gidip isminizi yazarsanız, size isminizle ilgili şu tip bilgileri veriyorlar ki pek eğlenceli.
GÜLÇİN Adının Yaygınlığı

GÜLÇİN Türkiye'de en çok kullanılan 312. isim (... 310. bahadır, 311. olcay, 312. gülçin, 313. muharrem, 314. nilay, ...). Ülkemizde yaklaşık her 1,280 kişiden birinin adı GÜLÇİN ve ismin yaygınlık oranı binde 0.78.

GÜLÇİN adının yaygınlık oranının Türkiye'nin resmi nüfus sayımı sonuçları ve günlük ortalama nüfus artış hızına orantılarsak ülkemizde 09-04-2008 10:37 itibariyle yaklaşık 55,312 kişinin isminin GÜLÇİN olduğu ve GÜLÇİN isimli kişi sayısının her yıl ortalama 927 kişi arttığı tahmini yapılabilir.

GÜLÇİN isminin Amerika Birleşik Devletindeki yaygınlık oranını hesaplarken bu isme elimizdeki Amerikan veritabanındaki 702,203 kişi arasında hiç rastlayamadık. Bu nedenle ismin Amerika Birleşik Devletindeki yaygınlık oranın bir milyonda 1.4'ten dahi az olduğunu ve Amerikada toplam 400'den az sayıda GÜLÇİN yaşadığını tahmin ediyoruz.

GÜLÇİN Türkiye'nin en yaygın 312. ismiyken, Amerika Birleşik Devletinde en yaygın 312. ad ise Marion ismi. GÜLÇİN adının yakın kullanım oranına sahip diğer Amerikalı isim kardeşleri arasında 310. Robt 311. Tracy 312. Marion 313. Ricardo 314. Brett isimleri de sayılabilir.
Ayrıca, isminizin körler ya da işitme engelliler alfabesindeki karşılığını, veya mors alfabesindeki halini yahut da yukarıda gördüğünüz üzere barkod halini de görebiliyorsunuz. üstelik isminize kafiyeli isimler listesi de var. tam yemek öncesi, şu kasvetli istanbul öğlenim renklendi valla. size de iyi eğlenceler :)
"İsmiDidikle.com'dan alınmıştır" yazılarak bu ilginç, doğru ama gayet de gereksiz bilgi serbestçe dağıtılabilir ve kopyalanabilir.

29 Şubat 2008 Cuma

Hindi Dustin'i takdimimdir

Sonunda ben de inandım artık suyunun çıktığına. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın “milli meselesi” erovizyon’dan bahsediyorum. Nasıl heyecanla beklerdik final gecelerini, bir okul müsameresine benzerdi, ama o zaman çok önemsemezdik, önemli olan “bizim” de onların arasına katılmış olmamızdı hehey! Türk'ün Batı'yla imtihanı, makus talihini yenebileceği bir yerdi orası, oy oy oy!



Bir de sonunda puanlamayı beklerdik yüreğimiz ağzımızda. Hala aklımda, “boyamuni, katrö pua, frans si pua”, ama maalesef, affedin, törki nah point. Gazeteler kare bulmaca gibi hangi ülke hangisine kaç puan vermiş işleyebilceğiniz tablolar verirdi hatırlar mısınız, ben onları bile işlerdim itiraf ediyorum (şimdi bunu yaptığım için ağlayabilirim yani o derece pişmanım). Biz Yunanistan’a puan vermezdik, onlar bize. Herşeyde olduğu gibi bu yarışmada da politika vardı canım, yoksa şarkımız muhteşemdi yani, ama olmadı işte ne yapalım söylemleri. Her sene aklı başında müzik adamlarımız çıkar derlerdi bu kadar tantanaya gerek yoook, bu ikinci sınıf bir yarışmaaaa, bizim kendimizi ispat edeceğimiz bir plato değildir vs. vs. Sanırım işe yaradı, sonraları nedense ilgi azaldı, Sertab’ın birinciliği tam da o dönemlere rastladı.



Şimdilerde seçilen sanatçılar gençlerin takip ettiği, popüler kişiler arasından. Bu yıl Mor ve Ötesi gidiyor diye Türk Rock camiası ikiye ayrıldı biliyorsunuz. Üstelik hazırladıkları şarkıya TRT yetkilileri “hmm güzel ama biraz Türk ezgileri katalım” demişler diye de üzüntülerini ifade etti diğer müzisyenler, “Mor ve Ötesi seçildiyse kendi tarzları bir şarkıyla giderler neden karışılıyor” diyerek, ki haklılar bence de. Zaten şarkının şu Türkçe mi olsun, İngilişçe mi tartışması da beni yıllardır epey germiş sanırım. Tamam şarkı Türkçe olsun deyince de içine “şey kitap şekerim” gibi ücibik ifadeler eklemenin şirinliğimizi artıracağı beklentisi içinde, gene de bilinçaltımızda bir aşağılık hissiyle, neyse toparlayamadım cümleyi, siz anladınız.



Asıl diyeceğim şu ki, geçmiş Erovizyonlarda 7 kere birincilik alan ve her zaman en iddialı ülkelerden olan İrlanda’yı bu yıl kim temsil edecek biliyor musunuz? Dustin isimli hindi şeklinde bir kukla!! İşte bu.


Evet, 1990’lardan beri İrlanda televizyonlarında boy gösteren bu hindi kuklanın, Dustin’s Daily News adlı bir şov programı da varmış. Sevilen bir karakter olmayı başaran Hindi Dustin, bu popülerliliğinden faydalanarak bugüne kadar 14 single ve 6 albüm yapmış. En son 2005 yılının Noel'inde albümü yayınlanan Dustin'in kullandığı Kuzey İrlanda aksanı ve politikaya olan ilgisi dikkat çekmekteymiş. 6 yarışmacının yarıştığı İrlanda ülke finalinde en çok oyu Dustin alınca, diğer yarışmacılardan İrlanda’nın bu yıl yarışmadan çekilmesi gerektiğini öne sürenler olmuş. Dustin Mayıs ayında Belgrad’da yapılacak ön elemelerde İrlanda adına “Irelande Douze Pointe-İrlanda Oniki Puan” adlı şarkıyı seslendirecekmiş. Ah Cesuryürek'lerin İrlanda'sı, Coni Logın’dan hindi kukla Dustin’e. Biz gene iyi yol gitmişiz, bu yılki şarkımızın adı Deli. Seneye öneriniz nedir?

Meraklısına Not: Dustin the Turkey ile ilgili, BBC’de yayınlanan yazıya buradan ve UK Telegraph’da yayınlanan yazıya buradan ulaşabilir; seslendireceği şarkıdaki performansını izlemek için ise burayı tıklayabilirsiniz.

27 Şubat 2008 Çarşamba

uy Karadeniz

Ayıptır yahu, bir yaşama telaşıdır gidiyor, hiç bana yakışıyor mu 24 Şubat’ı atlamak? Oysa aklımdaydı ne zamandır, güzel bir yazı yazarım bu konuda diye düşünmüştüm, al işte arada kaynayıverdi. Neyse hala çok geç kalmış sayılmam, çünkü günler devam ediyor. Efendim bu 24 Şubat tantanası nedir derseniz, 24 Şubat Trabzon’un kurtuluş günüdür. 1916’da yörede başlayan Rus işgali 1918 yılında Şubat ayı boyunca yapılan çarpışmalarla sona erdirildi. Bugün 27 Şubat Çaykara’nın, 28 Şubat ise Of’un kurtuluşudur.

Elimde çok güzel bir kitap var bugünlerde, sevgili Ori’nin hediyesi, kitabın adı “Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon”, yazarı Çiğdem Sezer, Heyamola Yayınları’nın Türkiye’nin Kentleri Dizisi’nin ilk kitabı. Trabzon’u Trabzon’lu bir kadının gözü ve duyarlılığıyla anlatan bu kitapta, ben o şehirde yaşamamış olsam da çok tanıdık izler buldum. Kentle ilgili çeşitli bilgiler, anıların içine çok güzel yerleştirilmiş; misal Kanuni Sultan Süleyman’ın Trabzon’da doğduğunu biliyordum da, 15 yaşına kadar Trabzon’da yaşadığını, ölünceye kadar Trabzon bezinden gömlek giydiğini, öldüğünde üzerinden çıkan gömleğin de Trabzon bezinden olduğunu bilmiyordum. İçim titreyerek, babamı düşünerek okuyorum. Başka notlarım da var, bitince sizinle onları da paylaşacağım.

Günlerin anlam ve önemine uygun bir demet hazırladım sizlere. Sevgili Afa'can, Trabzonlu Fuat Saka'nın Lazutlar Livera şarkısı senin için. Anadolu Ateşi'nin Karadeniz bölümünü hala izlemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenlerin burayı tıklaması yeterli (bu bölümde bütün salonun nasıl coştuğu ve benim de "uy" diye tempo tutmama yanımda oturan adamın nasıl şaştığı hala aklımda). Trabzon deyince sevgili Sunay Akın'ı da buraya katmak lazım, Volkan Konak'ın TV programında "Ağustos Böceği" masalına yaptığı yorumu buradan izleyebilir, kendi sesinden seçme şiirlerini de buradan dinleyebilirsiniz. Kuzeyin Oğlu sevgili Volkan Konak'tan Cerrahpaşa'yı dinlemek için buraya, Feriğim türküsünü şiirlerle dinlemek için ise buraya tıklayabilirsiniz.
Karadenizliler deyince sevgili Kazım Koyuncu'yu anmamak olmaz, nur içinde yatsın, işte burada "Didou Nana", burada da Şevval Sam'la beraber seslendirdikleri "Ben Seni Sevdiğimu" var, Gülbeyaz dizisinin görüntüleri eşliğinde. Bu arada unutmadan söyleyeyim, geçenlerde Kazım Koyuncu'yla ilgili bir DVD çıktı piyasaya, "Şarkılarla Geçtim Aranızdan" 3 DVD'den oluşan bir set, Ümit Kıvanç tarafından hazırlanmış ve geliri Umut Çocukları Vakfı'na bağışlanmış bu dökümanter filmde Kazım'ın hayatı ve müziği ile ilgili herşey var, işte buradan yönetmen Ümit Kıvanç'ın bu çalışma ile ilgili notlarını okuyabilirsiniz. Bu belgeselle ilgili sonra bir yazı yazmayı da düşünüyorum. Dilerim bütün linkleri keyifle izlersiniz, benim gene seyahatim geldi.

26 Şubat 2008 Salı

80. oscar ödüllerinin balo menüsü


Oscar ödülleri verildi, henüz ödüllü filmlerden hiç birini seyretmemiş biri olarak ne diyebilirim ki? Zaten şafağa yakın saatlerde canlı yapılan yayını da izlememişim, aklıma bile gelmemiş. Ama bu konudan gene bir yazı çıkarabilirim. Size bu yılki törenin menüsünü verebilirim mesela. 15 yıldır bu törenlerin yemeklerini aynı Avusturyalı aşçı hazırlıyormuş efendim, adamın adı Wolfgang Puck. Bu yılki tören için; yengeçli kanepeler, Oscar heykelciği şeklinde somon balığı, Rus havyarı, istakoz salatası, teriyaki soslu sığır pirzolası, gecenin sonunda ikram edilecek tatlı olarak da üzerine altın parçacıkları püskürtülmüş Oscar şeklinde çikolatalar hazırlanmış. Yemeğin yanında Oscar törenleri için özel olarak sadece 300 kasa üretilen "red carpet" şarabı ikram ediliyormuş. Aşçı bu yılki menüsü için şunu demiş: "Herkese hitap eden çok zengin bir menü hazırladık. Dar ve gösterişli kıyafetlerin içine girebilmek için gün boyunca aç kalan ünlüler törenin de verdiği yorgunlukla yemeklerime adeta saldırıyorlar", neredeyse üzüleceğim onlar için.
Meraklısına Not: Bu yılki ödüllerle ilgili haberleri burada ve burada bulabilir, bu yıl 80'inci kez düzenlenen bu ödül törenlerinde yaşanan unutulmaz anlara ait eğlenceli bir derlemeye buradan ulaşabilirsiniz.

21 Şubat 2008 Perşembe

Çin'de Fener Bayramı

Taktım bu yıl Çinlilere. Fare Yılından sonra, bugün de Fener Bayramını kutluyorlar. Nasıl özeniyorum bilseniz. Bu bayram, yılbaşından sonraki 15. gün, ilk dolunayda kutlanıyormuş. Her yere rengarenk, çeşitli şekillerde fenerler asılıyormuş. Bu gelenek şu hikayeden kaynaklanıyormuş: M.Ö 180 yılında Çin'in Batı Han hanedanı imparatoru Hanwendi, Ay Takvimi'ne göre yılın ilk ayının 15. gününde tahta çıkmış. İmparator, bunu kutlamak için o gün Fener Bayramı olarak ilan etmiş. İmparator, her yıl Fener Bayramı akşamı saraydan çıkarak halkla beraber eğlenirmiş. Vatandaşlar da evlerinin önlerine, cadde ve sokaklara rengarenk ve değişik değişik fenerler asarlarmış. M.Ö 104 yılına gelindiğinde Fener Bayramı, resmi bayram ilan edildi. Böylece Fener Bayramı kutlamaları tüm ülkeye yayılarak umumi yerlere ve her eve fener asma kuralı getirildi. Özellikle işlek caddelerde ve kültür merkezlerinde geniş kapsamlı fener şenliği ve fener gösterileri düzenlendi. Kadın erkek demeden yediden yetmişe herkes tüm gece boyunca sokaklara dökülerek rengarenk fenerleri seyrederek, fenerler üzerine yazılan bilmeceleri çözerek ve ejderha dansı yaparak bayramı kutlamaya başladı. Bu gelenek kuşaktan kuşağa aktarılarak bugüne kadar süregeldi. Tarihi kayıtlara göre M.S 713 yılında dönemin Tang hanedanının başkent Chang An'da dev bir "fener dağı" kuruldu. Yüksekliği 7 metreye varan "fener dağı" 50 binden fazla renkli fenerden oluştu.


Fener Bayramı'nda asılan fenerler, genellikle değişik renklerden kağıttan yapılır. Dağ, nehir, yapı, insan ve hayvan figürü, çiçek şekillerine bürünen fenerlerin en ilginci "Döner At Fenerleri"dir. Bir tür oyuncak olan bu fenerlerin, 1000 yılı aşkın bir geçmişi olduğu söyleniyor. Bu fenerlerin içine fırıldaklar yerleştirilir. Fener içine konulan mum yakıldıktan sonra oluşan sıcak havanın etkisiyle fırıldaklar dönmeye başlar, üzerlerine yerleştirilen kağıttan at heykellerini hızla döndürür. At heykellerinin fener gövdesine yansıyan gölgeleri yüzlerce atın koşuşunu andırır.


Fener Bayramı'nda Yuanxiao yenilir. M.S 960-1279 yılları arasında Çin'de hüküm süren Song hanedanı döneminde Fener Bayramı sırasında ortaya çıkan Yuanxiao'nun içi değişik reçeller, ceviz, susam ve yerfıstığı ezmesinden, dışı da yapışkan pirinç unundan yapılır. Masa tenisi topu büyüklüğündeki bu yiyecek, suda haşlandıktan sonra tabağa konularak servise sunulur. Yuanxiao'nun tadı ve mis gibi kokusu, insanların iştahını açar. Çin'in kuzeyinde "Yuanxiao" olarak adlandırılan bu yiyecek, ülkenin güney bölgelerinde "Tangyuan" veya "Tangtuan" olarak biliniyor.


Fener Bayramı'yla ilgili gelenekler günümüzde özellikle kırsal kesimlerde olduğu gibi sürdürülüyor. Fener Bayramı'nı kutladıktan sonra Çinliler, Bahar Bayramı kutlamalarına nokta koyarak yeni yıla yeni bir dinamizmle başlar.

Meraklısına Not: Yazının kaynağı burasıdır. Keşke bir de "dönen at feneri" resmi bulabilseydim.

Meraklsına bir not daha: Şimdi bugün tesadüf fener bayramı ya, beni gene Fenerbahçeli sananlar olabilir. Hayır efendim, Fenerbahçeli değilim, Trabzonsporluyum ezelden, gönlüm geçmez güzelden. Mersi.

19 Şubat 2008 Salı

kar, cemre ve aysel gürel


Dün öğleden sonra kar yağışı durdu, ama yollar hala kıtır kıtır ve vıcık vıcık. Dün sabah çalışan son motoru yakalama şansına (şanssızlığına?) uğradım, işe 45 dakika gecikmeli de olsa ulaştım, hafif bir çam ağacı kıvamında karlarla bezenmiş olarak. Çantamın bu kadar girinti çıkıntısı olduğunun kar yağmadan önce farkında değildim, nerelerine kar dolmuş inanamazsınız. Sonra dün akşam işten erken çıkınca rahat rahat döndüm eve. Sanırım bu yıl görüp göreceğimiz rahmet bu olur, daha barajlarımızın doluluğu yarı yarıya bile değilmiş. Hala (Su tasarrufuna devam. Damlaya damlaya göl olur. Sosyal mesaj kaygılı blogger). Halk arasında “kor halindeki ateş” anlamına da gelen, 3 tane olduğu kabul edilen cemrenin ilki, bugün havaya düşüyor hem. Baharın müjdesi olarak bilinen cemrenin ikincisi 26 Şubat’ta suya, üçüncüsü de 5 Mart’ta toprağa düşecek, takipteyiz.

Pazar günü Aysel Gürel’in ölüm haberini duyduğumda bir garip oldum. Çok kendine özgü, çok renkli bir insandı. Arkasından bir sürü şey yazıldı, şarkıları öksüz kaldı, ölüm ona yakışmadı filan diye. Ama bence en güzelini bugün Nur Çintay yazmış Radikal’de, diyor ki : 'Nur içinde yatmak' onu keser mi bilmem, gılmanlar tarafından ağırlansın, gezdirilsin, gıdıklansın, bir dediği iki edilmesin diyelim... Katılıyorum.
Meraklısına Not: 21 Şubat 2008 akşamı NTV'de yayınlanan Haydi Bizimle Ol programında dostları Aysel'i anlattı. İzleyemeyenler için program özeti ve çeşitli videolar burada.

Öykücü, soben aklımda, düşünmekteyim. Sevgili Abi, çok teşekkür ederim, sen de iyi ki oradasın.

6 Şubat 2008 Çarşamba

Fare Yılı bereketli olsun


Bu gece Çinliler Fare Yılına giriyor arkadaşlar, bahar bayramı dedikleri bu yılbaşı yüzünden Bank of China bir hafta tatil :) Fare kelimesinin Çince’deki karşılığının bereket kelimesini çağrıştırmasından dolayı, Çinliler bu yılın bolluk getireceğine inanıyorlar. Umarım hepimiz için öyle olur. Fare deyince, Çinlilerin şöyle bir inanışı var: gökte bulunan ülkenin kralı yıllara isim vermek için kediden hayvanları çağırmasını istemiş. Bunu duyan fare hemen gelmiş ve kediye verilecek yıl kalmamış, bundan sonra da kedi ve fare düşman olmuş. Tom ile Jerry bu yüzden hiç anlaşamıyorlar yani anlayacağınız. Ayrıca, Çinli halk bilimcileri kedinin önce Sudan'da ortaya çıktığını, oradan Mısır'a ve diğer ülkelere gittiğini, oysa farenin hep Çin'de bulunduğunu savunuyorlarmış. Fareden sonra kralın huzuruna boğa, kaplan, tavşan, ejderha, yılan, at, koç, maymun, horoz, köpek ve domuz gelmiş. Daha sonra yıllar, bu hayvanların isimleriyle anılmış. Çin takvimine göre yeni yıl, 24 Ocak ile 19 Şubat arasında başlıyor ve bir yıl, 354 veya 355 günden oluşuyor. Çin takvimine göre yıllar şöyle kümeleniyor:

Fare yılları..... 1936 1948 1960 1972 1984 1996 2008 .
Boğa yılları..... 1937 1949 1961 1973 1985 1997 2009 .
Kaplan yılları... 1938 1950 1962 1974 1986 1998 2010 .
Tavşan yılları... 1939 1951 1963 1975 1987 1999 2011 .
Ejderha yılları.. 1940 1952 1964 1976 1988 2000 2012 .
Yılan yılları.... 1941 19 1965 1977 1989 2001 2013 .
At yılları....... 1942 1954 1966 1978 1990 2002 2014 .
Koç yılları...... 1943 1955 1967 1979 1991 2003 2015 .
Maymun yılları... 1944 1956 1968 1980 1992 2004 2016 .
Horoz yılları.... 1945 1957 1969 1981 1993 2005 2017 .
Köpek yılları.... 1946 1958 1970 1982 1994 2006 2018 .
Domuz yılları.... 1947 1959 1971 1982 1995 2007 2019

Bu bilgileri aldığım kaynağa gore, Çin’de yeni yıl kutlamaları da bölgelere gore değişiklik gösteriyormuş. Ama her yerde bütün aile bir arada akşam yemeği yer ve bir tür Çin mantısı olan ''cauzi'', en yaygın yılbaşı yemeğidir.

Çin'de yaşayan 56 milliyet ortak bayramları olan Çin yeni yılını farklı adetlerle karşılar. Esas olarak Çin'in güneyindeki Hainan eyaletinde yaşayan Li milliyeti yılbaşı gecesi ailece şarap içer ve şarkı söyler; yeni yılın birinci ve ikinci günü de avlanır.

Ülkenin güneybatısındaki Sichuan eyaletinde yaşayan Yi milliyetinin kadınları bir yılın yorgunluğunu atmak için yeni yılın ilk gününde dinlenir ve ev işlerini erkekler yapar.
Hubey ve Guicou eyaletlerinde yaşayan Miaolar yeni yılda güzel iklim ve bereketli yıl dilemek için domuz ya da koyun keserler.

Çin'in kuzeydoğusundaki Heilongjiang, Jilin ve Liaoning eyaletlerinde yaşayan Manlar yıl sonu gecesini ve yeni yılın ilk gününü ayrı ayrı kutlarlar. Bahar bayramından önce at ve deve yarışmaları da düzenlenir.
Dong milliyeti yılbaşı yemeğinde Çince'de zenginlik ile eş sesli olan balık yer. Çin'in güneybatısındaki Yunnan eyaletinde yaşayan Bailer yediden yetmişe kadar yeni yılın ilk sabahı ilk yemek olarak şekerli pirinç suyu içerler. Bu, tüm ailenin yeni yılda bal gibi tatlı hayat sürmesi dileğini simgeler.

Yılın son gecesinde hiç uyumama, Çinlilerin eski bir geleneğidir. Bu gece, eski yıl neşe içinde uğurlanır ve yeni yıl karşılanır. Çinliler, kötü ruhları korkutup kötülükleri kovmak için yeni yılı havai fişek atarak karşılar. Bunun da yeni yılda şans getireceğine inanılır.

Meraklısına not: Çin burçları ile ayrıntılı bilgiye ve burçların özelliklerini merak ediyorsanız buraya ve Çin’le ilgili başka bilgilere de ulaşabildiğiniz buraya tıklayabilirsiniz. Yukarıdaki fotograf sanatçısının değişik çalışmalarına bakarken hayran kaldım, dileyen buraya da bakabilir.

28 Ocak 2008 Pazartesi

yeni yarışma:can dostum

Ne zamandır televizyon seyretmiyorum, oh valla, nasıl rahatladım bilemezsiniz. Arada unutmazsam Avrupa Yakası’na bakıyorum, o kadar. Hele hayatımdan Onur Aksal’ı ve Evliyaoğullarını çıkardığım için bu kadar mutlu olacağımı, geçen sezon söyleselerdi inanmazdım. Hele bir ara yarışmalara takmıştım, oturup seyrettiğim yetmiyor gibi, arkadaşlarla da gayet felsefi tartışmalar yapardık bu yarışmalar ve yarışmacıların sosyolojik halleriyle ilgili. Neyse, herşeyin bir devri var arkadaşlar, geçti.


Dün sabah Pazar kahvaltısına bir arkadaşıma gittim, iş hayatına atıldığımdan beri çok yıllardır tanıdığım 4 arkadaş buluştuk harika bir masanın etrafında. O da herhalde müzik olsun diye televizyonu açmış salonunun öbür ucunda, çalıp duruyordu. Bir ara gözüm takıldı ekrana, yeni bir yarışmanın tanıtımı vardı. Can Dostum, Show TV’de 2 Şubat’ta başlayacak bir yarışma. 10 ünlü isim barınaklardan toplanan 10 köpeği eğitmeye çalışacakmış bu yarışmada. Köpeklerin hepsi de farklı bir cinsten. Kopek eğitmenleri olarak da Merve Sevi, Tolga Savacı, Yağmur Atacan, Sema Çelebi, Taylan Kümeli gibi isimler var. Ama beni asıl kilitleyen isim Nuri Alço oldu. Hani şu seksenli yıllarda Türk sinemasında masum kızları kirli emellerine alet edip iffetleriyle oynayan, ardından başkalarına satan filan, uyuşturucuya alıştıran, karşı çıkanın yüzüne gözüne kezzap atan; adını duyduğumda gözümün önüne röpdöşambırı, boynunda fuları elinde buzlarını salladığı bir bardak viski ile çarpık gülümsemesiyle “çok güzelsin yavrum, nooooldu başın mı dönüyor, uzan istersen” benzeri bir söz söylerken gelen, geçen sene şehrin farklı yerlerindeki sokak duvarlarına “NARO (Nuri Alço Revival Organization)” yazan bir çete ile yeniden hatırladığımız oyuncu. Sema Çelebi’nin eğiteceği köpeğin adının Roxy olmasına şaşırmadım. Yağmur Atacan’ın köpeğinin adının da, Pınar Altuğ kusura bakmasın ama, Gofret olmasına şaşırmadım, gülmedim bile. Ama Nuri Alço’nun köpeğinin adı beni bitirdi arkadaşlar. Tahmin edin bakalım, soruyorum, aşağıdakilerden hangisi Nuri Alço’nun köpeğinin adıdır?

a.Viski
b.Ahu/Selma/Necla gibi bir hanım ismi
c.Masum
d.Gazoz
e.İmparatorrrr
f.Hiçbiri değil, Gülçin bizimle dalga mı geçiyorsun? Onun köpeğinin adı……….




not: Öykücü, gugıla bakma :)

17 Aralık 2007 Pazartesi

günün tabelası


bu tabela, Rize-Ayder Yaylası arasında bir yerde, bir köpek kulübesinin önündeymiş. Anadolu Ajansı'nın çektiği 2007 yılına damgasını vuran fotograflardanmış. diğer fotografları görmek için buraya tıklayabilirsiniz.