
.
24 Şubat 2009 Salı
uy Karadeniz II

10 Kasım 2008 Pazartesi
3 Kasım 2008 Pazartesi
ortaya karışık, something turning and burning

-iznim bitti, bu sabah işe geri döndüm. insan zaman zaman (hadi çoğu zaman) ayakları geri geri gitse de masasını özlüyormuş arkadaş. şaşırdım. yarın da iki günlük bir eğitime katılıyorum. ne zamandır isteyip de gidemediğim bir konu: emotional freedom techniques (duygusal özgürleşme teknikleri) yani EFT (elektronik fon transferi değil yani). bakalım nasıl bişeymiş? geçen yıl katıldığım yaratıcılık seminerleri kadar açılımlı bişeyler bekliyorum. böyle açılayım açılayım istiyorum. --ilk derste "bu eğitimden beklentiniz" derlerse, bunu desem ne olur acaba? hmmm-
-Mustafa filmine gittim geçen hafta, merakımdan. fena değildi. niye sinemada gösteriyorlar ki? versin ntv belgesel saatinde, daha iyi. belki 10 kasımda verirler. film boyu can bey bırbırbır konuşuyor, hiç canlandırma sahne yok, aralarda eski fotograflar, eski görüntüler filan. insan yönü mü dediniz? misal, Ata'm karanlıkta yatamazmış, bunu duyunca kendimi ona yakın hissettim. bir de karanlıkta yatamayan bir amcam vardı, asker emeklisiydi o da, ne zaman bize gelse koridorun ışığını açık bırakıp yatardı, anlayamazdım, rahmetli oldu kaç yıl önce, bi de onu kendime yakın hissettim, şevkatle andım onu. bir de hiç bilmezdik Libya'da Atatürk gözünden yaralanmış ve sol gözü görmez olmuş, bir arkadaşına yazdığı mektupta "doktorlar açılacağını söylüyorlar ama ben ziyadesiyle ümitsizim" diyor, bu yarayı ömür boyu taşımış. ne içmesi ne kendini yalnız ve mutsuz hissetmesi (ki geçen gün biri yazmıştı, "giyim kuşamı ve düşünceleriyle zamanının 50 yıl ötesinde olan bir adamın kendini yalnız hissetmesi doğal değil mi" diye) onun yaptıklarını hafifletir, abartmayalım-abarttırmayalım.
-dün akşam saat 18.30 civarı birinci köprüden eve dönüyoruz. trafik keşmekeş, haftasonu ve hava güzeldi ya. bi de metrobüs yolu diye iki şeridi yiyiverince, yol iyice dar oldu. neyse, yanyana dura dura gidiyoruz arabada. ben arabayı kullanmamanın verdiği rahatlıkla etrafa bakıyorum. önce solda bir kırmızı araba görüyorum, skoda galiba. sürücüsü kulağının arkasına KGS kartını koymuş. komiğime gidiyor, kendi kendime "laz mısın amcaa" diye gülmeye başlıyorum. araba az ilerliyor, bi bakıyorum plaka 61. güler misin ağlar mısın? başımı bu sefer sağ tarafa çeviriyorum. vıjjj diye bir siyah cip yanaşıyor yan tarafa, genç sakallı bir oğlan kullanıyor. yanında da türbanlı bi kız, gülüşüp duruyorlar. aaa bir bakıyorum sürücü oğlanın beyaz çoraplı ayağı sol yan aynanın önünde. adam ayakkabısını çıkarmış aynaya dayamış ya. yuh ayı, başka istanbul yok demek istiyorum, demiyorum kahretsin. en iyisi galiba arabayı kullanıp önüne bakmak.
-arabayı kullanıp önüne bakmak dedim de, iki hafta oldu bitireli ama hala etkisind eolduğum bir kitap var: Körlük. Portekizli nobelli yazar Jose Saramago'nun, filmi bu yıl Film Ekimi'nde gösterilen romanı. bir adam (romanda kimsenin adı yok, bakıyorsunuz hakikaten de adlara gerek yok) kırmızı ışıkta duruyor direksiyon başında, birden kör oluyor. sonra ona yardım eden adam, karısı, gittiği doktor, doktorun bekleme odasındakiler, herkes, bir bir. bir tek doktorun eşi kör olmuyor. bu salgını önlemek için başlangıçta, kör olanları eski ve terkedilmiş bir akıl hastanesine koyuyorlar. ama hastane giderek kalabalıklaşıyor ve kör olunca kurallar nasıl anlamsızlaşıyor adım adım merakla okuyorsunuz. ben çok etkilendim bu kitaptan.
-haberleri seyretmiyorum bugünlerde, sürekli bir ucubelikler olup bitiyor etrafta, tutulup kalıyorum. ıslak fare suratlı üzmez'i üzmüyorlar da, karısı da üzülmüyor pişmiş kelle gibi gülüyor hala adamın yanında. bu tarafta babasının tacizinden şikayetçi olan 20 yaşındaki kızı, ifadesini alıp evine geri yolluyorlar, iki erkek kardeş içeride oturuyor da baba kızı öldüresiye dövüp 15 yerinden bıçaklayıp boğazını kesiyor. kız hala gülümsüyor haberdeki fotografından ince ince. benim de boğazımı kesiyorlar sanki. biri bu hikayeyi yazsa, inanmaz insan. başka bir haber, zorla evlendirmek istiyorlar 16 yaşında bir kızı, kız istemiyor, buyrun ailesi odaya kilitliyor, odada nişanlısı tecavüz ediyor, bakıyorlar. hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı değildir, değil mi? ama bu kadarı da fazla artık.
25 Ekim 2008 Cumartesi
beni okumak da mı yassah?
ama buradayız işte. hahay.
14 Ekim 2008 Salı
memnun piyasa fotografı

ilahi cnntürk. kopardın beni. takipçinim bundan sonra.
24 Eylül 2008 Çarşamba
tutkuları olanlar için hayat kısadır

11 Eylül 2008 Perşembe
okapi
23 Haziran 2008 Pazartesi
arapcami sahili

anlayamadım nedir diye. gittim yakından baktım, herhalde kenardaki kayığın da sahibi olan adam da bana poz verdi.

8 Mayıs 2008 Perşembe
ülkemizde ayakkabının tarihi ve Kadından Kentler

herkese merhaba :) sağ salim gittim döndüm, yol yorgunluğunu attım, işe başladım, yoğun bir hafta geçirdim, resimlerimi yeni indirdim ve aklımdakileri yazmak için oturdum sonunda. gezi anılarını anlatmadan önce dün otobüste (benim meşhur çift katlı 202'lerim) şahit olduğum bir konuşmayı yazmaya karar verdim, ertelersem unutacağım çünkü. akşam iş çıkışı her zamanki saatte her zamanki şöförüyle gelen otobüsüme bindim. merdivenlerin yanında tek kişilik yan koltuğu boş yakalayınca çok sevindim (çünkü kitabımı çıkarıp okurken ve otobüs tintintin giderken bir süre sonra öyle bir uyku basıyor ki, burada oturunca başımı merdivenin yan duvarına yasladığımda çok rahat ediyorum), geçtim oturdum. tam karşımdaki ikili koltukta iki bitirim genç oturuyor, 20'li yaşlardalar. biri daha bıçkın, ayağını öndeki koltuğun kenarına koymuş, bir eliyle tespih çeviriyor ve yanında biraz daha süklüm püklüm oturan gence bişeyler anlatıyor. pek ilgilenmedim onlarla, açtım kitabımı okuyorum (kitabımı birazdan anlatacağım). o sırada osmanbey'den geçiyoruz, erol ayakkabıcısının önünden. tabelayı görünce biri ötekine "yuh lan, baksana" diyor. çaktırmadan ben de bakıyorum, erol ayakkabıcısının tabelasında afili bir yazıyla "erol, since 1946" yazıyor. tespih çeviren ötekine dönüp "yalan işte bu lan" diyor. yalan olan nedir anlamıyoruz. "ha" diyor öteki, o da başlıyor açıklamaya ballandırarak, "oğlum Türkiye'de 1946'da ayakkabı mı vardı lan" diyor ve takdir bekler gözlerle etrafa bakıyor. gariban olan biraz şüphelenmiş gibi, "yok mudur" diyor. bu sefer bu daha üste çıkıyor "yoktu tabi lan, lastik giyiyolardı, Türkiye'de ayakkabı olsun olsun 50 yıldır filan vardır, 1946 lan, daha neler". diğeri alt dudağını büküyor, hala şüpheli gibi, "sahi mi" diyor. bizimki iştahla, sesini biraz daha artırarak "tabii" diyor, "ayakkabı çok yeni bişey. kızılderililer ne giyiyodu düşünsene, afrikada hala bazı kabileler var, gidiyosun ayakkabı diyosun, bilmiyolar".. sanırım bu tarih dersine çeşitlendirerek devam edecek ama cep telefonu çalıyor, sohbet kesiliyor. bugün nette araştırdım, Türkiye'de ayakkabının tarihini, merak eden burayı tıklayarak okuyabilir. ama onu okumadan da biliyoruz ki, 1946'da pek de güzel ayakkabılar vardı. şimdi bu genç dalga mı geçiyordu yoksa çok genç ve cahil bir ana-babası olduğundan 1946'da allah bilir dinazorlar da var mı sanıyordu bilemeyeceğiz. bilmem işte, takıldı aklıma. salak çocuk. bi de onun sayesinde geçen sene Londra'da bir ayakkabı sapığının olduğunu öğrendim, iyi mi? bakın ne yapıyormuş bu sapık:
İngiltere'de sokakta kadınlara saldırıp zorla ayakkabılarını alan fetişiste bir yıl hapis cezası verildi. 26 yaşındaki otomobil tamircisi Ömer Abd El Gowd'un, kurbanlarını sokakta bir süre takip ettikten sonra saldırıp ayakkabılarını aldığı belirtildi. 12 yaşından bu yana bu suçu işlediği belirtilen Abd El Gowd'un, kadınların ayakkabıları daha modaya uygun olduğu için, Stockton-on-Tees kentinden başkent Londra'ya taşındığı da ortaya çıktı. Tamircinin tutuklandığı sırada ev ve işyerinde yüzlerce çift ayakkabı ele geçirildiği, koleksiyonun son 15 yılda ayakkabı modasında meydana gelen tüm değişiklikleri yansıttığı belirtildi. Ayakkabı fetişisti mahkemede kurbanlarını değil ama ayakkabıları çok iyi hatırladığını söyledi. Yargıç Colin Smith ise Abd El Gowd'un kadınlara zarar vermek niyetinde olmadığını, ancak işlediği suçun kadınlar için gerçek bir 'travma sebebi' olduğunu belirterek, bir yıl hapis cezasını bu nedenle uygun gördüğünü açıkladı. Abd El Gowd'un cezası ertelendi.
mazallah, Allah sapığa çattırmasın:) bu arada okuduğum kitaptan bahsedeceğim demiştim, okuma hızında yazan Murathan Mungan'ın son kitabı KADINDAN KENTLER kitabından bahsedeceğim. Çok beğendim ben bu kitabı. Türkiye'nin farklı bölgelerindeki kadınları anlattığı öykülerde, tüm kadınlardan bir parça var bizden. kadın duyarlığını bu kadar iyi yansıttığı için mi bilmem, zaten hep beğenirim onun yazdıklarını. ama bu kitabı çok daha özel, çok daha mahrem sanki. bir söyleşisinde " Kitabı insanların bağrına basmasını isterim. Yani böyle okula giden çocukların kitaplarını tutma şekli vardır, bu kitap hep gözümün önüne insanların göğsüne bastırdığı kitap olarak geliyor." demiş, kitabı bitirdiğimde ben de tam böyle hissettim, alıp bağrıma basmak istedim. lütfen atlamayın bu kitabı. ah, bir de Radikal'in Cumartesi ekinde yayınlanan şu söyleşiyi de okuyun.

Murathan Mungan'ın kadınlar üzerinden yazdığı Türkiye haritasını okurken ben Şam'da iş gezisindeydim. Şam'daki halimi de anlatacağım, azz sonra :)
21 Nisan 2008 Pazartesi
feed me simon, feed me!

18 Nisan 2008 Cuma
dev laleler



istanbul'da canlı lalelerden sonra dev lale günleri başladı. bu üç saksı nişantaşı'nda tam yolumun üstüne yerleştirilmiş. şehrin başka yerlerinde başka saksılar da varmış, henüz saksı safarisine çıkamadığım için göremedim onları. ama şu küçük rozetlerden oluşan pek şirin doğrusu. ne zaman baksam etrafında birileri yaklaşmış yakından bakıyor oluyor. neşeli bişeye bugünlerde hepimizin ihtiyacı var, değil mi?
9 Nisan 2008 Çarşamba
ismini didikle

GÜLÇİN Türkiye'de en çok kullanılan 312. isim (... 310. bahadır, 311. olcay, 312. gülçin, 313. muharrem, 314. nilay, ...). Ülkemizde yaklaşık her 1,280 kişiden birinin adı GÜLÇİN ve ismin yaygınlık oranı binde 0.78.
GÜLÇİN adının yaygınlık oranının Türkiye'nin resmi nüfus sayımı sonuçları ve günlük ortalama nüfus artış hızına orantılarsak ülkemizde 09-04-2008 10:37 itibariyle yaklaşık 55,312 kişinin isminin GÜLÇİN olduğu ve GÜLÇİN isimli kişi sayısının her yıl ortalama 927 kişi arttığı tahmini yapılabilir.
GÜLÇİN isminin Amerika Birleşik Devletindeki yaygınlık oranını hesaplarken bu isme elimizdeki Amerikan veritabanındaki 702,203 kişi arasında hiç rastlayamadık. Bu nedenle ismin Amerika Birleşik Devletindeki yaygınlık oranın bir milyonda 1.4'ten dahi az olduğunu ve Amerikada toplam 400'den az sayıda GÜLÇİN yaşadığını tahmin ediyoruz.
GÜLÇİN Türkiye'nin en yaygın 312. ismiyken, Amerika Birleşik Devletinde en yaygın 312. ad ise Marion ismi. GÜLÇİN adının yakın kullanım oranına sahip diğer Amerikalı isim kardeşleri arasında 310. Robt 311. Tracy 312. Marion 313. Ricardo 314. Brett isimleri de sayılabilir.
29 Şubat 2008 Cuma
Hindi Dustin'i takdimimdir
Bir de sonunda puanlamayı beklerdik yüreğimiz ağzımızda. Hala aklımda, “boyamuni, katrö pua, frans si pua”, ama maalesef, affedin, törki nah point. Gazeteler kare bulmaca gibi hangi ülke hangisine kaç puan vermiş işleyebilceğiniz tablolar verirdi hatırlar mısınız, ben onları bile işlerdim itiraf ediyorum (şimdi bunu yaptığım için ağlayabilirim yani o derece pişmanım). Biz Yunanistan’a puan vermezdik, onlar bize. Herşeyde olduğu gibi bu yarışmada da politika vardı canım, yoksa şarkımız muhteşemdi yani, ama olmadı işte ne yapalım söylemleri. Her sene aklı başında müzik adamlarımız çıkar derlerdi bu kadar tantanaya gerek yoook, bu ikinci sınıf bir yarışmaaaa, bizim kendimizi ispat edeceğimiz bir plato değildir vs. vs. Sanırım işe yaradı, sonraları nedense ilgi azaldı, Sertab’ın birinciliği tam da o dönemlere rastladı.
Şimdilerde seçilen sanatçılar gençlerin takip ettiği, popüler kişiler arasından. Bu yıl Mor ve Ötesi gidiyor diye Türk Rock camiası ikiye ayrıldı biliyorsunuz. Üstelik hazırladıkları şarkıya TRT yetkilileri “hmm güzel ama biraz Türk ezgileri katalım” demişler diye de üzüntülerini ifade etti diğer müzisyenler, “Mor ve Ötesi seçildiyse kendi tarzları bir şarkıyla giderler neden karışılıyor” diyerek, ki haklılar bence de. Zaten şarkının şu Türkçe mi olsun, İngilişçe mi tartışması da beni yıllardır epey germiş sanırım. Tamam şarkı Türkçe olsun deyince de içine “şey kitap şekerim” gibi ücibik ifadeler eklemenin şirinliğimizi artıracağı beklentisi içinde, gene de bilinçaltımızda bir aşağılık hissiyle, neyse toparlayamadım cümleyi, siz anladınız.
Asıl diyeceğim şu ki, geçmiş Erovizyonlarda 7 kere birincilik alan ve her zaman en iddialı ülkelerden olan İrlanda’yı bu yıl kim temsil edecek biliyor musunuz? Dustin isimli hindi şeklinde bir kukla!! İşte bu.

Meraklısına Not: Dustin the Turkey ile ilgili, BBC’de yayınlanan yazıya buradan ve UK Telegraph’da yayınlanan yazıya buradan ulaşabilir; seslendireceği şarkıdaki performansını izlemek için ise burayı tıklayabilirsiniz.
27 Şubat 2008 Çarşamba
uy Karadeniz
Elimde çok güzel bir kitap var bugünlerde, sevgili Ori’nin hediyesi, kitabın adı “Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon”, yazarı Çiğdem Sezer, Heyamola Yayınları’nın Türkiye’nin Kentleri Dizisi’nin ilk kitabı. Trabzon’u Trabzon’lu bir kadının gözü ve duyarlılığıyla anlatan bu kitapta, ben o şehirde yaşamamış olsam da çok tanıdık izler buldum. Kentle ilgili çeşitli bilgiler, anıların içine çok güzel yerleştirilmiş; misal Kanuni Sultan Süleyman’ın Trabzon’da doğduğunu biliyordum da, 15 yaşına kadar Trabzon’da yaşadığını, ölünceye kadar Trabzon bezinden gömlek giydiğini, öldüğünde üzerinden çıkan gömleğin de Trabzon bezinden olduğunu bilmiyordum. İçim titreyerek, babamı düşünerek okuyorum. Başka notlarım da var, bitince sizinle onları da paylaşacağım.
26 Şubat 2008 Salı
80. oscar ödüllerinin balo menüsü
21 Şubat 2008 Perşembe
Çin'de Fener Bayramı
Fener Bayramı'nda asılan fenerler, genellikle değişik renklerden kağıttan yapılır. Dağ, nehir, yapı, insan ve hayvan figürü, çiçek şekillerine bürünen fenerlerin en ilginci "Döner At Fenerleri"dir. Bir tür oyuncak olan bu fenerlerin, 1000 yılı aşkın bir geçmişi olduğu söyleniyor. Bu fenerlerin içine fırıldaklar yerleştirilir. Fener içine konulan mum yakıldıktan sonra oluşan sıcak havanın etkisiyle fırıldaklar dönmeye başlar, üzerlerine yerleştirilen kağıttan at heykellerini hızla döndürür. At heykellerinin fener gövdesine yansıyan gölgeleri yüzlerce atın koşuşunu andırır.
Fener Bayramı'nda Yuanxiao yenilir. M.S 960-1279 yılları arasında Çin'de hüküm süren Song hanedanı döneminde Fener Bayramı sırasında ortaya çıkan Yuanxiao'nun içi değişik reçeller, ceviz, susam ve yerfıstığı ezmesinden, dışı da yapışkan pirinç unundan yapılır. Masa tenisi topu büyüklüğündeki bu yiyecek, suda haşlandıktan sonra tabağa konularak servise sunulur. Yuanxiao'nun tadı ve mis gibi kokusu, insanların iştahını açar. Çin'in kuzeyinde "Yuanxiao" olarak adlandırılan bu yiyecek, ülkenin güney bölgelerinde "Tangyuan" veya "Tangtuan" olarak biliniyor.
Fener Bayramı'yla ilgili gelenekler günümüzde özellikle kırsal kesimlerde olduğu gibi sürdürülüyor. Fener Bayramı'nı kutladıktan sonra Çinliler, Bahar Bayramı kutlamalarına nokta koyarak yeni yıla yeni bir dinamizmle başlar.
Meraklısına Not: Yazının kaynağı burasıdır. Keşke bir de "dönen at feneri" resmi bulabilseydim.
Meraklsına bir not daha: Şimdi bugün tesadüf fener bayramı ya, beni gene Fenerbahçeli sananlar olabilir. Hayır efendim, Fenerbahçeli değilim, Trabzonsporluyum ezelden, gönlüm geçmez güzelden. Mersi.
19 Şubat 2008 Salı
kar, cemre ve aysel gürel

Pazar günü Aysel Gürel’in ölüm haberini duyduğumda bir garip oldum. Çok kendine özgü, çok renkli bir insandı. Arkasından bir sürü şey yazıldı, şarkıları öksüz kaldı, ölüm ona yakışmadı filan diye. Ama bence en güzelini bugün Nur Çintay yazmış Radikal’de, diyor ki : 'Nur içinde yatmak' onu keser mi bilmem, gılmanlar tarafından ağırlansın, gezdirilsin, gıdıklansın, bir dediği iki edilmesin diyelim... Katılıyorum.
Öykücü, soben aklımda, düşünmekteyim. Sevgili Abi, çok teşekkür ederim, sen de iyi ki oradasın.
6 Şubat 2008 Çarşamba
Fare Yılı bereketli olsun

Fare yılları..... 1936 1948 1960 1972 1984 1996 2008 .
Bu bilgileri aldığım kaynağa gore, Çin’de yeni yıl kutlamaları da bölgelere gore değişiklik gösteriyormuş. Ama her yerde bütün aile bir arada akşam yemeği yer ve bir tür Çin mantısı olan ''cauzi'', en yaygın yılbaşı yemeğidir.
Çin'de yaşayan 56 milliyet ortak bayramları olan Çin yeni yılını farklı adetlerle karşılar. Esas olarak Çin'in güneyindeki Hainan eyaletinde yaşayan Li milliyeti yılbaşı gecesi ailece şarap içer ve şarkı söyler; yeni yılın birinci ve ikinci günü de avlanır.
Ülkenin güneybatısındaki Sichuan eyaletinde yaşayan Yi milliyetinin kadınları bir yılın yorgunluğunu atmak için yeni yılın ilk gününde dinlenir ve ev işlerini erkekler yapar.
Hubey ve Guicou eyaletlerinde yaşayan Miaolar yeni yılda güzel iklim ve bereketli yıl dilemek için domuz ya da koyun keserler.
Çin'in kuzeydoğusundaki Heilongjiang, Jilin ve Liaoning eyaletlerinde yaşayan Manlar yıl sonu gecesini ve yeni yılın ilk gününü ayrı ayrı kutlarlar. Bahar bayramından önce at ve deve yarışmaları da düzenlenir.
Yılın son gecesinde hiç uyumama, Çinlilerin eski bir geleneğidir. Bu gece, eski yıl neşe içinde uğurlanır ve yeni yıl karşılanır. Çinliler, kötü ruhları korkutup kötülükleri kovmak için yeni yılı havai fişek atarak karşılar. Bunun da yeni yılda şans getireceğine inanılır.
28 Ocak 2008 Pazartesi
yeni yarışma:can dostum
Dün sabah Pazar kahvaltısına bir arkadaşıma gittim, iş hayatına atıldığımdan beri çok yıllardır tanıdığım 4 arkadaş buluştuk harika bir masanın etrafında. O da herhalde müzik olsun diye televizyonu açmış salonunun öbür ucunda, çalıp duruyordu. Bir ara gözüm takıldı ekrana, yeni bir yarışmanın tanıtımı vardı. Can Dostum, Show TV’de 2 Şubat’ta başlayacak bir yarışma. 10 ünlü isim barınaklardan toplanan 10 köpeği eğitmeye çalışacakmış bu yarışmada. Köpeklerin hepsi de farklı bir cinsten. Kopek eğitmenleri olarak da Merve Sevi, Tolga Savacı, Yağmur Atacan, Sema Çelebi, Taylan Kümeli gibi isimler var. Ama beni asıl kilitleyen isim Nuri Alço oldu. Hani şu seksenli yıllarda Türk sinemasında masum kızları kirli emellerine alet edip iffetleriyle oynayan, ardından başkalarına satan filan, uyuşturucuya alıştıran, karşı çıkanın yüzüne gözüne kezzap atan; adını duyduğumda gözümün önüne röpdöşambırı, boynunda fuları elinde buzlarını salladığı bir bardak viski ile çarpık gülümsemesiyle “çok güzelsin yavrum, nooooldu başın mı dönüyor, uzan istersen” benzeri bir söz söylerken gelen, geçen sene şehrin farklı yerlerindeki sokak duvarlarına “NARO (Nuri Alço Revival Organization)” yazan bir çete ile yeniden hatırladığımız oyuncu. Sema Çelebi’nin eğiteceği köpeğin adının Roxy olmasına şaşırmadım. Yağmur Atacan’ın köpeğinin adının da, Pınar Altuğ kusura bakmasın ama, Gofret olmasına şaşırmadım, gülmedim bile. Ama Nuri Alço’nun köpeğinin adı beni bitirdi arkadaşlar. Tahmin edin bakalım, soruyorum, aşağıdakilerden hangisi Nuri Alço’nun köpeğinin adıdır?
a.Viski
b.Ahu/Selma/Necla gibi bir hanım ismi
c.Masum
d.Gazoz
e.İmparatorrrr
17 Aralık 2007 Pazartesi
günün tabelası
