.
31 Aralık 2007 Pazartesi
yeni yılınız kutlu olsun
30 Aralık 2007 Pazar
şimdi ne olacak

Çizgi filmin yarattığı dalgalanma geçtikten sonra, bir fotograf serisi izledik, etkileyici yaşlı insan portreleri. “Bu fotografların ortak yanı nedir” diye sordu Akgün önce, sonra bu fotografları çeken arkadaşının hikayesini anlattı ki ayrı bir yazı konusu olması daha uygundur. Sonra yazmayı düşünüyorum.
Sonra da “Snow Cake” isimli bir filmin (başrollerinde Alan Rickman ve Sigourney Weaver oynuyor, Türkçe’ye Kar Pastası olarak çevrilmiş, ismini duydum ama izlememiştim) ilk on dakikasını izledik. Gene durdurup, “şimdi ne olacak” diye beyin fırtınası yaparak. Bu bölümde nedense ben tahminlerimde daha başarılıydım sanırım, oldukça beklenmedik gelişiyordu, dann diye kalıverdik bir yerinde. Dersten çıkarken herkes filmin tamamını izlemek için kağıtlara filmin adını not alıyordu, izlemediyseniz siz de listenize alın bence.
Akgün bir şeyi izlerken ya da okurken durdurup ya da bırakıp, kendimize sonra ne olacak diye sormamızın yaratıcılık konusunda bizi çok geliştireceğine inandığını söyledi. Öyle ya, herkese göre o noktadan sonrası başka, o halde neden o kadar çok şey yok? “Hayatım roman lafına da inanmıyorum” dedi “eğer yazılmamışsa roman değildir.” İşte böyle.
27 Aralık 2007 Perşembe
nazım hikmet'ten dört güvercin


26 Aralık 2007 Çarşamba
blogger halleri

1- Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım?
efendim 10 mayıs 2006'da, sevgili arkadaşım o zamanki adıyla hepbanahepben bey, şimdiki adıyla kont vladimir'in ısrarları sonucunda netlarus'ta kendime bir sayfa açarak blog dünyasına ilk titrek adımlarımı attım. sonra yemek bloglarını keşfettim. deli gibi yemek blogu okuyup tarifleri print ediyor, haftasonları o bloglardan öğrendiğim enteresan tarifleri deniyordum. sonra bir baktım bu yemek blogları çok güzel de, böyle günlük olarak takip edilmeleri insan bünyesine zararlı olabiliyor, özellikle Türk hanımlarının anatomik yapısı düşünülürse :) bu yüzden yemek bloglarını gündelik takibimi bıraktım. sonra netlarus'ta oluşturduğumuz kabilemiz hafiften çatlamaya başlayınca, ben önce oradaki sayfama yazmayı ve gazeteler dışında internette birşeyler okumayı bıraktım, ah bir de alışveriş siteleri tabii (ideefixe, gittigidiyooo, d&r gibi). derken bir gün haruki murakami'ye sardım. türkçe'de yayınlanmış kitapları bitince, ingilizcelerini aldım, kafka on the shore kitabını okuyorum. aklıma geldi, nette onunla ilgili ne var ne yok diye bakarken, sevgili return2'nun maalesef şimdi internetin kara boşluğuna karışan kelimelerinden oluşan bloguna rastladım (bir yazısının bir yerinde elindeki kitabın adı geçiyormuş meğerse, gugil abinin azizliği), okudum hoşuma gitti. onun linklerinden sırayla abi'yi, rehavet'i okudum, hoşuma gitti. sonra onlara yorum bırakmaya başladım. sonra da netlarus'tan tebdil-i mekanda ferahlık vardır diyerek blogspot'a geldim. blogspot'taki doğumgünüm de 2 ağustos 2007.
2- Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?
belli bir çizgisi var mı okuyuculara sormak gerek, var mı ne dersiniz? ben dünyayı nasıl algılıyorsam öyle yazmaya çalışıyorum, içimden geldiği gibi. bazen yazmak gelmiyorsa içimden, başka birşey mutlaka halime tercüman oluyordur diye bakıp başka birşey gönderiyorum sayfaya, karikatür gibi, alıntılar gibi.
3- Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?
hayır, hayatımın doğal bir parçası bilgisayar. bilgisayarı açınca da blog arkadaşlarıma uğramak benim için keyifli bir şey, onları okuyup yorum bırakınca sanki kapıda rastgelip iki laf edivermişiz gibi mutlu oluyorum. yorulmuyorum, aksine dinleniyorum. okumak istediğim şeyleri yazmak terapi gibi.
4- Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?
hayır, kendimi illa ki yazmam lazım diye kasmıyorum şimdilik. ama ilginçtir ki, insan okunmak, ilgi görmek istiyor kesin. tracker'i yeni yerleştirdim sayfaya, ona bakmak bile heyecan verici olabiliyor bazen. hala en ilgi çeken yazının kamyon yazıları olması gibi:)
5-Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim?
bilmem. kendimi çok zorunlu, baskı altında veya tutuk hissedeceğim zamana kadar yazmak isterim. umarım uzun sürer ve hepimiz burada oluruz.
25 Aralık 2007 Salı
asla yalnız yürümeyeceksin
fırtınada yürürken başını hep dik tut,

(hep romantik film yazacak değilim ya canım, biraz da futbol yazsam ne olur?) şimdi bu nerden çıktı diyeceksiniz (dersiniz siz, ben bilirim). sevgili abi bir gönderisinin altına not yerine notingam forist yazmış, sevgili rehavi de çocukluğunun takımının notingam forist olduğunu yazmış. ben de çocukken Liverpool'luydum. geçende eski defterleri karıştırırken, anket defterimi buldum. şimdiki gençlerin öyle şeyleri yoktur herhalde. bu anket defterleri genelde kızlar tarafından hazırlanıp, sol sayfalarına o dönemin meşhurlarının gazeteden kesilmiş resimlerinin yapıştırıldığı, sağ sayfalara ise defter sahibinin sorduğu bir takım antin kuntin sorulara cevapların yazıldığı bir defter türüdür. elimde tuttuğum defterdeki ünlü resimlerine baktığımda görüyorum ki, dallas dizisi oyuncularından Prenses Diana'ya, Nastassia Kinski'den Simon Templar'a kadar uzanan bir yelpaze adeta 1980'li yılların zaman tüneli gibi. resimlerin yanlarına da o günlerdeki popüler şarkılardan sözler yazmışım, komik bir el yazısı filan. bir çok arkadaşım da doldurmuş defteri, kimini hatırlayamadım bile. 1980'ler diyorum, huuu... neyse, bu defterin son sayfasında da Liverpool'un 1980 Ağustos'unda West Ham United ile oynadığı kupa maçlarının kadrolarını yazmışım.
Kadroya bakar mısınız: Kalede Clemence, 2 Neal, 3 Alan Kennedy, 4 Orlen, 5 Roy Kennedy, 6 Hansen, 7 Daglish, 8 Sammy Lee, 9 Hayvey, 10 McDermot, 11 Swiss. bu maç 0-0 bitmiş, ikinci maçta ise Liverpool kadrosundaki değişiklikler şöyle: 4 Thomson, 9 Ian Rush, 11 Jimmy Ceys. bu maçı Liverpool 2-1 kazanmış. bu kadroların yanında da Liverpool'un avrupa kupasında Bayern Munich ile yaptığı maçların kadroları var. Bayern'de de o dönemde gözde futbolcular Rummenigge, Breitner, Aguntayler, Liber Hönes, Dieter Hönes.. Bayern'le ilk maç 0-0 bitmiş, ikinci maçın sonucunu yazmamışım. şimdi netten aradım, bulamadım, arşivleri iyice didiklemek lazım. Liverpool'un o dönemdeki kadrosundan Daglish'i ve Rush'ı hala bugün gibi hatırlarım nedense. Rush, 1980'de 19 yaşında genç bir yetenekti, zayıf ipince uzun bir adam. Daglish ise hırçın. şimdi herhalde teknik direktörlük yapıyorlardır ya da emekli olmuşlardır çoktan. insan yaşlandığını bir de buradan anlıyor yani, senin dönemindeki futbolcular teknik direktör oluyorlar :)) neyse, alem kızmışım ben valla.
arkadaş arkadaşın hafızasıdır
yerime geri dönünce gugil abiden araştırayım dedim, "neden fil hafızası" yazdım, karşıma asu maro'nun akşam'da yıllar önce yazdığı bir yazı çıktı. tam da romantik filmlerden bahsettiğimiz bugün, o da "shall we dance (aşka davet)" filminden bahsetmiş, başrollerinde richard gere, jennifer lopez ve susan sarandon oynuyor (yazının başında andığı bir arkadaşının anneannesinin Richard Gere için dediği "bu adamla nikahsız bile yaşarım!" lafına gülüyorum hala şunları yazarken). bakın ne yazmış:

....."Richard Gere Jennifer Lopez'le dans ededursun, karısı (Susan Sarandon) da kocasındaki anlamlandıramadığı mutluluk halini çözmek için bir dedektif takmıştı peşine. Dedektifle aralarında bir 'İnsan neden evlenir?' diyaloğu geçti ki, sanırım bu soruyu her evli insanoğlu soruyor günün birinde. İşte Susan Sarandon'dan insana iyi gelebilecek bir cevap: 'Çünkü hayata tanık gerek.' Galiba öyle... Hayatındaki başka kimsenin bilmediği, bilse de önemsemediği detayları senin için izleyip kaydedecek biri-leri-ne ihtiyacın var herhalde. Kahveyi şekerli mi sade mi içtiğini, seni kimlerin, nelerin kırdığını, nelerin güldürdüğünü, hangi rengi, hangi filmi sevdiğini, sana hangi kokunun, hangi şarkının neyi hatırlattığını bilecek biri... Bir tek 'Hatırladın mı?' ile anlaşabileceğin biri... İnsan uzun evliliklerden de, bugün tanısa belki sadece selam verip geçeceği eski arkadaşlardan da bu yüzden vazgeçemiyor olsa gerek. Hayatının tanıkları oldukları için. Tanıklar olmasa yaşanmış olanlar yaşanmamış da sayılabileceğinden..."
Meraklısına not: bu filmi de lütfen romantik filmler kategorisinde değerlendiriniz, izleyiniz, izlettiriniz.
24 Aralık 2007 Pazartesi
the holiday (tatil)

23 Aralık 2007 Pazar
Bayramda Ankara


18 Aralık 2007 Salı
her gününüz bayram olsun

neden yaptım bunu?

17 Aralık 2007 Pazartesi
günün tabelası

13 Aralık 2007 Perşembe
aşkın sonu cinayettir

bu sohbet sırasında pınar kür, tüm yazdığı eserleri ve onları hangi ortamlarda, hayatının hangi dönemleriyle paralellik kurarak ortaya çıkardığını anlatmış. hepsini yalayıp yutmuş biri için çok enteresandı bunları okumak. ben şahsen onun en çok öykülerini (tartışmasız BİR DELİ AĞAÇ) severim. kitapta da diyor zaten: benim daha çok öykülerimi severler, öykülerimi seven de romanlarımı sevmez. bunu okuyunca düşündüm: hakkaten ha, öyküleri başkadır romanları başka. hele son iki romanı -ki bir Türk kadın yazar tarafından yazılmış iki polisiye (bir cinayet romanı-bunun en sevdiği kitap olduğunu söylüyor yazar- ve sonuncu sonbahar)- okumuşum ama pek iz bırakmamış bende. bunları okur da durur muyum, indirdim dipsiz kütüphanemden iki kitabı da bir solukta yeniden okudum. ilki 1989 ikincisi 1992 basımı bu kitapları ben tabii ki ilk baskılarında almışım, hemen de okumuşumdur. sanırım bende bir izi bırakmamaları onları takdir edecek polisiye geçmişimin olmaması. şimdi allahıma binlerce şükürler olsun, deli gibi bir polisiye arşivim var kafamda:) neyse, uzun lafın kısası zamanında da nedense pek ses getirmemiş olan bu iki kitaba, türün meraklısıysanız, lütfen bir şans veriniz. valla iyiler.
aşktan kurtulmanın gerekçeleri:
bir kere aşk mutluluk getirmiyor.getirmiş gibi görünüyor.getirmiş gibi göründüğü mutluluk bile işlevsel değil.onu, kendisi olmaktan alıkoyan ve kendi denetleyemediği bir keyifler dizisi..bu keyifleri yaşamak zorunluluğu bir yerden sonra yorucu olmaktan da öte, yıpratıcı oluyor.
mutluluk korkusu değil!..asıl korkutucu olan,mutluluk görüntüsünü sürdürmek için gereken çaba.o da ayrı yıpratıyor üstelik.mutsuz olmak daha kolaydı.gerçekten mutsuz muydu zaten?çoktan alıştığı bir oyundu belki.hatta, gerçekleştirdiği kişiliğin en önemli öğelerinden biriydi.aşk olayı tüm düzenini bozdu.yaşamını kendi bildiği gibi sürdürmesi engelleniyor.
kurtulmanın yolları:
a.aşkın nesnesinden uzaklaşırsın
b.aşkın nesnesini gülünçleştirirsin
c.aşkın nesnesini yok edersin
mutsuzluk korkulacak bir şey değil.sürekli değil bir kere,üstelik parıltılı...doruk anlarda, sıradışı olayların ardından yaşanan, aşırı ama eninde sonunda tüketilen ve hatta üretici, yaratıcı olabilen bir duygu. asıl korkunç olan dirliksizlik...her an, her şeyden, belki farkına bile varılmadan duyulan hoşnutsuzluk. aynaya her baktığında suratını asık görmek ve bunun nedenlerini tam olarak bilememek... ya da, önüne koyan meyve tabağını geri ittiğin an, azı dişinin saatlardir usul usul sızladığını ayrımsamak.. dirliksizlik tüketilmiyor, tüketiyor ve sonu yok. bir türlü bitmiyor. her günün her anında inceden inceye var. gözle görülmeyen ama yapışkanlığı hissedilen bir zar gibi sarıyor yaşamı. insanın içine işliyor kışın kuru ayazı gibi.
eee ne diyorsunuz?
kim beşyüzbin ister? kim istemez ki...

12 Aralık 2007 Çarşamba
Tv Yarışmaları-bana sorun ahhh ahhhh
ertesi hafta beni onlar arıyorlar ve "miras"a davet ediyorlar. miras, pasaparola filan gibi değil epey kazık bi yarışmaydı. fazla iddialı değildim yani. gene aynı stüdyoda çekimlere katıldım, saçımı başımı makyajımı gene orada yaptılar. çekim başladı. gani müjde sevimli güleryüzlü kısa boylu ve alçak tonda konuşan bi adam. ilk turda biri gitti, ikincide biri gitti derken gani müjdenin sesi gitti. valla. adamcağızın sesi çıkmıyo. kenara aldılar, ara verdiler, bişiler içirdiler filan uzandı bekliyoruz hepimiz. yavaştan seyirciler huzursuz olmaya başladılar ara uzadıkça. derken biri bana "siz bana pek tanıdık geldiniz, nerde görmüş olabilirim sizi" dedi. ilk sırada oturan yaşlı kadınlar torbalarından domates-peynir filan çıkartıp yemeye başladılar. elemanlar güya ışıkları ayarlar gibi yapıyolar filan ama belli bi gariplik var. derken yönetmen çıkıp "çekimi kesiyoruz, kusura bakmayın, iki gün sonra şu saatte gene burda olun aynı giysiler ve takılarla gelin" dedi. herkes tıpış tıpış çekildi. iki gün sonra gene gittik, saçımı başımı makyajımı gene aynı yaptılar. neyse düzelmişti gani bey, üçüncü turda ben elendim. bana bi kitap verdiler. gani müjdeye imzalattım. bu sefer kalbim kırılmamıştı, elenen yarışmacılardan birini de alıp arabayla yola çıktım. daha maslak yoluna çıkmamıştım ki, önümdeki araba durunca ben de durdum ama arkamdaki duramadı.. yani küttedenek çarptı adam bana. arabam yeni, nası bi sinirlen indim gözüm döndüydü bi anda, adam indi kendi arabasından ve dedi ki : işten çıktım kafam dalgındı tamamen benim suçum özür dilerim. buyrun. ya havle dedim sustum. bu kadar teslim olmuş bi adama bağırmanın zevki de yok. polis bekledik filan, sonra fotokopiler çektirdik birbirimize verdik sigorta için. el sıkışıp ayrıldık. bu da bööle bi maceraydı. bu arada miras'ı da seyredemedim.
Meraklısına not: bu yazı eski blogumda yayınlanmıştır, aklıma geldi, sizinle de paylaşayım dedim :)
Meraklısına ikinci not: burada pasaparola yarışmasının internet versiyonu var :) fotograf aradım, bulamadım.
Meraklısına üçüncü not: evet, bu yıl da "kim beşyüzbin ister"e katıldım :) o ayrı bir hikaye.
11 Aralık 2007 Salı
topkapı sarayı harem dairesi


işte kendimin bir kısmını sokaklarda bırakıp işyerime girdiğim bugün, internette dışarıda olmak isteyen tarafımı eyleyecek çok güzel bir yöntem buldum. ne zaman açılmış bu site, nasıl atlamışım bilmem. ismi 360tr. Türkiye'nin değişik yerlerinden 360 derece ile çekilmiş manzaralar var içinde. isterseniz manzaranın bir kısmını yakınlaştırıp bakabiliyorsunuz, tam ekran yapabiliyorsunuz. işte bu siteye en son Topkapı Sarayı'nın Harem Dairesinin görüntülerini eklemişler. sanki oraya gitmiş gibi krokiden işaretleyerek oda oda gezebiliyorsunuz. çok hoşuma gitti. ayrıca sitede karlar altındaki Abant Gölü, Yeni Camii önünden Eminönü Meydanı, Kayseri Kalesi, Haydarpaşa Tren Garı, sahilden Haydarpaşa gibi panoramalar da var. dilerseniz sitede belirtilen illerin sayfalarına da girebiliyorsunuz. oturduğu yerde yüreğini sokaklara salıp ıslık çalmak isteyenlere göre.
Meraklısına Not: TC Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın Topkapı Sarayı sayfası burada, bu sayfa da çok emek verilerek hazırlanmış oldukça ayrıntılı bir çalışma ürünü.
9 Aralık 2007 Pazar
Cumhuriyetin 10. Yılı ve Sergey Yutkeviç

1933'te Tüm dünyadan liderler, politikacılar, haberciler, Cumhuriyet'in onuncu kuruluş yıldönümüne katılmak ve kutlamak için Türkiye'ye, Ankara'ya akın etmektedir. SSCB'den Meclis Başkanı Vorosilof gelmiş, ve beraberinde de kutlamaları filme alacak Sergey Yutkeviç'i getirmiştir.
29 Ekim günü, yerel ve yabancı basın Atatürk'ün Onuncu Yıl söylevini vereceği kürsünün çevresinde yerlerini almış, belgesel filmciler kameralarını kurmuş, mikrofonlarını da radyocularla birlikte kürsünün üzerine dizmişlerdir. Rus Sergey Yutkeviç; İngiliz, Fransız, Alman, velhasıl 'kapitalist' Batılı meslektaşlarının teknik donanımının, kendi Sovyet malı kamera ve mikrofonuna kıyasla çok daha gelişmiş olduğunu fark etmiştir. Aletlerin gelişmişliği bir yana, malzemeler arasında estetik bir uçurum da vardır: Diğerlerinin ince kablolu, zarif mikrofonlarının yanına, bilek kalınlığında bir kabloyla kameraya bağlı hantal Rus mikrofonunu yerleştirirken, utanır. Nuhu nebiden kalma gibi görünen ağır kamerasını, yine kol gibi kablolarla elektriğe bağlarken sıkılır.Yapar tabii gerekeni. Ve 'Kapitalist Batı'nın alaycı bakışlarını üzerinde hissederek, meslektaşlarıyla birlikte Atatürk'ü beklemeye başlar. Çok geçmeden Atatürk'ün üstü açık arabası görünür. Sergey Yutkeviç, gözünü vizöre yapıştırır ve kamerasıyla arabanın gelişini izlemeye başlar. Atatürk kürsüye doğru yaklaşırken, bir çatırtı kopar Rus kameramanın çevresinde. Ancak Yutkeviç, gözünü vizörden ayıramaz ve ne olduğunu anlamaz. O zamanın kameraları şimdiki gibi değil gözünü ayırmak için önce sabitlemek ve sıkıştırma kolunu kapamak lazımdır. Çekime ara vermez, merak etmekle birlikte çekimine devam eder. Atatürk kürsüye çıkıp söylevine başlayınca, kamerayı kürsüye sabitler ve başını kaldırıp etrafına bakınca, diğer meslektaşlarının tası tarağı toplamakta olduğunu görür: Atatürk'ün arabası tüm kamera ve radyo kablolarının üstünden geçmiş, 'Kapitalist Batı'lı kablolar çatlayıp patlarken, bir tek o bilek kalınlığındaki Rus kablosu dayanmıştır ve hala çalışmaktadır.
Sergey Yutkeviç, yıllar sonra SSCB'yi ziyaret eden Türk filmcilerine bu anısını: "O gün ilk kez, Sovyet mallarıyla övündüm!" diye gülerek anlatır. Yutkeviç, unutulmaz 'Türkiye'nin Kalbi Ankara' filmini çeken adamdır ve Cumhuriyet'in onuncu yıl kutlamalarıyla ilgili başka film, onun filminden başka görsel belge yokluğunun nedeni, diğer tüm filmcilerin o narin ince kablolarının üstünden Atatürk'ün arabasının geçmiş olmasıdır! Sergey Yutkeviç, filmin bir kopyasını bizzat Atatürk'e armağan olarak gönderir. Türkiye Cumhuriyeti bugün, onuncu yıldönümüyle ilgili tek belgeseli, Atatürk'ün ileride 'dostum Sergey' diye söz edeceği, işte bu adama borçludur.
Meraklısına Not: Atatürk'ün sözkonusu konuşmasını buradan izleyebilirsiniz.
7 Aralık 2007 Cuma
see you in another life, brother *





bir heykeltraşın sıradan ölümü


Kuvay-ı Milliye ve Atatürk Anıtı . Manisa’da yer alır. Manisa Valiliği tarafından yaptırılmıştır. Türkiye’nin en büyük, dünyanın 3. büyük anıtıdır (Sıralamadaki yeri, Rio’daki İsa heykeli ve New York’taki Özgürlük Anıtı’ndan sonradır). 3 yılda tamamlanan heykel 65 metre yüksekliğinde bir kaide üzerindedir. Atatürk’ün 7 metreden yapılan yüzü ile ellerinde zeytin dalı tutan biri zeybek kıyafetli, diğeri çağdaş Türk kadınını temsil eden iki genç var. Uzaktan bakıldığında fonda Türk bayrağı görülüyor.

geçen hafta ısparta'da meydana gelen uçak kazasından sonra, uçağın düştüğü tepeye bir anıt yapılması fikrini ortaya atan Prof. Öktem, ölmeden önce gene bir trafik kazasında bu yaz hayatını kaybeden Barış Akarsu'nun gitarıyla bir heykeli üzerinde çalışmaktaymış. bunları okuyunca hayatın bazen ne kadar acımasız olabileceğini yeniden anladım.
hele, Prof. Öktem'in, her gün geçtiğim yol üzerindeki, Harbiye'de Beşiktaş dolmuşlarının önünde yer alan Uğur Mumcu heykelini de yapmış olduğunu öğrenince, iyice şaşırdım. şehir heykelleri böyledir işte, önlerinden geçersiniz çoğu zaman başınızı kaldırıp bakmazsınız bile. altında ya da karşısında buluşmak için sözleşirsiniz ama yapanı ya da hikayesini merak etmezsiniz. oysa o heykeller hayatımızın bir parçası değil midir aslında?
Prof. Öktem, nur içinde yatsın.
Meraklısına not: Rio'daki İsa heykeli 32 metre yüksekliğindedir ve 710 metre yükseklikteki Corcovado tepesindeki Tijuca Doğal Parkı üzerinden Rio şehrine bakar. New York'taki Özgürlük Heykeli ise 1886'da Fransızlar tarafından Amerikalılara hediye edilmiştir ve Hudson Nehri'nin girişinde New York'a deniz yoluyla gelenleri karşılar, 93 metre yüksekliğindedir. Dünyanın en yüksek anıtları ile ilgili bir yazı için burayı tıklayabilirsiniz.
5 Aralık 2007 Çarşamba
kokinalar

Sonra, kokina kelimesi Rumca’da kırmızı anlamına geliyormuş ve hepimizin bildiği bir eski şarkıda geçiyormuş. Hadi mırıldanıyoruz şimdi: bir dalda iki kiraz, biri al biri beyaz.. Ne oldu? Kokina bunun neresinde mi diyorsunuz, bakın bu şarkının Yunancası da var, aynı melodi üzerine başka sözlerle (ama ortak konu aşk), Candan Erçetin de son albümünde hani hem Türkçe hem Yunanca sözlerle karışık söylemişti ya, orada var işte.
Bir Dalda İki Kiraz- ΣΑΛΑ ΣΑΛΑ(İstanbul Türküsü)
Müzikten de bahsettik, içinde kokina geçen şiir de varmış meğerse. Hem de sevgili Edip Cansever’in bir şiiri...
size bir olay anlatayım, çok kısa
Işte böyle. Bir hanımın elindeki kokinalardan nereye geldik değil mi sevgili dostlar (kendimi Tv programcısı mı sanmaya başladım nedir). Sözlerime burada şimdilik son verirken, kokinaların bana çağrıştırdığı kadar neşeli, güzel günleriniz olsun dilerim. Sevgilerimle efendim.

4 Aralık 2007 Salı
kübalı plaj şemsiyesi

ünlülerin takıntıları, Kasım ayı zam şampiyonları ve performans değerleme terimleri
-Az önce bir gazetenin “ünlülerin takıntıları” diye bir yazısını okudum, şaşırdım (lütfen bilenler Şahika’nın tonlamasıyla okusunlar bu kelimeyi). Maçoluğun Türkiye’deki kitabını yazan ağır abimiz Kadir İnanır, meğerse evinde “paspastan tuzluğa kadar herşeyi üzerinde kurbağa deseni olanlardan seçer”miş. Hadi at filan olsa neyse, kurbağa ne alaka Kadir abicim yahu? “Plastik dünyanın naylon delikanlıları” gibi bir repliğin sahibi olan sana, hiç yakıştı mı kurbağalar?
-Bu takıntı yazısında bir de Gülben Ergen’in “çok yüksekten ve yılandan korktuğu”, ayrıca “ağzına peynir koymadığı” gibi anlamlı bir bilgi de yer alıyor. Halbuki bendenizin ilk sözcüklerinden biri “mi” imiş. Mi, peynir demek benim bebekçe’me göre, demek ne kadar önemli bir kelimeymiş. Hala en sevdiğim kahvaltılıktır benim için.
-İstanbul’da Kasım ayının enflasyon şampiyonu açık tribün maç bileti (% 25), balık (% 21.29) ve ütü (%18.75) olmuş. Hani balık bollaşmıştı, hamsi 1 YTL’lere düşmüştü? Ütü fiyatları niye artar ayrıca? Şu enflasyon artışlarını nasıl hesaplıyorlar valla anlamıyorum. Bunları yazarken aklıma dün sabahki taksici geldi, Karaköy’den taksiye bindim Nişantaşı’na, 6.50-7 YTL tutuyor, bua damın taksimetresi ise 8.50 YTL’yi gösteriyordu. “aaa neden 8.50 oldu” dedim (aklımda bir de şu cinlik var, taksilere küçük lastik takıyorlarmış, böylece küçük lastik aynı mesafede daha çok dönüp, taksimetrede daha çok para yazıyormuş, bunu duyduğumdan beri taksilerin lastiklerine de bakarım şöförlerin tipleri yanısıra. Hahaha bu da benim takıntım), adam “zam geldi tahsilere” dedi. Ağzımın içinde mırıl mırıl “allah allah, duymamışım, tüh bak gördün mü taksiler de zamlandı, şimdi yoğurt fiyatları da artar” diye söylenerek işyerine girdim. Aradım taradım, yok öyle bir haber. Zaten bu sabah aynı mesafeye 6.50 YTL verdim. Şöföre “zam gelmedi mi ayol” dedim hatta, adam da cık dedi. Buradan dünkü taksi şöförüne teessüflerimi iletiyorum.
-Yılsonunun gelmesiyle beraber organizasyonlarda yöneticilerin değerlendirme stresleri başladı. Bu nedenle yazımın sonuna yöneticilere çalışanlarını değerlendirmede kullanmak üzere faydalı olacağını düşündüğüm bir rehber ekliyorum efendim:
PERFORMANS DEGERLENDIRME TERIMLERI
Motivasyonu yuksek : Sazan gibi her ise atlayan, bilumum angarya yuklenebilir sahsiyet.
Etkili sunus yetenegine sahip : Ortalamanin uzerinde guzel/yakisikli kisi; cillop gibi
Beden dilini kullanabilen : "Bi su alabilir miyim" derken kasi gozu oynayan sakat kisilik;Ne yapacagi belli olmaz,
Problem cozme yetenegi olan : Havuz problemleri cozerek buyumus oldugundan her konuda cozulecek bir problem arayan, rahatsiz mizacli kolej talebesi; problem cozebiliyosa, problem de cikartabilir, dikkatle izlenmesi lazim gelir
Takim calismasina yatkin : Iki eliyle bi seyi dogrultamayan, lakin kalabaligin arasinda kaynamayi becerebilen ve is yapiyo imaji cizebilen; cakal
Liderlik yeteneklerine sahiptir : Uzun boyludur veya bagira cagira konusur
Stresle basa cikabilir : Dunya yansa umurunda olmayan rahat kisilik, gevseklikte ve lakayitle sinir tanimayan (Not: Polyannagillerin istihdam edilebilenleri de benzer ozellikler gosterir, zinhar karistirilmamalidir)
Zamani iyi kullanan : Mudurunun ruhu bile duymadan, mesai saatleri icinde kahve icip fal baktiran, internette gezip solitaire oynayan, icabinda kuafore gidip sac-bas bile yaptiran yaratici, neseli, eglenceli kisilik; ha bi de saat 6 oldu mu bi dakka bile durmaz ve cikar gider bu tipler.
Degisime acik : Yalaka, bukalemun, firildak kisilik
Koc'luk yapabilir : Ara gaz verip calisanlari bedavaya calismaya ikna edebilen hin oglu hin.
Etkili satis becerilerine sahip : Agizlarindan girip burunlarindan cikmak suretiyle, musterileri kandirmayi basarabilen tilki sahsiyet; herseyi satabilir bu tipler, sizi de satabilir,dikkatli olun.
Musteri odakli : Sirkete karsi musterilerle ittifak yapan hain tip; brutus.
Temsil yetenegi olan : Her toplantida basina demec veriyormuscasina havalara giren, kendini bi birsey sanan, .... havada kisilik
Uyumlu : Suya sabuna dokunmayan, etliye sutluye karismayan silik kisican, TRT'nin beraber ve solo sarkilar korosunda 30 yil soloya cikmadan durabilir, otistik te olabilir.
Disariya acik bir kisilige sahip : Surekli ofis disinda
Iyi iletisim becerilerine sahip : Surekli telefonla konusur
Ortalama bir eleman : Kafasi pek basmaz
Ustun niteliklere sahip : Simdiye kadar onemli bir hata yapmadi
Isi her zaman birinci onceliktir : Flort bulamayacak kadar cirkin
Sosyal hayatinda aktif : Surekli kafa ceker
Ailesinin sosyal hayati aktifdir : Esi ve cocuklari da kafa ceker
Bagimsiz calisabilir : Kimse tam olarak ne is yaptigini bilmez
Suratli dusunur : Iyi bahaneler uydurur
Dikkatlice dusunur : Karar veremez
Mantigini iyi kullanir : Isi baskasina yaptirir
Kendini cok iyi ifade edebilir : Turkce konusabilir
Gelecegi cok iyi okur : Bayagi sanslidir
Nesesi yerindedir : Belden asagi bir cok fikra bilir
Kariyerine cok onem verir : Adami arkadan bicaklayabilir
Sadiktir ve guvenilirdir : Baska yerde is bulamamistir...
öylesine
2 Aralık 2007 Pazar
Sadako Sazaki



"This is our cry. This is our prayer. Peace in the world" (Bu bizim çığlığımız. bu bizim duamız. dünyada barış)
Heykelin açıldığı günden beri devam eden bir etkinlik de var. her yıl 6 Ağustos Dünya Barış Günü'nde, dünyanın dört bir yanında çocukların yaptığı kağıttan turnalar heykelin etrafında toplanıyor. bu yüzden kağıttan turnalar, çocukların dünya barışı simgesi haline gelmiş durumda.

"I shall write peace upon your wings, and you shall fly around the world so that children will no longer have to die this way. " (Kanatlarınıza barış yazacağım, ve siz dünyanın her bir yanına uçtuğunuzda çocuklar bu şekilde ölmeyecekler artık.)
ve şimdi tam sırası Nazım Hikmet'in Kız Çocuğu şiirini anmanın:
Kapıları çalan benim kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki kâat gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler.
eğer izlemediyseniz, lütfen buradan Fazıl Say'ın bestelediği Nazım Oratoryosundan Kız Çocuğu parçasını dinleyin. belki çocuğunuzla bir kağıt turna da siz yapmak isterseniz, buraya buyrun.