.

.

31 Aralık 2007 Pazartesi

yeni yılınız kutlu olsun


Her gün bir yerden geçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,
Dünle beraber gitti cancağızım;
Ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Mevlana

yeni yılda söyleyecek yeni sözleriniz olması dileklerimle, sevgilerimle.

30 Aralık 2007 Pazar

şimdi ne olacak


Dünkü yaratıcılık semineri dersimiz bir harikaydı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nden gelen üniversite öğrencisi misafirlerimizle salon komple doluydu, oldukça hengameli, bol gülüşmeli, eğlenceli bir oturum oldu. Önce bir kısa animasyon çizgi film izledik, Pixar’ın yapımı, hani şu pek sevdiğimiz “Finding Nemo”, “Cars” ve “Ratatouille” animasyon filmlerini yapan, çok yaratıcı kuruluş. Meğerse onların kısa film koleksiyonları varmış dvd olarak yayınlanmış (lütfen hala alamadığınız veya karar veremediğiniz yılbaşı hediyesi varsa, bunu alın, küçük ya da büyük fark etmez, çok makbule geçer, seyredip gülerken de beni hatırlayın yeter). Bu film üzerine neredeyse bir saat konuştuk. Belli yerlerde durdurup “şimdi ne olacak” diye sordu Akgün, cevaplarımızla da çok eğlendik sonradan. Linki burada, daha fazla anlatmayacağım ilk seyretmenizin keyfini kaçırmamak için, ama aslında ondan konuşmak için çıldırıyorum.. lütfen seyretmeden geçmeyin.

Çizgi filmin yarattığı dalgalanma geçtikten sonra, bir fotograf serisi izledik, etkileyici yaşlı insan portreleri. “Bu fotografların ortak yanı nedir” diye sordu Akgün önce, sonra bu fotografları çeken arkadaşının hikayesini anlattı ki ayrı bir yazı konusu olması daha uygundur. Sonra yazmayı düşünüyorum.

Sonra da “Snow Cake” isimli bir filmin (başrollerinde Alan Rickman ve Sigourney Weaver oynuyor, Türkçe’ye Kar Pastası olarak çevrilmiş, ismini duydum ama izlememiştim) ilk on dakikasını izledik. Gene durdurup, “şimdi ne olacak” diye beyin fırtınası yaparak. Bu bölümde nedense ben tahminlerimde daha başarılıydım sanırım, oldukça beklenmedik gelişiyordu, dann diye kalıverdik bir yerinde. Dersten çıkarken herkes filmin tamamını izlemek için kağıtlara filmin adını not alıyordu, izlemediyseniz siz de listenize alın bence.

Akgün bir şeyi izlerken ya da okurken durdurup ya da bırakıp, kendimize sonra ne olacak diye sormamızın yaratıcılık konusunda bizi çok geliştireceğine inandığını söyledi. Öyle ya, herkese göre o noktadan sonrası başka, o halde neden o kadar çok şey yok? “Hayatım roman lafına da inanmıyorum” dedi “eğer yazılmamışsa roman değildir.” İşte böyle.

27 Aralık 2007 Perşembe

nazım hikmet'ten dört güvercin




İki aylık edebiyat dergisi 'Sözcükler' yeni sayısında Nâzım Hikmet'in yayımlanmamış bir şiirini okura sunuyor. Nâzım Hikmet'in ilk kez yayımlanan 'Dört Güvercin' adlı şiiri, Yeşim ve Kenan Bengü'de bulunan Piraye Koleksiyonu arasında bulunmuş. Hikmet'in, şiiri 1938 yılında tutuklu kaldığı İstanbul Tevkifhanesi'nde yazdığı ve kopyasını almadan Piraye'ye yolladığı tahmin ediliyor. Dergi, şiiri Nâzım Hikmet'in elinden çıktığı gibi, iki sayfalık el yazısı haliyle 'aynen' yayımladı.


'Dört Güvercin' şöyle:


Geldi dört güvercin
suda yıkanmak için.
Su mapushane yalağındaydı
ve güneş
güvercinlerin
gözünde, kanadında, kırmızı ayağındaydı.

girdi dört güvercin
yıkanmak için
suyun içine.

ve kederli toprakta dört insan
baktı dört güvercine.
güvercinler hep beraber
güneşi taşıyıp kırmızı ayaklarında uçabilirler
durdurmaz onları demir ve duvar
güvercinlerin yumuşak kanatları var.
Ve kanatlar
şimdi burda, şimdi damın üzerinde.
insanların kanatları yok
insanların kanatları yüreklerinde.
Dört güvercin
güneşe varmak için
yıkandı, uçtu sudan.


Piraye'den kalanlar arasında Nâzım Hikmet'in başlayıp yarıda bıraktığı daha önce bilinmeyen üç ayrı roman çalışması da bulundu. (Kültür Sanat)




sabah sabah okudum, bana iyi geldi. size de iyi gelir diye düşündüm. el yazılı metni tıklarsanız büyütebilirsiniz.

26 Aralık 2007 Çarşamba

blogger halleri

sevgili rehavi beni mimlemiş. bayram seyran derken bugüne kaldı yanıtlamak.

1- Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım?
efendim 10 mayıs 2006'da, sevgili arkadaşım o zamanki adıyla hepbanahepben bey, şimdiki adıyla kont vladimir'in ısrarları sonucunda netlarus'ta kendime bir sayfa açarak blog dünyasına ilk titrek adımlarımı attım. sonra yemek bloglarını keşfettim. deli gibi yemek blogu okuyup tarifleri print ediyor, haftasonları o bloglardan öğrendiğim enteresan tarifleri deniyordum. sonra bir baktım bu yemek blogları çok güzel de, böyle günlük olarak takip edilmeleri insan bünyesine zararlı olabiliyor, özellikle Türk hanımlarının anatomik yapısı düşünülürse :) bu yüzden yemek bloglarını gündelik takibimi bıraktım. sonra netlarus'ta oluşturduğumuz kabilemiz hafiften çatlamaya başlayınca, ben önce oradaki sayfama yazmayı ve gazeteler dışında internette birşeyler okumayı bıraktım, ah bir de alışveriş siteleri tabii (ideefixe, gittigidiyooo, d&r gibi). derken bir gün haruki murakami'ye sardım. türkçe'de yayınlanmış kitapları bitince, ingilizcelerini aldım, kafka on the shore kitabını okuyorum. aklıma geldi, nette onunla ilgili ne var ne yok diye bakarken, sevgili return2'nun maalesef şimdi internetin kara boşluğuna karışan kelimelerinden oluşan bloguna rastladım (bir yazısının bir yerinde elindeki kitabın adı geçiyormuş meğerse, gugil abinin azizliği), okudum hoşuma gitti. onun linklerinden sırayla abi'yi, rehavet'i okudum, hoşuma gitti. sonra onlara yorum bırakmaya başladım. sonra da netlarus'tan tebdil-i mekanda ferahlık vardır diyerek blogspot'a geldim. blogspot'taki doğumgünüm de 2 ağustos 2007.

2- Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?
belli bir çizgisi var mı okuyuculara sormak gerek, var mı ne dersiniz? ben dünyayı nasıl algılıyorsam öyle yazmaya çalışıyorum, içimden geldiği gibi. bazen yazmak gelmiyorsa içimden, başka birşey mutlaka halime tercüman oluyordur diye bakıp başka birşey gönderiyorum sayfaya, karikatür gibi, alıntılar gibi.

3- Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?
hayır, hayatımın doğal bir parçası bilgisayar. bilgisayarı açınca da blog arkadaşlarıma uğramak benim için keyifli bir şey, onları okuyup yorum bırakınca sanki kapıda rastgelip iki laf edivermişiz gibi mutlu oluyorum. yorulmuyorum, aksine dinleniyorum. okumak istediğim şeyleri yazmak terapi gibi.

4- Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?
hayır, kendimi illa ki yazmam lazım diye kasmıyorum şimdilik. ama ilginçtir ki, insan okunmak, ilgi görmek istiyor kesin. tracker'i yeni yerleştirdim sayfaya, ona bakmak bile heyecan verici olabiliyor bazen. hala en ilgi çeken yazının kamyon yazıları olması gibi:)

5-Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim?
bilmem. kendimi çok zorunlu, baskı altında veya tutuk hissedeceğim zamana kadar yazmak isterim. umarım uzun sürer ve hepimiz burada oluruz.
bu mim konusunda yazı bitiminde pas atmak adettendir, ben de sevgili vladimir'e ve sevgili sem'e pas atıyorum, hadi bakalım.
Meraklısına Not: Resmi buradan buldum, gugılda mim yazınca bu çıktı valla. sanırım bir polonya sayfası. resmin altında da yorumlardan biri şuydu, aynen alıyorum: "haaaa dobre dobre;DD". bu ifadeyi görünce buraya almaya karar verdim :)) gerçi bir başka yorum da "na zdjeciu to nie ja, tylko kolezanka, dziekuje w jej imieniu, a p³ci nie znamy :)" idi, bu cümlede hiç bir kelime tanıdık gelmedi ama olsun :))

25 Aralık 2007 Salı

asla yalnız yürümeyeceksin

asla yalnız yürümeyeceksin
fırtınada yürürken başını hep dik tut,
ve karanlıktan sakın korkma.
çünkü sonunda altın rengi bir gökyüzü
ve mutluluğun gümüşten şarkısını bulacaksın.
hayallerin sarsılsa da, alt üst olsa da,
rüzgarda, yürümeye devam et
yağmurda, yürümeye devam et.
kalbinde umutla, yürümeye devam et
ve bil ki, hiçbir zaman yalnız yürümeyeceksin
asla ama asla yalnız yürümeyeceksin

şimdi şu sözlerin güzelliğine bakar mısınız? bu öyle güzel bir şarkıdır ki.. "you’ll never walk alone", 1945 yılında oscar hammerstein tarafından carousel adlı müzikal için yazılmış ve richard rodgers tarafından bestelenmişti. elvis, sinatra ve gene vincent tarafından yorumlanmıştı. 1963'de Pacemakers adlı bir İngiliz grup tarafından yeniden yorumlandı. pink floyd'un 1971 tarihli meddle albumundeki fearless adli sarkida arka planda da "you will never walk alone" duyulur Liverpool taraftarlarinin sesinden. çünkü bu şarkı o yıllrdan beridir Liverpool futbol kulübüyle özdeşleşmiştir.


(hep romantik film yazacak değilim ya canım, biraz da futbol yazsam ne olur?) şimdi bu nerden çıktı diyeceksiniz (dersiniz siz, ben bilirim). sevgili abi bir gönderisinin altına not yerine notingam forist yazmış, sevgili rehavi de çocukluğunun takımının notingam forist olduğunu yazmış. ben de çocukken Liverpool'luydum. geçende eski defterleri karıştırırken, anket defterimi buldum. şimdiki gençlerin öyle şeyleri yoktur herhalde. bu anket defterleri genelde kızlar tarafından hazırlanıp, sol sayfalarına o dönemin meşhurlarının gazeteden kesilmiş resimlerinin yapıştırıldığı, sağ sayfalara ise defter sahibinin sorduğu bir takım antin kuntin sorulara cevapların yazıldığı bir defter türüdür. elimde tuttuğum defterdeki ünlü resimlerine baktığımda görüyorum ki, dallas dizisi oyuncularından Prenses Diana'ya, Nastassia Kinski'den Simon Templar'a kadar uzanan bir yelpaze adeta 1980'li yılların zaman tüneli gibi. resimlerin yanlarına da o günlerdeki popüler şarkılardan sözler yazmışım, komik bir el yazısı filan. bir çok arkadaşım da doldurmuş defteri, kimini hatırlayamadım bile. 1980'ler diyorum, huuu... neyse, bu defterin son sayfasında da Liverpool'un 1980 Ağustos'unda West Ham United ile oynadığı kupa maçlarının kadrolarını yazmışım.


Kadroya bakar mısınız: Kalede Clemence, 2 Neal, 3 Alan Kennedy, 4 Orlen, 5 Roy Kennedy, 6 Hansen, 7 Daglish, 8 Sammy Lee, 9 Hayvey, 10 McDermot, 11 Swiss. bu maç 0-0 bitmiş, ikinci maçta ise Liverpool kadrosundaki değişiklikler şöyle: 4 Thomson, 9 Ian Rush, 11 Jimmy Ceys. bu maçı Liverpool 2-1 kazanmış. bu kadroların yanında da Liverpool'un avrupa kupasında Bayern Munich ile yaptığı maçların kadroları var. Bayern'de de o dönemde gözde futbolcular Rummenigge, Breitner, Aguntayler, Liber Hönes, Dieter Hönes.. Bayern'le ilk maç 0-0 bitmiş, ikinci maçın sonucunu yazmamışım. şimdi netten aradım, bulamadım, arşivleri iyice didiklemek lazım. Liverpool'un o dönemdeki kadrosundan Daglish'i ve Rush'ı hala bugün gibi hatırlarım nedense. Rush, 1980'de 19 yaşında genç bir yetenekti, zayıf ipince uzun bir adam. Daglish ise hırçın. şimdi herhalde teknik direktörlük yapıyorlardır ya da emekli olmuşlardır çoktan. insan yaşlandığını bir de buradan anlıyor yani, senin dönemindeki futbolcular teknik direktör oluyorlar :)) neyse, alem kızmışım ben valla.

Meraklısına Not: "you will never walk alone" şarkısını Liverpool tribünlerinden dinlemek için buraya ve buraya tıklayabilir, buradan 3 tenorun konser kaydına (Domingos, Carrera, toprağı bol olsun Pavarotti) gidebilir, hatta "yahu ben Pacemakers versiyonunu merak ettim" derseniz buradan o versiyonu, Kral Elvis nasıl söylemiş merak ediyorsanız da buradan dinleyebilirsiniz.

arkadaş arkadaşın hafızasıdır

bugün vladimir'le konuşurken telefonda, ben kendimi çay ocağına attım kurtuldum ama o müze jaluzileri açık olduğundan sanırım rezil oldu. halbuki sakin sakin bir diziden bahsediyordu, bbc'de yayınlanıyormuş, ismi office imiş. komedi dizisiymiş, tiplerden biri eğitime gidiyormuş da eğitimciyi yana itekleyip kendi konuşmaya başlıyormuş. "seyretsen seversin, eski günleri hatırlarsın" dedi."evet eğitimcilik günleri değil mi? hatırlarım, hatırlamadığım yerleri de sen hatırlarsın, arkadaş arkadaşın hafızasıdır. " dedim ben de. sonra kurduğum son cümlenin güzelliğini onun farketmemiş olmasını umarak laf salatasına başladım, ama "ne dedim ben en son, pek güzeldi, iki saattir unutasın diye konuşuyorum" dedim. aynen tekrar etti lafı, iyi mi? "ama kardeşim sende de fil hafızası var" deyince ben, gene gülmeye başladık. sonra da acaba neden fillerin hafızası için bu laf edilmiş, neden deve kini denmiş, başka dillerde de var mı bunlar, misal amerikalılarda da "elephant memory" var mı ya da "grudge of camel"? tabii anladınız, sorunu çözemeden telefonu kapatmak zorunda kaldık.

yerime geri dönünce gugil abiden araştırayım dedim, "neden fil hafızası" yazdım, karşıma asu maro'nun akşam'da yıllar önce yazdığı bir yazı çıktı. tam da romantik filmlerden bahsettiğimiz bugün, o da "shall we dance (aşka davet)" filminden bahsetmiş, başrollerinde richard gere, jennifer lopez ve susan sarandon oynuyor (yazının başında andığı bir arkadaşının anneannesinin Richard Gere için dediği "bu adamla nikahsız bile yaşarım!" lafına gülüyorum hala şunları yazarken). bakın ne yazmış:



....."Richard Gere Jennifer Lopez'le dans ededursun, karısı (Susan Sarandon) da kocasındaki anlamlandıramadığı mutluluk halini çözmek için bir dedektif takmıştı peşine. Dedektifle aralarında bir 'İnsan neden evlenir?' diyaloğu geçti ki, sanırım bu soruyu her evli insanoğlu soruyor günün birinde. İşte Susan Sarandon'dan insana iyi gelebilecek bir cevap: 'Çünkü hayata tanık gerek.' Galiba öyle... Hayatındaki başka kimsenin bilmediği, bilse de önemsemediği detayları senin için izleyip kaydedecek biri-leri-ne ihtiyacın var herhalde. Kahveyi şekerli mi sade mi içtiğini, seni kimlerin, nelerin kırdığını, nelerin güldürdüğünü, hangi rengi, hangi filmi sevdiğini, sana hangi kokunun, hangi şarkının neyi hatırlattığını bilecek biri... Bir tek 'Hatırladın mı?' ile anlaşabileceğin biri... İnsan uzun evliliklerden de, bugün tanısa belki sadece selam verip geçeceği eski arkadaşlardan da bu yüzden vazgeçemiyor olsa gerek. Hayatının tanıkları oldukları için. Tanıklar olmasa yaşanmış olanlar yaşanmamış da sayılabileceğinden..."

Meraklısına not: bu filmi de lütfen romantik filmler kategorisinde değerlendiriniz, izleyiniz, izlettiriniz.

24 Aralık 2007 Pazartesi

the holiday (tatil)


Ankara'ya giderken ve dönerken otobüste film gösterdiler. giderken melekler şehri (güzelim city of angels)'ni gösterdiklerinde uyanıktım, molasız bir yolculuk olduğundan diğerini hayal meyal gördüm şimdi hatırlamıyorum. dönüşte ise cin gibiydim. elime aldığım Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan kitabını okumaya niyetliydim, ama film başlarken bir baktım Kate Winslet, Jude Law, Cameron Diaz isimleri akıyor jenerikte, koydum kitabı yana, iki buçuk saatmiş film, hiç ilgim dağılmadan seyrettim, bitince mola oldu hahayt. filmin adı Holiday (Tatil). 2006 yapımı bir film. hanımlar, lütfen not alın, bir kış gecesi, üzerinizde battaniye, elinizde kahveniz, kanepeye yayılıp seyredip eğlenebileceğiniz bir film.
"Film fragmanları üreten bir reklamcılık firmasının sahibi olan Amanda Woods (Cameron Diaz), Güney Kaliforniya’da yaşamaktadır (meslek konusunda yaratıcılık nasıl ama). Londra’da yayınlanan Daily Telegraph gazetesinin popüler evlendirme köşesine yazılar yazan Iris Simpkins (Kate Winslet) ise, yaşamını İngiltere’nin kırsal kesimindeki çok şirin bir kır evinde sürdürmektedir. Iris ile Amanda birbirlerinden 6.000 km. uzakta yaşadığı halde duygusal açıdan aynı konumdadırlar (yaşasın kızkardeşlik!). Noel’in hemen öncesinde ikisi de erkek arkadaşlarını yaşamlarından bir süreliğine çıkartmaya karar vermiştir. Kısacası ikisi de nostaljik Noel şarkıları söyleyecek havada değildirler. Noel tatilinde şehirden uzaklaşmak isteyen Amanda, karşılıklı ev değişimi konusunda uzmanlaşmış bir internet sitesine girdiğinde sorunlarının mükemmel panzehirini Iris’in İngiltere’deki kır evinde bulur. Bunun üzerine Amanda ile Iris arasındaki yazışmalar, iki haftalığına karşılıklı olarak birbirinin evine taşınmak için anlaşmayla sonuçlanır.Mevsimlik Santa Ana rüzgarlarıyla ısınan ılık bir kış gününde Los Angeles’a inen Iris, Amanda’nın evine taşınır. Çok geçmeden de Hollywood’un Altın Çağı’nın ünlü senaryo yazarı Arthur (Eli Wallach) ve Amanda’nın eski erkek arkadaşıyla beraber çalışan film müziği bestecisi Miles (Jack Black) ile arkadaş olur.Öte yandan Iris’in karlarla kaplı kır evine yerleşen Amanda da, uzun süredir özlemini çektiği tek başınalığın sıcaklığına kavuşmuştur. Ancak Iris’in yakışıklı erkek kardeşi Graham’ın (Jude Law) evin kapısını tıklatmasıyla (çok sarhoş ve tuvalet ihtiyacı içinde) olayın rengi değişmeye başlar. Beklenmedik gelişmelerin ard arda gelmesiyle iki kadın da en iyi yolculukların bagajların geride bırakıldığı noktada başladığını keşfedeceklerdir. "
niye seyrettim ki bu romantik filmi, ben de aslında hiç romantik film modunda değildim. neredeyse ağlayacaktım bazı sahnelerde. ağlamadım ama. ancak, sanırım filmin büyük bölümünde suratımda bir sırıtma vardı. hoşuma gitti, jude law ile cameron diaz pek güzeldi, kate winslet çok doğaldı, jack black ise her an bir zıpırlık yapacakmış gibiydi. kate'in yaşlı senaryo yazarıyla arkadaşlığı da çok hoştu. tam mevsime göre, neşeli bir filmdi yani.
Meraklısına not: filmin konusunu içeren paragrafı buradan aldım, parantez içi yorumlar bana ait :)
Meraklısına bir not daha: mola sonrası da The Queen isimli filmi gösterdiler, hani İngiltere kraliçesi II.Elizabeth'in Prenses Diana'nın ölümünden sonraki bir haftada yaşadıkları. Helen Mirren bu filmdeki rolüyle Oscar almıştı. Daha önce izlememe rağmen, gene seyrettim bu filmi de. Tony Blair'i oynayan adam (Michael Sheen) pek komikti, hakikaten Blair'e benziyordu, ama asıl komiği Bayan Blair'di -hem kraliyet karşıtı hem de bir başbakan eşi olmak zor iş tabii-. izlemediyseniz bu filme de bir şans verebilirsiniz.

23 Aralık 2007 Pazar

Bayramda Ankara




Yahya Kemal'e sormuşlar: "Üstad, Ankara'nın nesi güzeldir?" diye, o da iç geçirerek "İstanbul'a dönüşüdür azizim" demiş, rivayet edilir ki. ben de size Ankara'nın İstanbul'a dönüşlerinden getirdim bir tane :) neyse, bayram bayram dedik o da geçti netekim. Ankara'da bayram günleri akraba ziyaretleri ve Türk usulü bol bol yemek içmekle geçti. bayramın ilk sabahı depremle sallandık, gündem biraz değişti, sonra kuzen ziyaret planları aynen uygulandı. Ankara'nın dağı taşı site, inşaat, alışveriş merkezi olmuş benim gördüğüm. eskiden bildiğim hiç bir yere gidemedim, soğuktan gitmeye cesaret de edemedim. bayramın ikinci sabahı benim Emek'te bir kuaför arayışım var, evlere şenlik. bakkallar bile kapalı, sokaklarda kimse yok, araba bile geçmiyor, boş caddelerde bir tek benim ayak seslerim.. korku filmi gibi. arada bir kuş havalanıyor, pırrrr... onun sesi yankılanıyor, bir benim telaşla arkama bakarak kaçmalarım eksik yani. gene metanetle dayandım, iki caddeyi boydan boya yürüyüp artık soğuktan burnum ve kulaklarım düşecek derken, yanlışlıkla olsa gerek, dükkanını açmış bir kuaför buldum. o da ikinci katta. camdan bakıyordu adamcağız. ben de ona işaret ettim "ne alemdesin? gerçekten açık mısın? gelsem alır mısın?" babında. o da bana "gel gel kadersiz kadın yollarda ne hale gelmişsin gel saçını yapayım" dercesine elini salladı. kuaförün olduğu apartman girişinde yukarıdaki resmini çektiğim ağaç vardı. bir şaşırdım, çıkardım makinayı resmini çektim. sonra nereye baktıysam Emek'te, her apartmanın bahçesinde bunlar, allah allah, hep var mıydılar yoksa benim şerefime mi Ankara'yı bu ağaççıklarla donattılar bilemedim. bu arada bu bitkinin adı smilax excelsea (hemen size uydurukça tercüme edeyim, muhteşem gülümseyiş hehehe), "Anadolu Saparnası" da deniyormuş. işte kokina dallarının ucuna takılan kırmızı topçuklar bu bitkinin meyvaları. kuzen ev ziyaretleri arasında yeni açılan Panora alışveriş merkezine de gittik, henüz tüm dükkanlar ve Ankara'da merakla beklenen balık akvaryumları açılmamıştı. bayram nedeniyle pek kalabalık sayılmazdı. tam karşısındaki kumdan yapılmış kaleye benzeyen sarı taş binanın ne olduğunu epey bir merak ettik, oradaki görevliye sordum sonunda, Kazakistan Büyükelçiliği imiş, binbir gece masallarında anlatılan binalara benziyordu, enteresan.
Ankara'dan dönerken bugün, mola yerinde yaşlı bir amca yılbaşı piyango biletleri satıyordu ayaklarını sürüyerek. aldım bir çeyrek bilet. o da Bahçekapı biletiymiş, güldüm kendi kendime, İstanbul'da alma, şans diye yoldan al, o da İstanbul bileti olsun. son rakamı 2. her yılbaşı çekilişinden önce olduğu gibi, "büyük ikramiye şu kadarmış", "peeeh ne para yahu", "insan çıldırır o kadar parayla", "yok canım hiç de çıldırmam bi güzel yerim doğrusu" konulu sohbetlerden epey yaptıydık akraba arasında. hadi bakalım.
sonuçta, bir bayram daha geçti, yarın iş var. üstelik güdük değil tam bir hafta. hem de yılbaşından önceki son hafta. bu haftaların acayip bir dinamiği vardır. herkese kolaylıklar diliyorum, sevgiler.
Rehavi'ye not: gördüm mimini, en yakın zamanda yazacağımdır.

18 Aralık 2007 Salı

her gününüz bayram olsun


arada açar Can Dündar'ın aşağıdaki yazısını okurum. madem konumuz bayram, gelin bir daha okuyalım beraber.


"Zamanla anlıyor insan: 3-4 güne sıkışmış bir tatilden öte bir şey bayram...Hayata rasgele serpiştirilmiş ilahi ikramlar, kıymet bilen kullara her daim bayram yaşatır.

***

Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan... Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık...Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır.

***

Bir kitabı bitirmek, bir binayı bitirmek, bir okulu bitirmek, kâbuslu bir rüyayı, kodeste ağır cezayı bitirmek bayramdır.Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir ilişkiyi bitirmek de öyle...Vuslat da bayramdır öte yandan...Endişe içinde beklediğinden mektup almak, telefonda ansızın sesini duymak, deli gibi burnunda tütenin boynuna sarılmak bayramdır.En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır.Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır."Ona güvenmiştim, yanılmamışım" sözü bayramdır.Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram...

***

Yeni bir sözcük öğrenmek, bir tünelin sonuna gelmek, müzmin bir işin kapısını çarpıp uzun bir yola çıkıvermek bayramdır.Zorluklara tek başına göğüs gerebilmek, gereğinde haksızlığın üstüne yalın kılıç yürüyebilmek bayramdır.Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır. Sonrasında gelen ilk diş bayramdır, ilk söz bayram, ilk adım, ilk yazı, ilk karne bayram...Güne gülümseyerek başlamak bayramdır. "İyi ki yanımdasın" bayram, "Her şeyi sana borçluyum" bayram, "Hiç pişman değilim" bayram...

***

Evlatların mürüvvetini görebilmek, eve dolu bir torbayla gidebilmek, konu komşuyla yarenlik edebilmek, akşamları eskimeyen bir keyifle çay demleyebilmek bayramdır.Zamanı donduran eski fotoğraflara nedametsiz bakabilmek, altı çizilmiş eski kitapları aynı inançla okuyabilmek, yol arkadaşlarının yüzüne utanmadan bakabilmek bayramdır. Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram...

***

Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur.Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler. Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır.

Her gününüz bayram olsun!"
bayramda ben Ankara'da olacağım, herkese iyi bayramlar dilerim, sevgilerimle.

neden yaptım bunu?



Az önce Vladimir’in bayram kolisi geldi; içinden 15 film, 13 müzik cdsi, 2000 yılında alınmış 30’luk bir telefon kartı ve Ankara Metro kartı çıktı (metro kartını 2 hafta önce Ankara’da müze yeniden yapılandırma eğitimindeyken almış, kullanamadığı kısmını bana göndermiş ki ben yarın akşam Ankara’ya gidiyorum bayram için, kullanayım diye, “göndereyim mi” diye sorduğunda “gönder” dedim, nasılsa bedava, metroya binmem gerekmese bile, sıkılırsam evden çıkar biner gider gelirim ne var diye düşündüm, ben Ankara’da hep sıkılırım da, böyle de bir özelliğim var). Sağolsun gene bir sürü izleyecek-dinleyecek şeyim oldu, yaşasın. İşte ben bu paketi alınca onu aradım teşekkür etmek için. İş numarasını rehberden buldum. Bir baktım rehberde eski müze müdürünün adı var: Ekaterina Louloudia (bu arada hep ondan bahsederken “e be ekaterina, nasıl yaptın bunu ya” diye az söylenmişliği yoktur yani yanımda. Dolayısıyla ekaterina’yı tanımasam da, vladimir’in gözünden bir izlenimim var). Rehberde Ekaterina adını görünce aklıma bir oyun geldi numaraları tuşlarken, telefonu vladimir’in açtığına emin olunca mümkün olan en cırlak sesimle “ekaterinağğ” diye çıngırdadım telefona. Üstelik bu çıngırdamayı da kendi işyerimde yapıyorum, allahım nasıl kendimi kaybetmişim yani, neyse. Sonra kendimi toparlar gibi yaparak “ekaterinağğğ yok muydu?” deyiverdim. Vladimir nasıl kibar “ekaterina hanım tayin oldu efendim, 4 ay kadar oluyor” dedi. Ben bu sefer “aaaaaaa haberim yok, bana neden haber vermedi ki” dedim. Hissediyorum vladimir tutuldu, sesimi tanımış olabilir ama riske atamaz, “ben size yeni numarasını vereyim” dedi, “bir dakika ben de kağıt kalem alayım ay bak görüyor musun hay allah” filan söyleniyorum, bu arada gerçekten kağıt kalem aldım. “evet yazıyorum” dememle beraber vladimir yeni numarayı söyledi, ben de yazdım iyi mi? Hakikaten yazdım ya. Yazdığım numaralara bakınca gülme tuttu beni, böylece numaram açığa çıktı. Düşünmeden yapılmış, spontan bir sahne. İyi de ben niye yazdım o numarayı ya?

17 Aralık 2007 Pazartesi

günün tabelası


bu tabela, Rize-Ayder Yaylası arasında bir yerde, bir köpek kulübesinin önündeymiş. Anadolu Ajansı'nın çektiği 2007 yılına damgasını vuran fotograflardanmış. diğer fotografları görmek için buraya tıklayabilirsiniz.

13 Aralık 2007 Perşembe

aşkın sonu cinayettir


pınar kür'le mine söğüt oturmuş uzuuuun bir sohbet yapmışlar, sonra da bunu "aşkın sonu cinayettir" adıyla yayınlamışlar. pınar kür benim en sevdiğim yazarlardan biridir, nicedir yazmasa da (yayınlamasa da), yaptığı taş gibi çevirilerden bellidir hala buralarda olduğu. "neden aşkın sonu cinayettir biliyor musunuz? ya aşk ölür ya da aşıklar".

bu sohbet sırasında pınar kür, tüm yazdığı eserleri ve onları hangi ortamlarda, hayatının hangi dönemleriyle paralellik kurarak ortaya çıkardığını anlatmış. hepsini yalayıp yutmuş biri için çok enteresandı bunları okumak. ben şahsen onun en çok öykülerini (tartışmasız BİR DELİ AĞAÇ) severim. kitapta da diyor zaten: benim daha çok öykülerimi severler, öykülerimi seven de romanlarımı sevmez. bunu okuyunca düşündüm: hakkaten ha, öyküleri başkadır romanları başka. hele son iki romanı -ki bir Türk kadın yazar tarafından yazılmış iki polisiye (bir cinayet romanı-bunun en sevdiği kitap olduğunu söylüyor yazar- ve sonuncu sonbahar)- okumuşum ama pek iz bırakmamış bende. bunları okur da durur muyum, indirdim dipsiz kütüphanemden iki kitabı da bir solukta yeniden okudum. ilki 1989 ikincisi 1992 basımı bu kitapları ben tabii ki ilk baskılarında almışım, hemen de okumuşumdur. sanırım bende bir izi bırakmamaları onları takdir edecek polisiye geçmişimin olmaması. şimdi allahıma binlerce şükürler olsun, deli gibi bir polisiye arşivim var kafamda:) neyse, uzun lafın kısası zamanında da nedense pek ses getirmemiş olan bu iki kitaba, türün meraklısıysanız, lütfen bir şans veriniz. valla iyiler.

(ben bu yazıyı yazdıktan sonra, aynı serinin devamı olarak aynı kahramanlarla 2006 yılında cinayet fakültesi de seriye eklendi)

bu arada, sonuncu sonbahar'dan bir bölüm yazacağım size:

aşktan kurtulmanın gerekçeleri:
bir kere aşk mutluluk getirmiyor.getirmiş gibi görünüyor.getirmiş gibi göründüğü mutluluk bile işlevsel değil.onu, kendisi olmaktan alıkoyan ve kendi denetleyemediği bir keyifler dizisi..bu keyifleri yaşamak zorunluluğu bir yerden sonra yorucu olmaktan da öte, yıpratıcı oluyor.

mutluluk korkusu değil!..asıl korkutucu olan,mutluluk görüntüsünü sürdürmek için gereken çaba.o da ayrı yıpratıyor üstelik.mutsuz olmak daha kolaydı.gerçekten mutsuz muydu zaten?çoktan alıştığı bir oyundu belki.hatta, gerçekleştirdiği kişiliğin en önemli öğelerinden biriydi.aşk olayı tüm düzenini bozdu.yaşamını kendi bildiği gibi sürdürmesi engelleniyor.

kurtulmanın yolları:
a.aşkın nesnesinden uzaklaşırsın
b.aşkın nesnesini gülünçleştirirsin
c.aşkın nesnesini yok edersin

mutsuzluk korkulacak bir şey değil.sürekli değil bir kere,üstelik parıltılı...doruk anlarda, sıradışı olayların ardından yaşanan, aşırı ama eninde sonunda tüketilen ve hatta üretici, yaratıcı olabilen bir duygu. asıl korkunç olan dirliksizlik...her an, her şeyden, belki farkına bile varılmadan duyulan hoşnutsuzluk. aynaya her baktığında suratını asık görmek ve bunun nedenlerini tam olarak bilememek... ya da, önüne koyan meyve tabağını geri ittiğin an, azı dişinin saatlardir usul usul sızladığını ayrımsamak.. dirliksizlik tüketilmiyor, tüketiyor ve sonu yok. bir türlü bitmiyor. her günün her anında inceden inceye var. gözle görülmeyen ama yapışkanlığı hissedilen bir zar gibi sarıyor yaşamı. insanın içine işliyor kışın kuru ayazı gibi.

eee ne diyorsunuz?

kim beşyüzbin ister? kim istemez ki...


evet, pasaparola'daki rakibim emekli öğretmen ve yarışma delisi hanım haklı çıktı. insan bir yarışmaya katılınca, içindeki bütün bentler yıkılıyormuş ve bütün yarışmalara katılmak istiyormuşsun meğer :) aradan iki yıl geçince, bu sene baharda, bir gece televizyonda alt şeritten geçen "kim beşyüzbin ister yarışmasında yarışmacı olmak için şu numarayı arayın" mesajını Tanrı'dan gelen ilahi bir mesaj gibi algılayıp cep telefonumdan aradım, sorulan gene üç abuk soruya cevap verdim. bir hafta geçti arayan yok, iki hafta geçti arayan soran yok.. unuttum gitti. derken mayıs sonu aradılar "buyurun yarışalım" dediler. bu sefer maille yarışma kurallarını filan da yolladılar, yanımızda mutlaka bir yakınımız olmalıymış, yedek bir kıyafet getirmeliymişiz filan filan.. bunları okuyunca ben bir heyecanlan, gidip kendime yeni bir bluz aldım. çekim günü haftaiçine denk gelince, aldım annemi gene aynı stüdyolara doğru yola çıktık. arabayı stüdyonun önüne park ettim ki, yanımızdaki arabadan da ben yaşlarda genç bir adam ve annesi olduğunu tahmin ettiğim bir hanım indi. anneme dönüp "bak o da annesiyle gelmiş, oturur konuşursunuz" dedim. ama sonra meğerse katılanın anne olduğunu, yanındaki oğlunun misafir olduğunu anladım. neyse, girdik içeriye, bir kalabalık.. allah allah ne oluyoruz, meğerse 3 grubu bir arada çağırmışlar, tüm gün çekim var. büyük bir salonda topladılar hepimizi, saç baş makyaj form doldurma derken, her grubun 10 kişiden oluştuğunu farkettim. her yaştan, her yerden gelenler var, elde bavullar takım elbiseler askıda filan. herkes yanındaki yarışmacıyı çaktırmadan süzüyor acaba hangisi daha çetin bir rakip olabilir diye, ama o sırada daha "yoldaş"ız. bizimle ilgilenen ekip tamamiyle kızlardan oluşuyor, 20-25 yaşında kiminin burnu hızmalı, kimi dövmeli, kimi düşük belli bir sürü kız, etrafa emirler yağdırıyorlar, biz sessiz sessiz sıramızı bekliyoruz. bizim gruptan dikkatimi en çok zayıf bir genç var çok heyecanlı, adı adem, o çekiyor. nasıl anlatsam, hani okulda da sınıfta vardır öyle tipler, çalışkan ve yırtmak için mutlaka başarılı olması gereken tiplerden. üzerinde takım elbise var, yeni alındığı belli. ona bakıp "o kazanır umarım" diye aklımdan geçtiğini, benim zaten herşeyim var diye düşündüğümü hatırlıyorum. neyse, bizi yaklaşık sabah saat ondan akşamüstü beşe kadar bekletiyorlar; düz tahtada oturmaktan her yerimiz ağrıyor, makyajlar akıyor, saçlar başlar dağılıyor, açız bir yandan, herkes ağzının içinde söyleniyor, adem babasıyla bir köşede kocaman bir defteri okuyor, kalkıp yanına gidiyorum "adem ne okuyorsun" diyorum, adem defterini gösteriyor, defterde bir sürü soru-cevap var, "bunları sen mi hazırladın" diyorum, yüzü ışıldıyor onun da babasının da, adem "ben çok meraklıyım yarışmalara, çocukluğumdan beri seyrettiğim ya da radyoda dinlediğim her yarışmadaki soruları ve cevaplarını yazdım" diyor gururla, defterdeki incecik el yazısına bakıyorum içim acıyor küçücük odasında bir deftere bunları yazan çocuk gözümün önüne geliyor, "bu defteri görürlerse elinden alırlar haberin olsun, hazine gibi birşey bu" diyorum, gülüyorlar bana, "umarım işe yararlar ve sen kazanırsın" diyorum. derken bizi stüdyoya alıp, eleme turunda nasıl cevap vereceğimizi gösteriyorlar. oturduğunuz sandalyenin önünde lcd bir bilgisayar ekranınız var, altına ortaya denk gelecek şekilde başka bir aparat takılmış, onun da üzerinde küçük bir ekran altında a,b,c,d tuşları ile OK ve SİL tuşları var. sıralama sorusu ekranda görününce sıralamayı tuşlarla yapıp OK tuşuna basmanız lazım, ama aparatı önce iki elinizle kavramanız, sonra parmaklarla a,b,c,d tuşlarına basıp OK tuşuna da başparmağınızla çabuk ve güçlü bir şekilde basmanız gerek. üfff, bilgisayar oyunları gibi bişey bu, keşke daha genç olsaydım. zaten yanımda oturan anne, tuşları seçemiyor bile. bu arada yarışma sunum provası da yapıyoruz, biri ismimizi okuyor, biz kameraya gülümseyerek bakıp çok mutluymuşuz gibi el sallıyoruz. olmuyor, birininki güzel olmuyor, yeniden çekiliyor filan. zor ayol bu artizlerin işleri de :))

yarışma sunucusu haluk bilginer. o zaten saat 15.30 gibi geliyor, hemen bizden önceki grubun çekimine giriyor. biz beklemeye devam ediyoruz. sonra saat beşe gelirken "haydin" diyorlar, bizim grup giriyor. haluk bilginer tüm pırıltısıyla (star ışığı) geliyor ve çekim başlıyor. bizden önceki gruptan kalıp devam eden bir yarışmacıyla başlanıyor, çocuk da haluk bey de o arada gidip üstünü değişmiş, bir hafta ara var ya. güya. bir süre o çocuk yarışıyor, sonra o bitiyor, bizim sıralama sorumuz geliyor, OK tuşuna basıyorum almıyor, biliyordum zaten, bir daha basıyorum hırsla, sıralama ikinci ya da üçüncü oluyorum, başka biri çıkıyor ama maalesef adem değil. ona bakıyorum. uzun boynuyla, hayatı buna bağlıymış ama çaktırmıyormuş gibi oturuyor. ben sonra haluk bilginer'a bakıyorum, çok karizmatik bir adam gerçekten. etraftaki kızlara bakıyorum, kulaklarında kulaklıklar bir sürü insan stüdyonun her yerinde karıncalar gibi birşeyler yapıyorlar, arada alkış işareti, arada "susun" işareti. bizim grubun ilk yarışmacısı 3 milyar alıyor ve gidiyor. ikinci sıralama sorumuz geliyor, gene ikinci ya da üçüncü oluyorum, maalesef adem değil, kazanan çıkıyor sahneye. o da 500 YTL kazanıyor. üçüncü sıralama sorusu için haluk bey sete çıkıyor ve gong çalıyor, yarışmanın süresi bitiyor, hepimize geçmiş olsun. haluk bey hepimizin elini sıkıp koşar adım odasına gidiyor, üstünü değişip üçüncü grubun çekimine başlayacak. biz de yavaş yavaş dağılıyoruz. bakıyorum adem'in boynu bükük, babası kocaman defteri elindeki naylon torbaya koyuyor, "buradan nasıl gideceksiniz, hadi sizi yola kadar bırakayım" diyorum, geliyorlar, yolda adem'e "boşver burada olmadı, olur bir yerde bir zaman, üzülme" diyorum, "evet, tabii" diyor, camdan dışarıya bakıyor, babası konuşuyor, reşitpaşa'da oturuyorlarmış, bizi eve çaya çağırıyor, "karşıya geçeceğiz sağolun" diyorum, onları 4.Levent'te bırakıp karşıya geçiyoruz annemle, "ne gündü be" diyorum, annem "haluk bey ne hoş adammış" diyor, her yerimiz ağrıyor, annemle gidip iskender kebap yiyoruz.


Meraklısına Not: yarışmadan önce imzaladığınız sözleşmeye göre, eğer yarışma yayınlanmazsa kazandığınız para ne kadar olursa olsun alamıyorsunuz.

Meraklısına ikinci not: bu çekimi de seyredemedim, ama yayınlanmamış olabilir, yaz sezonu girmişti çünkü.

12 Aralık 2007 Çarşamba

Tv Yarışmaları-bana sorun ahhh ahhhh

sene 2005, iki işimin arasında işsiz kaldığım bir dönemde, kafamda binbir tilki dolaşırken ve bunların hiçbirinin kuyruğu birbirine değmezken, günler yağ kıvamında ağır ağır köpürerek akarken ve geride hiç bir şey kalmazken koca bir kalp kırıklığı lekesinden başka.... ben kalkıp pasaparola yarışmasına girmek için başvurdum. yani verilen telefon numarasını arayıp üç abuk soruya doğru cevap verdim. sonra arayıp ön elemeye çağırdılar. maslak-ayazağa taraflarında, stüdyoların olduğu yere gidip bir izbe kafeteryada bi grup insan-genç/ yaşlı/ başı bağlı/açık saçık- masalarda oturup bir çark soru tamamladık (her harften bir tanım sorulan bir takım soru). sonra arayıp çekime çağırdılar. gittim. saçımı ben yaptırmıştım, makyajımı orada yaptılar. ben sunucu metin uca iken başvurmuştum, arada değişip mehmet ali erbil olmuş. neyse. ekiplere yardımcı olarak katılan ünlüler haziran gecesinin oyuncuları, özcan deniz hariç. asıl rakibim ise manisa'dan gelmiş emekli bir hanım öğretmen-ki kendisi bir yarışma delisiymiş, katılmadığı yarışma kalmamış ve bana ayrılırken "havasına alışınca bak sen de hep katılmak isteyeceksin" diyecek ama başlangıçta bunu bilmiyorum. daha tanışma faslında kadın çıkarıp koca bi sepet elma veriyor mehmet ali erbil'e, yaşadığı yerden bol bol selam sevgi ve elma getirmişmiş. mehmet ali şaşırıyor, bunlar pamuk prensesin elmaları gibi deil dimi yersek ölmeyis filan diyor gülünüyor. sonra bana dönüp "sen ne getirdin niye getirmedin" diye haşlıyo beni. herşey film gibi diyicem ama zaten film içindeyiz, bu yüzden aldırmıyorum :) yarışma bölümü başabaş geçiyor ama onların masası 4 saniye öndeler. olabilir, önemli değil ben kendime güveniyorum. çarka geçiyoruz günün kazananını belirlemek için. hiç heyecanlanmıyorum ama kulaklıklardan ses yankılanarak geldiği için başta bir algılama problemi yaşıyorum sonra geçiyor. süre içinde 21 sorunun 21 ini de doğru biliyorum (bu önemli bişey çünkü genelde 13-14 bilen günün kazananı olabiliyor). sıra öğretmen hanıma geliyor. çark onun için de okunuyor, izliyorum. hatun ben nasıl bildiysem hepsini biliyor. son soruda "yapılması güç olan" tanımına ben "zorlu" demiştim, doğruydu, o" zahmetli" diyor ve mehmet ali'nin "ah üzgünüm kabul edemeyeceğim" demesiyle kadın bir pantere dönüşüveriyor "nasıl olur?bunu da kabul etmelisiniz ben 600 km yoldan geldim" filan gibi takip edemeyeceğim bir makinalı tüfek edasıyla söyleniyor, o sırada çekim kesiliyor kulaklıklı çekim ekibi sağından solundan kablolar sarkan bi grup insan karanlıklardan çıkıp filan ortada toplanıyor fısfıs birilerine soruluyor koca kitaplar açılıyor kitap sayfaları hışırdatılıyor ben bakıyorum. sonuç: kabul ediliyor. yani, ben 21/21 rakibim 21/21. daha önce olmamış bişi bu. ve onlar gene o 4 saniye yüzünden galip sayılıyorlar. şaşkınım. mehmet ali bana sarılıyor, çok iyiydi diyor. omuzunda kilolarca ağırlıkta kamerası kameraman geliyor "abla böylesi görülmedi, görülmez, sen mirasa katılsana" diyor (miras, aynı şirketin diğer kanala yaptığı gani müjdenin sunduğu yarışma) gülüyorum, bakarız diyorum.

ertesi hafta beni onlar arıyorlar ve "miras"a davet ediyorlar. miras, pasaparola filan gibi değil epey kazık bi yarışmaydı. fazla iddialı değildim yani. gene aynı stüdyoda çekimlere katıldım, saçımı başımı makyajımı gene orada yaptılar. çekim başladı. gani müjde sevimli güleryüzlü kısa boylu ve alçak tonda konuşan bi adam. ilk turda biri gitti, ikincide biri gitti derken gani müjdenin sesi gitti. valla. adamcağızın sesi çıkmıyo. kenara aldılar, ara verdiler, bişiler içirdiler filan uzandı bekliyoruz hepimiz. yavaştan seyirciler huzursuz olmaya başladılar ara uzadıkça. derken biri bana "siz bana pek tanıdık geldiniz, nerde görmüş olabilirim sizi" dedi. ilk sırada oturan yaşlı kadınlar torbalarından domates-peynir filan çıkartıp yemeye başladılar. elemanlar güya ışıkları ayarlar gibi yapıyolar filan ama belli bi gariplik var. derken yönetmen çıkıp "çekimi kesiyoruz, kusura bakmayın, iki gün sonra şu saatte gene burda olun aynı giysiler ve takılarla gelin" dedi. herkes tıpış tıpış çekildi. iki gün sonra gene gittik, saçımı başımı makyajımı gene aynı yaptılar. neyse düzelmişti gani bey, üçüncü turda ben elendim. bana bi kitap verdiler. gani müjdeye imzalattım. bu sefer kalbim kırılmamıştı, elenen yarışmacılardan birini de alıp arabayla yola çıktım. daha maslak yoluna çıkmamıştım ki, önümdeki araba durunca ben de durdum ama arkamdaki duramadı.. yani küttedenek çarptı adam bana. arabam yeni, nası bi sinirlen indim gözüm döndüydü bi anda, adam indi kendi arabasından ve dedi ki : işten çıktım kafam dalgındı tamamen benim suçum özür dilerim. buyrun. ya havle dedim sustum. bu kadar teslim olmuş bi adama bağırmanın zevki de yok. polis bekledik filan, sonra fotokopiler çektirdik birbirimize verdik sigorta için. el sıkışıp ayrıldık. bu da bööle bi maceraydı. bu arada miras'ı da seyredemedim.

Meraklısına not: bu yazı eski blogumda yayınlanmıştır, aklıma geldi, sizinle de paylaşayım dedim :)

Meraklısına ikinci not: burada pasaparola yarışmasının internet versiyonu var :) fotograf aradım, bulamadım.

Meraklısına üçüncü not: evet, bu yıl da "kim beşyüzbin ister"e katıldım :) o ayrı bir hikaye.

11 Aralık 2007 Salı

topkapı sarayı harem dairesi

bir şehrin sakinleri tarafından en ihmal edilen yerlerinden biri, o şehrin müzeleridir. misal, İstanbul'da oturan biri haftasonu canı çok sıkılıp da, "ay hadi gideyim de bir Dolmabahçe Sarayı'nı (ya da Topkapı Sarayı'nı) gezeyim" demez. demez yahu, biliyorum. ancak çocuğunu ya da ayda yılda bir gelen bir misafiri ısrarcı olursa ancak böyle bir program yapar. şanslıysa, öğrenciliği İstanbul'da geçmişse belki okulla beraber gidip görmüştür ama o gören gözlerle şimdiki görecek olan göz aynı mıdır? değildir elbet, ama yok, haftasonları bir İstanbullu için müzeye gitmek "acayip"(egzantrik? olağanüstü? garip? sıradışı? ender? ornitorenk?) bir şeydir (yazının burasında, öğrenciliği İstanbul'da geçmemiş biri olarak, Dolmabahçe Sarayı'na ilk gidişimin Belçikalı misafirleri gezdirmek için olduğunu, onlarla beraber ağzım açık sarayı gezdiğimi, saray çıkışı karşımıza çıkan Boğaz manzarasına karşı hepimizin aklımızı bir süreliğine kaybettiğimizi hatırlıyorum). bu söylediklerim bir tek İstanbul için geçerli değil tabii, büyük şehirlerimizin tamamını belki bu kategoriye koyabiliriz. neyse, diyeceğim bu değil. diyeceğim şu ki, bir şehirde yaşarken insan hayatın hayhuyundan mıdır, kendi yaşayacağı vakti çok sanmasından mıdır, yoksa onların nasılsa hep orada öylece duracağından emin olduğundan mıdır, ihmal eder müzeleri gezmeyi. buraya kadar anlaştık mı? devam edelim o halde.


bu sabah işe gelirken vapurdan indiğimde, hava öyle güzeldi ki.. içimdeki şeytan (ya da yaşama gücü) dürttü beni.. "hadi be" dedi "şu güzel havada işe mi gideceksin? baksana, kışın ortasında böyle güneşli, böyle limonata bir hava nerede bulacaksın? neresi olursa, git sokaklarda dolaş, o bile daha iyidir işe gitmekten".. allah allah. gerçi bu ses beni bazen yağmurlu havalarda da dürter, alışığım yani. ama bir gece önce de dünyanın sayılı büyük bir yabancı bankasının yeni yıl partisine gitmişim, ortaköy jazz center'da, dibine kadar caz dinlemişim, ondan önce parti 20.00'de başlayacak diye aradaki zamanı değerlendirmek için genel müdür yardımcımla ortaköy'de bir kahvede oturup tavla oynamışım, ne zamandır tavla oynamamışım, ama başlayınca sapıtmışım, adamcağızı yerden yere vurmuşum, hiç gele atmamaklar-kapılar-marslar filan derken sonra hatırlamışım, savunmaya geçip yenilmişim :) filan. yani moral de yerinde. içimin derinliklerinden "ekmek parası" seslendi "hadi hadi vaktidir, koş şu dolmuşu yakala yoksa kartını basmaya geç kalacaksın". yakaladım dolmuşu, bastım kartımı vaktinde. keşke bir kopyam olaydı, o sokaklarda gezeydi..



işte kendimin bir kısmını sokaklarda bırakıp işyerime girdiğim bugün, internette dışarıda olmak isteyen tarafımı eyleyecek çok güzel bir yöntem buldum. ne zaman açılmış bu site, nasıl atlamışım bilmem. ismi 360tr. Türkiye'nin değişik yerlerinden 360 derece ile çekilmiş manzaralar var içinde. isterseniz manzaranın bir kısmını yakınlaştırıp bakabiliyorsunuz, tam ekran yapabiliyorsunuz. işte bu siteye en son Topkapı Sarayı'nın Harem Dairesinin görüntülerini eklemişler. sanki oraya gitmiş gibi krokiden işaretleyerek oda oda gezebiliyorsunuz. çok hoşuma gitti. ayrıca sitede karlar altındaki Abant Gölü, Yeni Camii önünden Eminönü Meydanı, Kayseri Kalesi, Haydarpaşa Tren Garı, sahilden Haydarpaşa gibi panoramalar da var. dilerseniz sitede belirtilen illerin sayfalarına da girebiliyorsunuz. oturduğu yerde yüreğini sokaklara salıp ıslık çalmak isteyenlere göre.

Meraklısına Not: TC Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın Topkapı Sarayı sayfası burada, bu sayfa da çok emek verilerek hazırlanmış oldukça ayrıntılı bir çalışma ürünü.

9 Aralık 2007 Pazar

Cumhuriyetin 10. Yılı ve Sergey Yutkeviç

eski sayfamda yer alan yazıları okurken, bir kısmını yazdığımı bile unuttuğumu farkettim. orada bir gece Kartal sahildeki Karayemiş'te düzenlenen özel bir Volkan Konak+Sunay Akın gösterisine gittiğimizden bahsetmişim ve "Sunay'ın anlattığı Sergey Yutkeviç hikayesini keşke anlatabilseydim" yazmışım. gene gülümseyerek anımsadım bu hikayeyi ve Sunay Akın'ın kaleminden işte o hikaye, sizin de seveceğinizi umuyorum:



1933'te Tüm dünyadan liderler, politikacılar, haberciler, Cumhuriyet'in onuncu kuruluş yıldönümüne katılmak ve kutlamak için Türkiye'ye, Ankara'ya akın etmektedir. SSCB'den Meclis Başkanı Vorosilof gelmiş, ve beraberinde de kutlamaları filme alacak Sergey Yutkeviç'i getirmiştir.


29 Ekim günü, yerel ve yabancı basın Atatürk'ün Onuncu Yıl söylevini vereceği kürsünün çevresinde yerlerini almış, belgesel filmciler kameralarını kurmuş, mikrofonlarını da radyocularla birlikte kürsünün üzerine dizmişlerdir. Rus Sergey Yutkeviç; İngiliz, Fransız, Alman, velhasıl 'kapitalist' Batılı meslektaşlarının teknik donanımının, kendi Sovyet malı kamera ve mikrofonuna kıyasla çok daha gelişmiş olduğunu fark etmiştir. Aletlerin gelişmişliği bir yana, malzemeler arasında estetik bir uçurum da vardır: Diğerlerinin ince kablolu, zarif mikrofonlarının yanına, bilek kalınlığında bir kabloyla kameraya bağlı hantal Rus mikrofonunu yerleştirirken, utanır. Nuhu nebiden kalma gibi görünen ağır kamerasını, yine kol gibi kablolarla elektriğe bağlarken sıkılır.Yapar tabii gerekeni. Ve 'Kapitalist Batı'nın alaycı bakışlarını üzerinde hissederek, meslektaşlarıyla birlikte Atatürk'ü beklemeye başlar. Çok geçmeden Atatürk'ün üstü açık arabası görünür. Sergey Yutkeviç, gözünü vizöre yapıştırır ve kamerasıyla arabanın gelişini izlemeye başlar. Atatürk kürsüye doğru yaklaşırken, bir çatırtı kopar Rus kameramanın çevresinde. Ancak Yutkeviç, gözünü vizörden ayıramaz ve ne olduğunu anlamaz. O zamanın kameraları şimdiki gibi değil gözünü ayırmak için önce sabitlemek ve sıkıştırma kolunu kapamak lazımdır. Çekime ara vermez, merak etmekle birlikte çekimine devam eder. Atatürk kürsüye çıkıp söylevine başlayınca, kamerayı kürsüye sabitler ve başını kaldırıp etrafına bakınca, diğer meslektaşlarının tası tarağı toplamakta olduğunu görür: Atatürk'ün arabası tüm kamera ve radyo kablolarının üstünden geçmiş, 'Kapitalist Batı'lı kablolar çatlayıp patlarken, bir tek o bilek kalınlığındaki Rus kablosu dayanmıştır ve hala çalışmaktadır.


Sergey Yutkeviç, yıllar sonra SSCB'yi ziyaret eden Türk filmcilerine bu anısını: "O gün ilk kez, Sovyet mallarıyla övündüm!" diye gülerek anlatır. Yutkeviç, unutulmaz 'Türkiye'nin Kalbi Ankara' filmini çeken adamdır ve Cumhuriyet'in onuncu yıl kutlamalarıyla ilgili başka film, onun filminden başka görsel belge yokluğunun nedeni, diğer tüm filmcilerin o narin ince kablolarının üstünden Atatürk'ün arabasının geçmiş olmasıdır! Sergey Yutkeviç, filmin bir kopyasını bizzat Atatürk'e armağan olarak gönderir. Türkiye Cumhuriyeti bugün, onuncu yıldönümüyle ilgili tek belgeseli, Atatürk'ün ileride 'dostum Sergey' diye söz edeceği, işte bu adama borçludur.


Meraklısına Not: Atatürk'ün sözkonusu konuşmasını buradan izleyebilirsiniz.

7 Aralık 2007 Cuma

see you in another life, brother *


geçenlerde yaşayan en seksi erkek seçilen matt damon'la ilgili yazmıştım ya, o günlerde neolitik hanım da colin firth ile ilgili bir yazı yazmıştı. işte orada yorumlarda konuşurken baktık ki bizim adaylarımız yok ortada, neden onlardan bahsetmiyoruz, her ay birimiz birini yazalım dedik. ben henry ian cusick için gönüllü oldum. işte size az yukarıda güzel güzel gülümsüyor (şimdi bu adam neden aday sayılmaz yani, bir bakın şuna yahu)

Ian, 17 Nisan 1967 tarihinde Peru'da Trujillo'da, Peru'lu bir anne ile İskoç bir babanın çocuğu olarak dünyaya geliyor. çocukluğu Trinidad ve Tobago'da geçiyor, 15 yaşında İskoçya'ya gidiyor (o güzelim İskoç aksanı demek burada edinmiş). Sonra İskoç Kraliyet Müzik ve Drama Okulu'ndan 6 ay sonra devam sorunları nedeniyle ayrılmak zorunda kalınca, Glasgow Citizens Tiyatro grubuna katılıyor ve bir süre orada bir çok oyunda görev alıyor. dünyayı sallayan ve benim de şahsen bizzat bir tiryakisi olduğum Lost dizisine katılmadan önce, Britanya'nın en çok iş yapan aktörlerinden biriymiş; The Royal Shakespeare Company, The Royal National Theatre, 7:84 Theatre Co., Citizens Theatre, The Theatre Babel'de oynamaktaymış. Lost seçmelerine kendisini bir DVD'ye kaydedip Los Angeles'e göndermesiyle katılmış. 14 yıldır birlikte yaşadıkları Annie ile 2006 yılında resmi olarak evlenmiş ve 3 oğulları ile beraber Hawaii'de yaşıyorlarmış. Arada, 24 dizisinin 5. sezonunun 2 bölümünde de oynamış. The Gospel of John filminde İsa'yı canlandıran aktör, Demi Moore ile geçen sezon sinemalarda oynayan Half Light (Alacakaranlık) filminde de rol almış. 2007 yılında rol aldığı başka bir film ise Hitman.



Lost dizisinde canlandırdığı karakter Desmond Hume, diziye 2. sezonda katıldı. dizideki diğer kazazedelerden farklı olarak 815 sefer sayılı uçağın yolcusu değil. uçak kazası olduğunda adada 3 yıldır bulunmakta olan Desmond, teknesiyle kaza geçirerek adaya gelmiştir. bölümler ilerledikçe biz de Desmond'un adaya gelmeden önceki hayatı hakkında bilgi sahibi oluruz. en dokunaklı sahnesi herhalde çok sevdiği Penelope'nin zengin babasının yanına gidip kızıyla evlenmek istediğini söyleme bölümüdür. burada Penelope'nin babasının (eski Türk filmlerindeki taş kalpli ve küstah zengin baba benzeri bir tip) onu yavaş yavaş ezişini içimiz parçalanarak görürüz. derken baba koltuğundan kalkar, güya sıradan bir sohbet sürdürür havada, iki bardak alır ve odasındaki barın yanına gider. Desmond'a sormadan bardaki MacCutcheon marka viskisinden bir bardağa doldurur, sonra da Desmond'a bu viskinin bir bardağının onun bir aylık maaşından daha pahalı olduğunu, bu içkiyi içmeye layık olmayan birinin kızıyla evlenmeye nasıl layık olabileceğini sorar. Desmond, usulca kalkar ve odayı terkeder, o gün için özenerek taktığı kravatını çekiştirerek çıkartır ve yere atar. çıkışta buluştuklarında Penelope onu çok sevdiğini söyler ve evlenmelerini ister; Desmond reddeder ve Penelope'yi ağlayarak bırakır, kendi yüreği de paramparça, çekip gider (o gece barda bir şişe MacCutcheon'u da içer, helal olsun diyoruz).



Desmond, dizinin ilerleyen bölümlerinde de ne zaman ölümle karşı karşıya gelse hep Penelope'yi anmaya devam eder. bu arada bir patlama sonrası Desmond'un geleceği görme yeteneği kazandığına şahit oluruz. olacakları küçük flaşlar halinde hatırlamaktadır, bu özelliğiyle ne zaman görsem Hobbit'leri hatırladığım Charlie'yi iki kez ölümden kurtarır.



Desmond'un dizide en çok kullandığı söz "brother" (kardeş)dir. bunu öyle güzel bir İskoç aksanı ile söyler ki, "bradah" derken içiniz erir. yani benim eriyor. ekşi'de de birisi Feridun Düzağaç'ın yıllar önce Peru'da kaybolmuş kardeşi olduğu söylemiş onun, çok güldüm.


İşte böyle Henry Ian Cusick, Şubat gelse de Lost başlasa diye tırım tırım beklemelerimin bir nedeni. Lost dizisinin 2010 yılında biteceğini öğrendiğimden beri, uzun vadeli bütün planlarımı buna göre değerlendiriyorum. misal Üsküdar'da yıllardır devam eden tüpgeçit projesi de Lost'un biteceği sene bitecekmiş diyorlar. ben hala emekli olmamış olacağım filan. neyse, sağlıkla o günleri görelim hep beraber.

bu arada hanımlar, bu seriye devam edelim diyorum huuuu. yok mu bir johnny deep yazacak gönüllü ?

* başka bir hayatta görüşürüz, bradah.

Meraklısına not: Henry Ian Cusick'in imdb sayfası burada, Lostpedia sayfası burada. ayrıca MacCutcheon diye bir viski markası yok, Lost'cuların bir uydurması.

bir heykeltraşın sıradan ölümü



bugün gazetelerde maalesef artık kanıksadığımız trafik kazası haberlerinden birinde ülkemizin ünlü heykeltraşlarından Prof. Dr. Tankut Öktem'in hayatını kaybettiğini okudum. hem bir sanat adamı, hem akademisyen olması dolayısıyla haberi biraz dikkatle okuduğumda ise bugüne kadar ismini duymadığım bu insanı size anlatmaya karar verdim. wikipedia'ya göre özgeçmişi şöyle:



1940 yılında Konya’da doğdu. Çocukluğu Muş'ta geçti. Sanatçı olmak istediği halde veteriner olan annesinin onu sanata teşvik etmesiyle 2 yaşında resim yapmaya, 3 yaşında heykele başladı. Lise öğrenimini İstanbul'da tamamladı. Lise son sınıfa geçtiği sene Devlet Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'nun Seramik bölümüne kayıt yaptırdı. Hocası heykeltraş Hakkı Karayiğitoğlu'nun etkisi ile heykeltraşlığa yöneldi. Bu okulun 3. sınıfında iken Dünya Genç Heykeltraşlar yarışmasında birincilik ödülü aldı. 1962 yılında Almanya’da Shone Wald Porselen Fabrik’de stajlarını tamamladı. 1965 yılında bitirdiği İ.D.T.G.S.Y.O (İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu) seramik bölümüne bir yıl sonra asistan seçildi ve 1970 yılında öğretim üyeliğine geçti. Halen bu okulda görevini sürdürüyor.



1974-1975 yılları arasında seramik bölüm başkanlığı, 1980-1982 yılları arasında İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu Müdürlüğü yaptı. 1983-1985 yılları arasında Tatbiki Güzel Sanatların Marmara Üniversitesi oluşundan sonra heykel bölümünü kurdu ve ilk başkanı oldu. 1986’dan bu yana profesör olarak öğretim üyeliğini sürdüren Prof. Dr. Tankut ÖKTEM, 1993-1996 yılları arasında seramik-cam bölümü başkanlığını, 1999’a kadar fakülte senatörlüğünü ve YÖK Sanat Milli Komitesi Marmara Üniversitesi Temsilciliğini yapmıştır. Pek çok eseri ve ödülü bulunan Prof. ÖKTEM 1999 yılında devlet sanatçısı seçilmiştir.


1973 yılına kadar modern heykeller yapan, yetmişli yıllarda para kazanmak amacıyla figüratif çalışmalara başlayan sanatçı, 1973 yılından itibaren çok figürlü anıtlar yapmaya yöneldi. Anıtlarında Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, Milli Mücadele yıllarını konu edinmiştir. Çok sayıda Atatürk anıtı yapan Öktem, eserlerinde Atatürk'ü bir kaidenin üzerinde yalnız göstermektense yaratığı toplumla göstermeyi tercih etmiştir.


bu özgeçmişi okuduktan sonra, araştırmaya devam ettim ve şu röportajında neden heykeltraşlığı seçtiği sorusuna verdiği cevap çok ilgimi çekti:



Babam benim sanatçı olarak aç kalacağımı düşünerek her zaman bir meslek sahibi olmam konusunda uyardı. Ama hayat beni yine de güzel sanatlara itti. Mimarlık Fakültesi’ne yazılmaya giderken otobüs bozuldu, şu andaki Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi önünde. O zamanlar, 2 yıllık eğitim veren Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu idi. Okulun kapısında gençleri gördüm ve oranın sanat eğitimi veren bir kurum olduğunu öğrenince, içimden gelen bir hisle gidip oranın sınavlarına girdim ve kazandım. O dönemde okullar kendi sınavını kendisi yapıyordu. Seramikçi olarak eğitim aldım. Ancak çocukluktan itibaren bende var olan ve annem tarafından teşvik edilen heykele olan yeteneğimi, hocam Hakkı Karayiğitoğlu’nun sayesinde geliştirdim. 3. sınıfta dünya genç heykeltıraşlar yarışmasında birincilik aldım.


daha öğrenciyken ödüller almaya başlayan bu heykeltraş hakkında daha fazla bilgi sahibi olmam gerekirdi diye düşünerek, okumaya devam ettim. sonra baktım ki, Prof. Öktem, Ankara'daki Kara Harp Okulu'ndaki "Atatürk ve Harbiyeli" isimli anıtı ile Time dergisine kapak olmuş. bu anıtta Atatürk'ün arkasında tam 700 değişik Harbiyeli öğrenci var.





bu kadar da değil, Manisa'da yapmış olduğu ve bitirmek için iki evini sattığı Kuvay-ı Milliye Anıtı da şu anda Türkiye'daki en yüksek anıt özelliğine sahip. bu anıtla ilgili bilgiler de şöyle:


Kuvay-ı Milliye ve Atatürk Anıtı . Manisa’da yer alır. Manisa Valiliği tarafından yaptırılmıştır. Türkiye’nin en büyük, dünyanın 3. büyük anıtıdır (Sıralamadaki yeri, Rio’daki İsa heykeli ve New York’taki Özgürlük Anıtı’ndan sonradır). 3 yılda tamamlanan heykel 65 metre yüksekliğinde bir kaide üzerindedir. Atatürk’ün 7 metreden yapılan yüzü ile ellerinde zeytin dalı tutan biri zeybek kıyafetli, diğeri çağdaş Türk kadınını temsil eden iki genç var. Uzaktan bakıldığında fonda Türk bayrağı görülüyor.





geçen hafta ısparta'da meydana gelen uçak kazasından sonra, uçağın düştüğü tepeye bir anıt yapılması fikrini ortaya atan Prof. Öktem, ölmeden önce gene bir trafik kazasında bu yaz hayatını kaybeden Barış Akarsu'nun gitarıyla bir heykeli üzerinde çalışmaktaymış. bunları okuyunca hayatın bazen ne kadar acımasız olabileceğini yeniden anladım.


hele, Prof. Öktem'in, her gün geçtiğim yol üzerindeki, Harbiye'de Beşiktaş dolmuşlarının önünde yer alan Uğur Mumcu heykelini de yapmış olduğunu öğrenince, iyice şaşırdım. şehir heykelleri böyledir işte, önlerinden geçersiniz çoğu zaman başınızı kaldırıp bakmazsınız bile. altında ya da karşısında buluşmak için sözleşirsiniz ama yapanı ya da hikayesini merak etmezsiniz. oysa o heykeller hayatımızın bir parçası değil midir aslında?


Prof. Öktem, nur içinde yatsın.


Meraklısına not: Rio'daki İsa heykeli 32 metre yüksekliğindedir ve 710 metre yükseklikteki Corcovado tepesindeki Tijuca Doğal Parkı üzerinden Rio şehrine bakar. New York'taki Özgürlük Heykeli ise 1886'da Fransızlar tarafından Amerikalılara hediye edilmiştir ve Hudson Nehri'nin girişinde New York'a deniz yoluyla gelenleri karşılar, 93 metre yüksekliğindedir. Dünyanın en yüksek anıtları ile ilgili bir yazı için burayı tıklayabilirsiniz.

5 Aralık 2007 Çarşamba

kokinalar


Bu öğlen yağmur çamur dinlemedim gene yemeğe çıktım. Bir saat de olsa, bu arada dışarıya çıkmazsam kendimi kötü hissediyorum. Karanlıkta uyan, yollara düş, üç vasıta değiştirip işe yetiş, akşam hava dört dedi mi kararsın, zaten önünde oturduğum pencereden sadece yanyana duran nişantaşı apartmanlarından başka bir şey görünmüyor, karanlıkta çık, gene bir telaş eve koş filan derken bir saatlik öğle arası bulunmaz hint kumaşı gibi benim gönlümde. Çıktım işte bu öğlen, yağmurda sanki hızlı yürürsem daha az ıslanacakmışım gibi, hızlı hızlı yürüyorum (bu arada biliyorsunuz yapılan araştırmalara göre yağmur altında normal tempoda yürüyenle hızlı koşan da aynı oranda ıslanıyormuş) yanımdan seyrana çıkmış bir nişantaşı hanımı geçti. Aaa elinde kokinalar var! Ben bir sevindim ki bu duruma, yaşasın kokinalar çıkmış filan oldum nedense. Severim onları, yaprakları diken gibi olsa da, her yıl alırım mutlaka evde yılbaşına yakın bir zamanda, kokmazlar ama yeşilli kırmızılı görüntüleri neşe verir bana. Demek vakti gelmiş ne güzel diye düşüne düşüne, bunu bloga yazayım diye karar verdim ve nette bir “kokina okuması” yaptım. Aaaaa neler buldum valla inanamazsınız. Kokina deyip geçmeyin bakın bir kere bunların latince adı ruscus aculetus, Türkçede ise tavşan memesi (çok yaratıcı olduğunu kabul edin lütfen). Bakın bir botanik sitesi nasıl anlatıyor onları:

Türkiye’nin kuzeyinde ve batısında yetişen her mevsim yeşil bir bitkidir. Çiçekleri başkalaşım (metamorfoz) sonucunda yaprak görünümü kazanan dallarının üzerinden çıkar. Bu nedenle meyveleri yaprakların üzerinden çıkıyormuş gibi gözükür. Sonbaharda olgunlaşan parlak kırmızı renkli meyveleri nohut büyüklüğündedir. Bitkinin toprakaltı kısımları her yıl toplanarak ihraç edilmektedir. Aşırı toplama nedeniyle doğal yayılış alanlarında sayıları oldukça azalmıştır. Ayrıca her yıl Aralık-Ocak aylarında dallarının ucuna Smilax excelsa’nın kırmızı renkli meyveleri bağlanarak İstanbul sokaklarında “kokina” adıyla satılır.

Meğerse bunların tek meyvesi olurmuş, onun için başka bir çiçeğin meyveleri ekleniyormuş. Tevekkeli değil, çingeneler hep sicimle bağlarlar kırmızı küçük topçukları. Eski İstanbul Rumları pek severmiş bu çiçekleri, hatta parası olmayanlar yılbaşı ağacı yerine bunları alıp pamuklarla süslerlermiş evlerinde.


Sonra, kokina kelimesi Rumca’da kırmızı anlamına geliyormuş ve hepimizin bildiği bir eski şarkıda geçiyormuş. Hadi mırıldanıyoruz şimdi: bir dalda iki kiraz, biri al biri beyaz.. Ne oldu? Kokina bunun neresinde mi diyorsunuz, bakın bu şarkının Yunancası da var, aynı melodi üzerine başka sözlerle (ama ortak konu aşk), Candan Erçetin de son albümünde hani hem Türkçe hem Yunanca sözlerle karışık söylemişti ya, orada var işte.

Bir Dalda İki Kiraz- ΣΑΛΑ ΣΑΛΑ(İstanbul Türküsü)


Σάλα σάλα, μες στη σάλα τα μιλήσαμεNα με πάρεις,


να σε πάρω συμφωνήσαμε


Sala sala, mes sti sala ta milisame


Na me paris, na se paro simfonisame


Πότε μαύρα, πότε άσπρα, πότε κόκκινα


Tην καρδιά μου να ζητούσες θα στην έδινα


Pote mavra, pote aspra, pote kokina


Tin kardya mu na zituses tha stin edina




Bir dalda iki kiraz biri al biri beyaz


Eğer beni seversen mektubunu sıkça yaz


Sallasana sallasana mendilini


Akşam oldu göndersene sevdiğimi


Bir dalda iki ceviz aramız derya deniz


Sen orada ben burada ne bet kaldı ne beniz


Sallasana sallasana mendilini


Akşam oldu göndersene sevdiğimi




Türkiye - Yunanistan-- (Söz ve müzik anonim olarak kaydedilmiş)

Müzikten de bahsettik, içinde kokina geçen şiir de varmış meğerse. Hem de sevgili Edip Cansever’in bir şiiri...



size bir olay anlatayım, çok kısa


bir kış günüydü, kar yağıyordu


gök sapından boşalmış papatya yaprakları gibi duruyordu


kapıda ruhi beyi gördüm


gözleri kıpkırmızıydı


çiğnenmemiş karın üstünde


iki tek kokina gibi duruyordu gözleri


beni birine gösteriyordu eliyle


yanında kimseler yoktu


birine yakınıyordu benden


yanında kimseler yoktu


bir adım daha attı


eli bir bıçak ucu gibi sipsivriydi, uzundu


ve nasıl olduysa oldu


yitirdim bir anda gözden


hani düş gördüm desem


o zaman sağ bileğim niye kanıyordu.

Işte böyle. Bir hanımın elindeki kokinalardan nereye geldik değil mi sevgili dostlar (kendimi Tv programcısı mı sanmaya başladım nedir). Sözlerime burada şimdilik son verirken, kokinaların bana çağrıştırdığı kadar neşeli, güzel günleriniz olsun dilerim. Sevgilerimle efendim.



4 Aralık 2007 Salı

kübalı plaj şemsiyesi

üst üste iki kederli yazınca, burası çok hüzünbaz oldu diye lütfen bakmaktan vazgeçmeyin diye...

çarşamba günü hava bozacak, sağanak yağmur bekleniyor, lodos fırtınası da olabilir dedi meteoroloji (henüz bilmiyoruz), içiniz ısınsın diye...

küba fotograflarını ekledikten sonra cd'leri kaldırmayıp arada bakıyorum, bu da hoşunuza gider diye..

makinam az önce kilitlendiği ve başka resim indiremediğim için şimdilik bir tane daha, tadımlık, ucundan acık küba sahili, benim objektifimden, yalnızca size. sevgilerimle.

ah deyip iç geçirenler, bir gün o plaj şemsiyesinin altında ayaklarınızı uzatıp uzaktan gelen salsa sesleriyle mojitolarınızı yudumlamanızı dilerim.

ünlülerin takıntıları, Kasım ayı zam şampiyonları ve performans değerleme terimleri

-Ne çabuk oldu, 75. yazı oluyor bu okuduğunuz (annem olsa “ah ömürler de böyle geçiyor işte” derdi). bu yolculuğumda bana eşlik eden tüm arkadaşlarıma teşekkür ederim.

-Az önce bir gazetenin “ünlülerin takıntıları” diye bir yazısını okudum, şaşırdım (lütfen bilenler Şahika’nın tonlamasıyla okusunlar bu kelimeyi). Maçoluğun Türkiye’deki kitabını yazan ağır abimiz Kadir İnanır, meğerse evinde “paspastan tuzluğa kadar herşeyi üzerinde kurbağa deseni olanlardan seçer”miş. Hadi at filan olsa neyse, kurbağa ne alaka Kadir abicim yahu? “Plastik dünyanın naylon delikanlıları” gibi bir repliğin sahibi olan sana, hiç yakıştı mı kurbağalar?

-Bu takıntı yazısında bir de Gülben Ergen’in “çok yüksekten ve yılandan korktuğu”, ayrıca “ağzına peynir koymadığı” gibi anlamlı bir bilgi de yer alıyor. Halbuki bendenizin ilk sözcüklerinden biri “mi” imiş. Mi, peynir demek benim bebekçe’me göre, demek ne kadar önemli bir kelimeymiş. Hala en sevdiğim kahvaltılıktır benim için.

-İstanbul’da Kasım ayının enflasyon şampiyonu açık tribün maç bileti (% 25), balık (% 21.29) ve ütü (%18.75) olmuş. Hani balık bollaşmıştı, hamsi 1 YTL’lere düşmüştü? Ütü fiyatları niye artar ayrıca? Şu enflasyon artışlarını nasıl hesaplıyorlar valla anlamıyorum. Bunları yazarken aklıma dün sabahki taksici geldi, Karaköy’den taksiye bindim Nişantaşı’na, 6.50-7 YTL tutuyor, bua damın taksimetresi ise 8.50 YTL’yi gösteriyordu. “aaa neden 8.50 oldu” dedim (aklımda bir de şu cinlik var, taksilere küçük lastik takıyorlarmış, böylece küçük lastik aynı mesafede daha çok dönüp, taksimetrede daha çok para yazıyormuş, bunu duyduğumdan beri taksilerin lastiklerine de bakarım şöförlerin tipleri yanısıra. Hahaha bu da benim takıntım), adam “zam geldi tahsilere” dedi. Ağzımın içinde mırıl mırıl “allah allah, duymamışım, tüh bak gördün mü taksiler de zamlandı, şimdi yoğurt fiyatları da artar” diye söylenerek işyerine girdim. Aradım taradım, yok öyle bir haber. Zaten bu sabah aynı mesafeye 6.50 YTL verdim. Şöföre “zam gelmedi mi ayol” dedim hatta, adam da cık dedi. Buradan dünkü taksi şöförüne teessüflerimi iletiyorum.

-Yılsonunun gelmesiyle beraber organizasyonlarda yöneticilerin değerlendirme stresleri başladı. Bu nedenle yazımın sonuna yöneticilere çalışanlarını değerlendirmede kullanmak üzere faydalı olacağını düşündüğüm bir rehber ekliyorum efendim:

PERFORMANS DEGERLENDIRME TERIMLERI
Motivasyonu yuksek : Sazan gibi her ise atlayan, bilumum angarya yuklenebilir sahsiyet.

Etkili sunus yetenegine sahip : Ortalamanin uzerinde guzel/yakisikli kisi; cillop gibi

Beden dilini kullanabilen : "Bi su alabilir miyim" derken kasi gozu oynayan sakat kisilik;Ne yapacagi belli olmaz,

Problem cozme yetenegi olan : Havuz problemleri cozerek buyumus oldugundan her konuda cozulecek bir problem arayan, rahatsiz mizacli kolej talebesi; problem cozebiliyosa, problem de cikartabilir, dikkatle izlenmesi lazim gelir

Takim calismasina yatkin : Iki eliyle bi seyi dogrultamayan, lakin kalabaligin arasinda kaynamayi becerebilen ve is yapiyo imaji cizebilen; cakal

Liderlik yeteneklerine sahiptir : Uzun boyludur veya bagira cagira konusur

Stresle basa cikabilir : Dunya yansa umurunda olmayan rahat kisilik, gevseklikte ve lakayitle sinir tanimayan (Not: Polyannagillerin istihdam edilebilenleri de benzer ozellikler gosterir, zinhar karistirilmamalidir)

Zamani iyi kullanan : Mudurunun ruhu bile duymadan, mesai saatleri icinde kahve icip fal baktiran, internette gezip solitaire oynayan, icabinda kuafore gidip sac-bas bile yaptiran yaratici, neseli, eglenceli kisilik; ha bi de saat 6 oldu mu bi dakka bile durmaz ve cikar gider bu tipler.

Degisime acik : Yalaka, bukalemun, firildak kisilik

Koc'luk yapabilir : Ara gaz verip calisanlari bedavaya calismaya ikna edebilen hin oglu hin.

Etkili satis becerilerine sahip : Agizlarindan girip burunlarindan cikmak suretiyle, musterileri kandirmayi basarabilen tilki sahsiyet; herseyi satabilir bu tipler, sizi de satabilir,dikkatli olun.

Musteri odakli : Sirkete karsi musterilerle ittifak yapan hain tip; brutus.

Temsil yetenegi olan : Her toplantida basina demec veriyormuscasina havalara giren, kendini bi birsey sanan, .... havada kisilik

Uyumlu : Suya sabuna dokunmayan, etliye sutluye karismayan silik kisican, TRT'nin beraber ve solo sarkilar korosunda 30 yil soloya cikmadan durabilir, otistik te olabilir.

Disariya acik bir kisilige sahip : Surekli ofis disinda

Iyi iletisim becerilerine sahip : Surekli telefonla konusur

Ortalama bir eleman : Kafasi pek basmaz

Ustun niteliklere sahip : Simdiye kadar onemli bir hata yapmadi

Isi her zaman birinci onceliktir : Flort bulamayacak kadar cirkin

Sosyal hayatinda aktif : Surekli kafa ceker

Ailesinin sosyal hayati aktifdir : Esi ve cocuklari da kafa ceker

Bagimsiz calisabilir : Kimse tam olarak ne is yaptigini bilmez

Suratli dusunur : Iyi bahaneler uydurur

Dikkatlice dusunur : Karar veremez

Mantigini iyi kullanir : Isi baskasina yaptirir

Kendini cok iyi ifade edebilir : Turkce konusabilir

Gelecegi cok iyi okur : Bayagi sanslidir

Nesesi yerindedir : Belden asagi bir cok fikra bilir

Kariyerine cok onem verir : Adami arkadan bicaklayabilir

Sadiktir ve guvenilirdir : Baska yerde is bulamamistir...

öylesine

Biraz önce sigara içmeye çıktım. Başımı kapının pervazına dayadım, ayakkabılarımın ucuna bakarak sigaramı içiyordum. Aklıma sabah düşündüğüm şey geldi, motordan inmiş karaköy’de vidacılarla civatacıların derme çatma dükkanlarının olduğu daracık sokaktan yürüyordum. Dükkanların çoğu açılmıştı, dükkan çalışanlarının kimi çayını karıştırıp karşısındakine laf atıyor kimi dükkanın önünü suluyordu. Önümde bir adam yürüyordu, yüzünü göremedim ama orta yaşlarda birisiydi, lacivert kabanı vardı ve kareli bir atkısı. Ellerini pantolonun ceplerine sokmuştu. Omuzlarını kısmış başı önde yürüyordu, bir kış sabahıydı ama o kadar da soğuk değildi, olsaydı ben de üşüyor olurdum mutlaka. Ben üşümüyordum. Ama adamın hali birden içime dokundu, kısılmış omuzlarında benimkine benzer bir yük mü var diye onun için o kadar üzüldüm ki, bir an içimden çamura suya bakmadan bir sonraki adımımı atmayıp olduğum yerde dizlerimin üstüne çökerek bağıra bağıra ağlamak istedim; etrafta vidalar, civatalar, metal zincirler, lastikler, envai çeşit adını bilmediğim alet edavat arasında.. ama ayaklarımın yürümeye devam ettiğini farkettim, şaşırdım. İşte ayaklarımın ucuna bakarak bunları düşündüm sigara içerken az önce. Sonra gözlerimi kapatıp sigaradan bir nefes çektim, yaparım bunu arada, bakarım ne hissediyorum diye. Gözlerimin kenarının yaşardığını, bir damlanın fokurdadığını hissettim. Çay ocağından Türkay seslendi: niye kara kara düşünüyorsunuz, dünya üzülmeye değmez. Gözümün kenarında damlayamayan gözyaşı ile, yan yan güldüm ben de. Masama dönüp bunu yazdım. Yazarken işyerindeki penceremin karşısındaki sıra sıra apartmanlardan birinin camına güneş vurdu, güneş gözüme girdi. Hişt dedi bana dünya, öyle duydum.

2 Aralık 2007 Pazar

Sadako Sazaki


bu cumartesi "Yaratıcılık Semineri"nde konumuz origami idi. emekli olduktan sonra japonca kurslarına başlayıp, uzakdoğu kültürüne merak duyan canan hanım; origami konusunda da uzmanlaşmış biri. cumartesi iki saatimizi onunla ve renkli elişi kağıtlarıyla origami yapıp sohbet ederek geçirdik.
origami, kağıt katlama sanatı. 6. yüzyıldan beri Japonya'da yaygın bir şekilde yapılıyor. mutlaka değişik örneklerini görmüşsünüzdür. ama bakın, bu hikayeyi duymamış olabilirsiniz.
Hiroşima'ya atom bombası atıldığında (6 ağustos 1945) iki yaşında olan bir kız çocuğundan bahsedeceğim size. ismi Sadako Sazaki. bombalama sırasında hayatı kurtuluyor, ama yıllar süren radyoaktif etkilerden kurtulamayarak 1955 yılında lösemiye yakalanıyor. Japon kültürüne göre, eğer kağıttan bin tane turna yaparsanız dualarınız kabul olunur. Sadako da sağlığına kavuşmayı dileyerek hastanede yatağında başlıyor kağıttan turnalar yapmaya, henüz 12 yaşında. kağıttan yaptığı turnalar arttıkça, sağlığı bozulmaya devam ediyor. bu sırada küçük kız, herhalde etrafında arkadaşlarının da ölümüne şahit oluyor. Sadako, dileğini değiştiriyor, artık dileği sadece kendisinin iyi olması değil, dünya barışının sağlanması ve çocukların savaşın korkunç etkilerinden korunması. 644 turnayı tamamladığında, Sadako hayata veda ediyor. arkadaşları dünya barışı için onun kağıttan turnalarını bin sayısına tamamlıyorlar. Sadako'nun ölümünden sonra okul arkadaşları ülke çapında bir kampanya düzenleyip onun anısını ve dileğini yaşatmak amacıyla para topluyorlar. toplanan paralarla Hiroşima kentinde Ulusal Barış Parkı'nda Sadako'nun anıtı açılıyor 3 yıl sonra.


heykelde Sadako'yu tepesinde tuttuğu bir turna kuşu ile görüyorsunuz. anıtın kaidesinde de şu satırlar var:

"This is our cry. This is our prayer. Peace in the world" (Bu bizim çığlığımız. bu bizim duamız. dünyada barış)

Heykelin açıldığı günden beri devam eden bir etkinlik de var. her yıl 6 Ağustos Dünya Barış Günü'nde, dünyanın dört bir yanında çocukların yaptığı kağıttan turnalar heykelin etrafında toplanıyor. bu yüzden kağıttan turnalar, çocukların dünya barışı simgesi haline gelmiş durumda.

Sadako ile ilgili internette yaptığım okumalarda Sadako'ya ait bir de şu söze rastladım:

"I shall write peace upon your wings, and you shall fly around the world so that children will no longer have to die this way. " (Kanatlarınıza barış yazacağım, ve siz dünyanın her bir yanına uçtuğunuzda çocuklar bu şekilde ölmeyecekler artık.)

ve şimdi tam sırası Nazım Hikmet'in Kız Çocuğu şiirini anmanın:


Kapıları çalan benim kapıları birer birer.

Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar.

Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu.

Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok.

Şeker bile yiyemez ki kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver.

Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler.


eğer izlemediyseniz, lütfen buradan Fazıl Say'ın bestelediği Nazım Oratoryosundan Kız Çocuğu parçasını dinleyin. belki çocuğunuzla bir kağıt turna da siz yapmak isterseniz, buraya buyrun.

1 Aralık 2007 Cumartesi