.

.

7 Mart 2015 Cumartesi

Pablo Casals - The Swan



Pablo Casals, bu sıralar Yaratıcı Yazarlık Atölyesinde kafa yorduğumuz Katalanlardan biri. Geçtiğimiz yüzyılın en iyi çellocularından biri sayılıyor kendini anlatırken "Küçük kel adam" diyen bu usta. 1876-1973 yılları arasında yaşamış bu büyük usta, bir müzisyen olan babasından ilk eğitimini almış. 4 yaşında keman, piyano, flüt çalabiliyotmuş. 6 yaşındayken solo konser verebilecek düzeyde keman çalabilmekteymiş. Hayatta en imrendiğim insanlar bir müzik aleti çalan insanlarken, bunları öğrendiğimde nasıl şaşırdığımı tahmin edersiniz. 11 yaşında gezici bir müzik kumpanyasında ilk kez çelloyu görür ve kendini çelloya adamaya karar verir. 13 yaşındayken bulduğu Bach'ın çello süitlerinin notalarını bulur ve 13 yıl sadece bunları çalışır. Ölene kadar her gün bunlardan birini çalmadan ve 3 saat çalışmadan gününü bitirmez. Daha sonra ülkesinin karanlık günleri başlar, iç savaş ve ardından diktatör Franco günleri.. Ülkesinden ayrılır ve diktatörlük dönemi bitene kadar konser vermeyeceğini söyler, 1946'dan sonra konser vermez. Annesinin memleketi Porto Riko'ya yerleşir, orada bir müzik okulu açar ve orada başka müzisyenler yetiştirir. Konser vermeme kararını sadece John F.Kennedy için bozar, 1961'de Beyaz Saray'da yapılan bir toplantıda Başkan'a çalar. 1971'de, 95 yaşından 2 ay önce, Birleşmiş Milletler tarafından barış madalyası ile onurlandırılır. Madalya töreninde ülkesi Katalonya'ya olan özlemini dile getiren ve bir Katalan ezgisi olan "Song of the Birds"ü çalar. Bu linki tıkladığınızda bu performansı izleyebilirsiniz. Göğümüzde hep "Barış, barış, barış" diye öten kuşların uçması dileğiyle.

Not: Gönderideki Swan isimli beste Saint-Saens'e aittir.

6 Mart 2015 Cuma

tıp


Arkadaşlar bugün Kadıköy sokaklarında dolaşırken bir vitrinde bu ilaçları gördüm. Tıp ilerliyor, her derde deva mümkün, paniğe mahal yok.

5 Mart 2015 Perşembe

Kağıt Ev ve Cem Ersavcı



İsmi "Kağıt Ev" ve şöyle şahane bir kapağı olan bir kitap düşünün. Yazarı Carlos Maria Dominguez de Arjantinli bir yazar. Arka kapağında "Kitaplara, okumaya ve aşka dair bir kitap.." yazsın. Üstelik üstün körü karıştırdığınızda içinde Peter Sis'in inanılmaz çizimleri de olsun. Peki, şimdi alın elinize kahvenizi, oturup okumaya başlayın: 

"1998 ilkbaharında Bluma Lennon, Soho’daki bir kitapçıdan Emily Dickinson’ın Şiirler’inin eski bir baskısını aldı ve ilk köşe başında, tam da ikinci şiiri okumaya başladığında bir arabanın altında kaldı.
Kitaplar insanların kaderlerini değiştirir. Kimileri Malezya Kaplanı’nı okuyup uzak diyarlardaki üniversitelerde edebiyat profesörü oldu.Siddhartha binlerce gencin Hinduizm’e merak salmasını sağladı, Hemingway onları sporcu yaptı, Dumas binlerce kadının hayatını alt üst ettiyse de, yemek kitapları sayesinde intihardan kurtulanların sayısı hiç de az değildi. Ne var ki Bluma kitap kurbanlarından biri oldu.
Ama tek kurban o değildi. Antik Diller profesörü yaşlı Leonard Wood kütüphanesindeki raftan kafasına düşen beş ciltlik Britannica Ansiklopedisi ile felç oldu; arkadaşım Richard, William Faulkner’ın raftaki Abşalom, Abşalom!’una ulaşmaya çalışırken merdivenden düşüp bacağını kırdı. Buenos Aires’ten başka bir arkadaş bir halk kütüphanesinin bodrum katındaki arşivleri incelerken tüberküloza yakalandı. Öfke nöbetine tutulup Karamazov Kardeşler’in sayfalarını mideye indirdikten sonra hazımsızlıktan ölen bir Şili terrier’i de biliyorum ayrıca.
Büyükannem ne zaman yatakta kitap okuduğumu görse bana, “Bırak şunu, kitaplar tehlikedir,” derdi. Yıllarca bunu onun cehaletine verdim, ama zaman Alman büyükannemin bilgeliğini kanıtladı."
diyen bir sayfa ile başlasın. Bırakın kitap sizi alsın götürsün. Çizimler de dahil, topu topu 89 sayfa olan bu minicik kitap sizi kitapların ve kitap severlerin dünyasına götürmekle kalmayacak, aklınızda bir sürü sorunun da dolanmasına yol açacak. Ama siz zaten kitapların tehlikeli olduğunu biliyordunuz, değil mi? 

Kitabı bir oturuşta, ayraca gerek duymadan bitirdim. sonra kalkıp kendime yeniden kahve yaptım. Durup kitapları ve onlarla olan ilişkimi düşündüm, Bauer'i ve Bluma'yı. Bir lagünün kıyısında kendine kitaplarından bir ev yapan bibliyofil Bauer'i. Kısacık ama çok etkili bir hikaye. Yazar kitabını "Büyük Joseph'in anısına" diyerek hikayede de bolca adı geçen Joseph Conrad'a ithaf etmiş. Endişeli Peri, eğer bu satırları okuyorsan bana büyük Joseph'i tanıttığın için sana çok teşekkür ederim. 

Olay bununla bitmedi. Size söylemedim ama giriş sayfasında bir ithaf daha var, diyor ki: "Çevirmeni ve yayımcısı -eğer böyle bir hakları varsa-bu kitabı Cem Ersavcı'nın aziz hatırasına ithaf eder.". Kitabın başarılı çevirmeni Seda Ersavcı'nın kitabın en başındaki özgeçmişinde "1982 yılında Cem Ersavcı ile beraber doğdu." cümlesinden hareketle, genç yaşta kaybedilmiş bir ikiz kardeş olduğunu farkediyorum. Sonra da itabın ruhuna çok uyan kapak fotoğrafının Cem Ersavcı'ya ait olduğunu. Derken Cem Ersavcı'nın parlak  bir fotoğraf sanatçısı olduğunu ve Ağustos 2014 tarihinde bir motorsiklet kazasında hayatını kaybettiğini öğreniyorum. Gezi olayları sırasında aklımıza kazınan gaz maskeli semazen fotoğrafını mesela onun çektiğini, ya da 3. havalimanı inşaatı yüzünden perperişan bir hal alan Kuzey ormanlarının.  Size de tanıdık gelecek ve çok başarılı fotoğraflarını kendi sitesinden oturup izliyorum. Siz de lütfen siteye bakın, bu kitabın kapak fotoğrafının da bulunduğu Kıyı/The Edge fotoğraflarını eminim çok beğeneceksiniz. 

Kitapla ilgili eleştiri yazılarından okumak isterseniz,
-Asuman Kafaoğlu Büke'nin Radikal Kitap'ta yayınlanan "Kitap başa beladır!" yazısı için buraya
-Onur Köybaşı'nın insanokur.org sitesinde yayınlanan ve benzer hisleri paylaştığım "Kağıt Ev Hikayesi" adlı yazısı için buraya
-Cem Tunçer'in Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan "Bir gün bir kitap okudum ve.." isimli yazısı için de buraya tıklayınız. 

Yazının sonunda da yirmiden fazla dile çevrilen Kağıt ev'in çeşitli dillerdeki kitap kapakları olsun. Ama bence en güzeli bizimki. Cem Ersavcı'nın dediği gibi, "arkada çok güzel bir dünya var.", karatmayalım enseyi.











1 Mart 2015 Pazar

O güzel insanlar, o güzel atlar...




"İnsanoğlu bir karanlıktan geliyor, bir karanlığa doğru gidiyor. ama nereden gelip, nereye gideceğini hep unutuyor. bir defa geldim, bari tadını çıkarayım, demiyor."                                  

 Yaşar Kemal


                                                            "Kadın insandır, erkek ise insanoğludur."
                                                                                            Neşet Ertaş                                                                    



Neşet Ertaş için Boskırın Tezenesi ismini veren Yaşar Kemal'dir. Anılarına saygı ve sevgiyle...


28 Şubat 2015 Cumartesi

Güzel Harabeler


Elizabeth Taylor, dün yaşasaydı 83. doğumgününü kutlayacaktı. Dolabından çıkardığı kabarık kürklerinden birini giyecek, en pırıltılı mücevherini takmak için muhtemelen bir kararsızlık yaşayacaktı. Elinde bir şampanya kadehiyle resmini çekmek isteyen gazetecilere eski parlak günlerinde olduğu gibi önce nazlanacak, sonra başını arkaya atıp gülecekti.

Elizabeth Taylor'u anımsayınca geçen yıllarda okuduğum Güzel Harabeler isimli kitabı anımsadım. Şöyle not almışım:

Güzel Harabeler tam yaz romanı. 1962 yılında İtalya’da, haritalarda bile zor bulunan bir balıkçı kasabasında başlıyor hikaye. Bu  otelin sahibi ile bu otelde kalmaya gelen Amerikalı ismi duyulmamış ama çok havalı ve ölmek üzere olan bir taze  aktris, Kleopatra filminin İtalya’daki set maceraları, filmin Amerikalı anasının gözü prodüksiyon amiri, 2. Dünya Savaşı’ndan hayatının anlamını kaybederek çıkan ve bu anlamı bir gün tamamlayacağı kitabı ile içki şişeleri arasında bulmaya çalışan bir Amerikalı, balıkçı kasabasının birbirinden antika balıkçıları, Elizabeth Taylor ve Richard Burton hakkında zaman zaman eğlenceli, romantik ve genelde dokunaklı bir hikaye. Aradan elli yıl geçtikten sonra bütün düğümler günümüzde çözülüyor. Bütün güzel hayatlar harabeye, güzel harabelere döndükten sonra. Özellikle Lydia’nın yazdığı Solist adlı oyunla ilgili bölüm, Alvis’in kitabının tamamlanabilmiş tek bölümü “Cennetin Tebessümü” ve savaş sırasında ücra bir yıkıntıda bir Alman askerin yaptığı duvar resimlerinin anlatıldığı kısımlar çok etkileyici. Birbirine ustalıkla örülmüş, çok keyifli, okuma zevki veren bambaşka hikayeler sanki.

“-Bir yazar yüceliğe ulaşmak için dört şeye ihtiyaç duyar: Arzu, hüsran ve deniz.
-Üç etti ama.
-Hüsranı iki kere sayacaksın.”



Kitabın yazarı Jess Walter, 1965 doğumlu bir Amerikalı. bu kitap altıncı kitabı. Daha önce henüz dilimize kazandırılmamış olan Citizen Vince isimli kitabı ile 2005 yılında Edgar Allan Poe ödülünü kazanmış (onu da merak etmiyor değilim hani). Yazar, kitabın fikrinin ilk olarak 1997′de İtalya’ya yaptığı gezide, kitabın kapağını da süsleyen manzaralara sahip kıyı kasabaları dolaşırken oluştuğunu anlatmış bir söyleşisinde. O dönemlerde kansere yakalanan annesi de ona hasta bir aktris yaratma konusunda fikir vermiş. Kitabı tamamlaması tam 15 yıl sürmüş. Kitabın tipik bir Hollywood komedisi olmadığını ve karakterlere sadece ayna tuttuğunu söylüyor. Yazarın daha önce Körler Ülkesi ve Sıfır  isimli kitapları Siren Yayınları tarafından yayınlanmıştı.


27 Şubat 2015 Cuma

Charlie Parker - My Little Suede Shoes (1951)



Whiplash filminden sonra yazarlık atölyemizde Charlie "Bird" Parker'la ilgili bir çalışma yaptık. Seçeceğimiz bir Parker ezgisi üzerine bir metin yazmamız istendi. Neredeyse tüm külliyatı dinledim, beynim yandı ama sonunda yukarıda bulunan ezgiyi seçtim. Ödev bitti, ama hala dinliyorum arada. Belki siz de seversiniz.

25 Şubat 2015 Çarşamba

Falan filan ve filankes işte..*


-Yukarıdaki görsel, 1946 yılında Türkiye'ye 1946 yılında bir belgesel çekmek için geldiğini öğrendiğimde çıldırdığım canım Robert Capa'nın. Şimdi nerelerde olduğunu bulamadığım o belgeselin yanı sıra İstanbul, Ankara ve Çanakkale'de bir seri de fotoğraf çekmiş. 2003 yılında -ben ondan habersiz ve gençken- bu fotoğraflar Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde sergilenmiş bi de. Neyse, sergi katalogunu aldım da merakımı biraz yatıştırdım. Öyle güzel fotoğrafları var ki, dün katalogu elimden bırakamadım. Arada paylaşırım burada da.

-Dün Starbucks'dan iki kocaman fincan aldım, kırmızı üstlerinde beyaz kalp var. Starbucks fincanlarının birer fetiş nesnesi olduğunu düşünüyorum. Çok güzeller. İçi kırmızı, dışı beyaz, sapları kırmızı-beyaz çizgili şahane fincanlarımın tekini temizlikçiler kırmıştı; çaktırmadım onlara ama hala üzülüyorum.

-Artık televizyonda seyredecek çok az şey bulabiliyorum. Bugün hiç bir şey yok mesela. Pazartesilerimin neşesi Ulan İstanbul bitti, ama yerine başlayan Beş Kardeş onun hiç yokluğunu hissettirmiyor. Bayıldım o diziye de! Ulan İstanbul'un artık internette 1,99 TL karşılığı yayınlanacak olan bölümlerinin ilk ikisinin sponsorluğunu alan Migros sayesinde ücretsiz izleyebildim. Bugün de dizide Carlos karakterini canlandıran dünya şirini Erkan Kolçak Köstendil'in Kadıköy Sahne'de konseri olduğuna rastladım. Kim unutabilir onların şenlikli şarkılarını? Yakında albümleri de çıkar.

-Zaten Pazartesi akşamları yaklaşık 3-4 aydır bir yaratıcı yazarlık atölyesine katılıyorum akşamları. inanılmaz eğlenceli ve zihin açıcı geçiyor oturumlar. Arada ödevlere oturup kafa patlatmak da gerekiyor. Yeni keşiflerinse bini bir para. O geceler eve dönünce internette neyin ne ve kimin nasıl olduğunu öğrenmek için vakit geçirmek gerekiyor. İnsanın zihnini ve kalbini besleyecek az şey var, bunları bulmak çok değerli.

-Yaklaşık 9 yıldır katıldığım İstanbul Oyuncak Müzesi'ndeki Yaratıcılık Atölyesi çalışmaları da devam ediyor-du, bu sene erken tatile giriyoruz. Onca zaman bir ordu iş sığdırdık, bir sürü gülüşme ve bir dolu insanla tanıştık. Bu olağanüstü dünyaya veda ediyor olmak üzücü, neyse ki Pazartesiler var.

-İstanbul Art News diye bir aylık gazete var, bir görseniz tuğla kadar. Çoğu zaman 5-6 eki ve bir dergisi var. Eklerin konusu edebiyat, piyasa, sergi, mimarlık gibi değişik yelpazelerde. Sırf edebiyat ekini okumak bir ay sürer, piyasadaki en iyi ve doyurucu edebiyat dergisi diyebilirim. Rastlarsanız mutlaka alın. İnternette sanırım şimdilik sadece pandora.com.tr satıyor.

-Geçen Cuma Yaren'i kısırlaştırma operasyonu için veteriner kliniğine götürdüm, 3 gün orada kaldı. İlk ayrıldığım gün öyle çok hissettim ki yokluğunu, evin her köşesinde ayrı ağladım, burnumu çeke çeke dolaşıp durdum. Neyse ki kolay atlattı, iki gün önce gidip aldım. Yan tarafı traşlı ve iki-üç dikişli, eskisi kadar afacan evin altını üstüne getirmeye devam ediyor, allahtan. Ben bilgisayardayken önce masanın üzerinde geziniyordu, baktı olmuyor, şimdi ortadan toz oluyor, çok sıkılırsa sessizce gelip dizlerime vuruyor.

-Artık okuduğum kitapları aylık olarak fotoğraflamaya karar verdim, böylece unutmam. Ocak ayı kitaplarımın resimleri işte.

Şubat ayı şimdilik bu kadar verimli görünmüyor, bunda Ocak ayında deli gibi soğuk olan hava muhalefetinin de etkisi var tabii. Hepsi iyiydi ama favorin derseniz, Melek Dili-Dimitre Dinev, Bakele-Sezgin Kaymaz ve Antonio Skarmeta-Gökkuşağı Günleri derim. Uçma Sanatı da İspanya İç Savaşı'ndan kesitler aktaran ve yazarın doksan küsur yaşında canına kıyan babasının gerçek anılarını anlatan etkileyici bir çizgi roman. Bakele demişken, kitaptaki Çızgı isimli öyküyü buradan okuyabilir, ilk kitabından beri hayranı olduğum Sezgin Kaymaz dünyasına giriş yapabilirsiniz. Algan Sezgintüredi ise önce şahane çevirileri ile hayatımıza giren sonra da kendi usulüncve polisiyelerini yazan bir yazar. Önceki kitapları hep Katilin.. diye isimler taşırken (Katilin Şeyi, Katilin Şahidi, Katilin  Meselesi, Katilin Uşağı), bu sene Dünya gazetesi yılın polisiye kitabı ödülünü alan son kitabı Maktulün.. diye başlıyor. Güncel ve memleketimizde geçen eğlenceli bir polisiye okumak isterseniz, kaçırmayın. Carlos Ruiz Zafon'u ise üzerinde artık "İspanya'da Don Kişot'tan sonra en çok satan ikinci kitap" sloganıyla satılan Rüzgarın Gölgesi kitabıyla tanıyoruz, Meleğin Oyunu ve Cennet Mahkumu ile bir üçleme oluşturuyorlar. Rüzgarın Gölgesi yaklaşık 6 yıl önce okuyup çok sevdiğim bir kitaptı, yazarlık atölyesinde yeniden karşıma çıktı, ben de üçlemeyi tamamladım. Rüzgarın Gölgesi kitabının çevirmenini de atölyemizde konuk ettik ve onun en az kitap kadar enteresan öyküsünü dinledik, ama bu başka bir gönderi konusu. Bosnalı yazar Predrag Madvejevic adını ise gene atölyemizde konuk ettiğimiz yazar-tarihçi Özlem Kumrular'dan duyduğumu itiraf ederim. Benim okuduğum Akdeniz Kitabı, yıllar süren bir çalışmanın ürünü. Akdeniz (veya White Sea) diyerek geçtiğimiz bu suyun etrafındaki tüm uygarlıklardan ve halklardan, isimlerden, balıklardan bile bahsediyor ve çok ilgi çekici bir kitap. Akdeniz'le ve uygarlıklarıyla ilgilenen herkesin Fernand Brudel'in Akdeniz kitabıyla birlikte mutlaka okuması gereken bir kaynak. Sokak Kedisi Bob ise gerçek ve ilham verici bir olayı anlatıyor, Londra sokaklarında kaybolmuş uyuşturucu bağımlısı bir sokak müzisyeninin hayatına girerek onu "kurtaran" acayip sevimli bir sarman kedi Bob. Burayı tıklarsanız onunla ilgili bir videoyu izleyebilirsiniz, youtube kanalında başka bir çok Bob videosu var. Burada da kısa bir belgesel tadında video var. Altay Martı'nın Öldürmenin Erkek Yüzü isimli kitabından bir öyküyü, yaratıcılık atölyesi çalışmalarımızın birinde bize hocamız Akgün Akova okudu. Öykü çok vurucu ve etkisi hala devam eden, insanı yerine çivileyen bir metindi. Diğer öyküleri de okumak için aldığım bu kitap beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı, asıl mesleği doktorluk olan Altay Martı'nın Leman dergisinde yıllar önce yayınlanan yazılarının toplamı, bir nevi demir leblebi. Ölüm-savaş-Güneydoğu konularında sıkı metinler okumak isteyenler kaçırmasınlar derim. Karamsarlığın yazarı Fernando Pessoa'nın Başıboş Bir Yolculuktan Notlar adıyla yayınlanan kitabı, daha önce yayınlanmış kitaplarından aforizmalar içeriyor. Ben pek sevmedim, ama Pessoa severler sevecektir. Stefan Zweig'in yayınlanan son yapıtı olan Satranç son derece kısa, ama kocaman bir öykü. Bir gemide seyahat eden yolcuların arasında bir satranç şampiyonu da vardır, iyi vakit geçirmek için bir grup yolcu para karşılığında onunla maç yapmak isterler, bu maç sırasında ortaya çıkan yolculardan biri satranç bilgisiyle herkesi şaşırtır ve olaylar gelişir. Gerilimi giderek yükselen, savaşı sorgulayan bir klasik. Klasik sayıldığı için kişisel sıralamama katmadım :) Gökkuşağı Günleri, Şili'de yapılan referandumun hikayesi. Belki daha önce rastlamışsınızdır, Pablo Norrain'in yönetmenliğini yaptığı "No" filmi bu romandan uyarlanmış. Kitabın yazarı Antonio Skarmeta'yı ise dev şair Neruda'nın sürgün günlerini anlattığı "Ateşli Sabır" kitabından ve "Postacı" filminden tanıyoruz. İngrid Bergman'ı Baştan Çıkarmak, Ingrid Bergman'ın 1945 yılında savaş fotoğrafçısı Robert Capa ile yaşadığı aşkı anlatan bir kitap. Benim için sıradan aşk romanlarından farkı, olayların gerçeğe dayanması, tarafların yayınlanmış biyografilerinden yararlanılmış olması ve tabii ki Capa idi. Kitabı bitirdiğimde hararetle  Ingrid'e acıyor ve Capa'ya daha hayran buldum kendimi. Karanlıkta İki Ceset , bu sene Dünya gazetesi en iyi polisiye kitap ödülünü Maktulün Şansı ile paylaşan ve İzmirli yazar Suphi varım'ın yazdığı tarihi İzmir polisiyelerinin sonuncusu. İzmir ama nasıl İzmir, 1800'lü yılların sonu-1900'lerin başındaki İzmir. O dönemi yansıtmakta son derece başarılı olan bu kitabı da polisiye severlere öneririrm. ve gelelim Melek Dili'ne. Önceki yıl kitap fuarından aldığım kitabı, bu yıl bir türlü bulamadım, nedense okumak için de çıldırdım ve yeniden aldım, iyi ki almışım. Dimitre Dinev bir Bulgar yazar ve biz komşularımızın edebiyatını o kadar az tanıyoruz ki, hayıflandım. İki ailenin yıllara yayılmış hikayesi diye beş kelimede anlatabilirim belki, ama öyle ince ince bağlanmış hikayeler ki bunlar, hayran kalmamak mümkün değil. İşte bu kitabı ısrarla mutlaka okuyun diyorum.


* başlıkta kullanılan söz kalıbı Pınar Öğünç'ün Aksi Gibi kitabından.