.

.

31 Ağustos 2007 Cuma

sayısal lotoda ilginç tesadüf

Hürriyet'in yalancısıyım valla. bakın ne olmuş:
İstanbul Kadıköy'de kocasının oynadığı Sayısal Loto kuponunun evde bulan kadın kuponun yatırılmadığını düşünürek bayiye götürüp oynadı. Kupon bedelini yatırdıktan sonra evine dönen kadın çekiliş sonucunu beklemeye başladı. 25 Ağustos Cumartesi günü yapılan çekilişte belirlenen şanslı rakamların kuponundaki rakamlarla aynı olduğunu gören kadın ikramiyenin sevincini yaşarken, kocası da aynı rakamlara oynadığını söyledi. Büyük ikramiyenin ikiye bölündüğünü gören çift, bayiden alınan geçerli kuponları karşılaştırdığında gerçek ortaya çıktı. Karı koca, aynı kuponu birbirlerinden habersiz olarak iki kez oynadıklarını farketti. Böylece büyük ikramiye aynı evin içinde ikiye bölünmüş oldu. Milli Piyango İdaresi, şanslı çifte ayrı ayrı 293 bin 973 YTL ikramiye verdi. Karı koca toplamda 587 bin 947 YTL ikramiye kazanmış oldu.
yıllardır oynarım, kuponun tamamında 6 gördüğüm olmadı, şunların şansına bak ya. demek ki neymiş, kocasının arkasını toplayan kadın, kazanırmış :))

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Moulin Rouge - El Tango de Roxanne

Moulin Rouge - El Tango de Roxanne

bugün sevgili abi'nin blogunda beyaz geceler filminden eleman Mikhail Baryshnikov'un bir dans sahnesi olduğunu gördüm, bu dans sahnesi ilk seyrettiğimde beni çok etkileyen başka bir dans sahnesini hatırlattı. film baz luhrmann'ın moulin rouge'u. başrollerde nicole kidman ve ewan mcgregor var. rengarenk, neşeli bir müzikal film. başrol oyuncularının ikisi de şarkıcı değil, ama bu filmdeki şarkıların çoğunu onlar seslendirmişler ve çok da iyi performans göstermişler. bu filmin sonlarına doğru bir sahne seyredeceksiniz şimdi. bir tango sahnesi. yürekten, hançereden bir şarkı eşliğinde. buraya ilk kez bir video ekledim, ilki de bu olmalıydı. evet, roxanne.

28 Ağustos 2007 Salı

kamyon arkası yazıları




eskiden sadece kamyonların değil, şehir içi minibüslerin de arkalarında, hatta içlerinde de yazılar olurdu. sonradan bu yazılar yasaklandı diye hatırlıyorum, ben severdim o yazıları. ilk aklıma gelenleri "kuzu kurdun, yol fordun", "kalbinde bana yer yoksa güzelim, farketmez ben ayakta da giderim", "dertlerimle mutluyum, bir de sevenim olsa", "istedim vermediler şöförsün dediler", "hatalı sollama, eve kara haber yollama" olarak sıralayabilirim. bu sabah gazetelerde horoz lojistik firmasının 65. yılı nedeniyle düzenlediği kamyon arkası yazıları yarışmasının sonuçlandığı haberini görünce kendi kendime güldüm. bakın sene 2007, işte en iyi kamyon arkası yazıları:

Birinci: "Kamyon Çeker 10-20 ton, Gönlüm Çeker Paris Hilton" (Serkan Demirel, İstanbul) İkinci: "Hayatımı Yazsam, Duble Yol Olur" (Ersan Deveci, İstanbul)
Üçüncü: "Araman İçin İlla Hata Mı Yapmam Gerekir?" (Tuna Karslı, İstanbul)
Mansiyon 1:: "Küresel Isınmaya Karşı Su Tankerlerine Geçiş Üstünlüğü Verilsin" (Güney Öncü, Fethiye)
Mansiyon 2: "İyi Mazot Selülit Yapmaz" (Naci Bektaş, Düzce)
Mansiyon 3: "Gazla Uçabilirsin,Ama Frenle Konamazsın" (Ömer Avni Bilgin, Kuşadası) Mansiyon 4: "Bas Gaza, Frene, Debriyaja... Götür Ver Parayı Vergiye, Stopaja" (Kayhan Özarslan, Tekirdağ)
Mansiyon 5 "Ne Müslüm'den Ne De Orhan'dan, Sevdiğim Tek Parça: Yedek Parça" (Uygar Haçbozan, Bandırma)
Jüri özel ödülü: "Arabada Yalnız Var!" (İ. Kerem Can Çalışkan, Ankara)

ayrıca kayda değer sözler de şöyle sıralanmış:

-"Bizden gelin arabası olmaz!" - "Viran olan gönlüme fullforce koysan ne çıkar." - "Kamyon arkası yazımız, kamyon önüne taşınmıştır. Görmek için sollayınız." - "Bu sol şeridi ne doktorlar, avukatlar istedi de vermedim!" -"Ben baktığımda sol boştu, şeytan doldurmuş abi!" - "Kusura bakmayın arkadaşlar, size arkamı döndüm..." - "Yenge su yetiştir, Ali abim bijon yuttu. "- "Her dilde korna çalarım." - "Hatalı sollama, kişisel ayarlarımla oynama!" - ve ahh ahh, "nescafe bile üçü bir arada, ben hala yalnızım!"

25 Ağustos 2007 Cumartesi

mekan, kapı, çıkış,sanat (paintjam)

cumartesi günü de 7.30 da uyanılır mı? uyandım işte. halbuki perşembe gecesi de azıcık kestireyim diye 20.30 da uzanıp gece 04.00 de uyanmıştım. dün gece geç de yattım aslında. kızıltoprak'ta benzinci civarında cafe for gift lovers diye çok şirin bir yer açılmış, önce oraya gittik. cafedeki herşey aynı zamanda satılık :) zevkli bir sahibi de olduğu etraftaki ıvır zıvırdan, seçtiği müziklerden, satışa koyduğu ve kullandığı organik envai çeşit üründen belli oluyor zaten. çok rahat, çok keyifli ufacık bir mekan. oradan kalkıp kalamış'ta yeni açılan kahve dünyası'na gittik. nasıl kalabalık, zor yer bulduk. kalamış'ta, cemil topuzlu caddesinin başladığı dörtyol ışıklarda eskiden yelken pastanesi şimdi citibank olan yerin karşısında koccaman bir yer açmış kahve dünyası. içinde kahve olan herşeyi hem güzel, hem ucuz yapıyorlar. 3 kişi türk kahvesi içtik, yanında 330 ml su ve kocaman bir çikolata ile. hesap 6 YTL geldi. aynısını semt pastanesinde bile iki katına içerdiniz. lütfen gloria jeans ya da starbucks'a gideceğinize bir seferliğine de olsa, kahve dünyası'na bir şans veriniz. hiç değilse yerli. masadaki atıştırmalık bonbonları nasıl yediğimizden de bahsetmedim üstelik :))) -- bu arada kadıköy'de eski migros'un yerine yeni açılan alkım kitabevinin içinde de bir şube açmışlar. geçen pazar kitabevi gezisi yaptıktan sonra orada bir çikolata fondü yedik yonca ile. kimseye söylemeyelim dedik ama siz kimse sayılmazsınız :=) altında küçük bir tealight mum olan kabın içinde gelen erimiş çikolatayı , yanında servis edilen ince dilimlenmiş çilek ve muz parçalarına ince uzun çubuklar aracılığıyla batırıp bulayıp yiyorsunuz. üstelik az da değil ha. biz iki kişi yedik ama 3 kişi de rahat rahat yiyebilir. hatta tatlı olur çok baymasın derseniz, 4 kişi bile tadımlık yapabilir. bedeli 5 YTL. kahve dünyası deyip bunu söylemeden geçemezdim, bir de orada 2 tür türk kahvesi satılıyor. biri normal biri çifte kavrulmuş türk kahvesi. kahveseverlere duyurulur.

bu arada geçen hafta yky'den yeni çıkan macar yazar magda szabo'nun kapı adlı kitabını okudum. Çok etkileyici bir kitap. Bir kadın yazarın yanında 20 yıl çalışan bir başka kadının, Emerenc''in yazarın gözünden hayatı. Emerenc başta tüm kapıları kapalı, sırlarla dolu biri gibidir. Ancak roman ve zaman ilerledikçe kapıları açılır ve sırları ortaya dökülür. Magda Szabo bu kitabı otobiyografik unsurlardan da yararlanarak yazmış, keyifli bir dili olan bu kitabı da Emerenc''i de çok seveceksiniz. yky kendi sitesinde kitabı şöyle tanıtıyor:
“Karşılıklı bağlılığımız, aşk gibi, birtakım tanımlanamayan bileşkelerin sonucuydu çünkü birbirimizi kabullenebilmek için bir sürü ödün vermemiz gerekmişti.”
Bir yazar ve ona ev işlerinde yardımcı olan yaşlıca hizmetçisi… Macaristan’ın önde gelen yazarlarından Magda Szabo’nun ince ve hüzünlü bir mizah duygusuyla kaleme aldığı Kapı, otobiyografik unsurlar da taşıyor.Szabo’ya Fransa’nın en saygın ödüllerinden Femina’yı kazandıran romanda, hayvanların ve insanların dilinden anlayan, cesur, bilge Emerenc, yazara yaşama, sanata ve ölüme ilişkin doğru bildiklerini sorgulatıyor.Kapı’yı Türkçe’ye Hilmi Ortaç çevirdi… (benim notum: çok da güzel çevirmiş, Hungaroloji mezunuymuş, ben üniversiteye gireceğim zaman bu bölümün duyurusu vardı, ilk sınıflar 20 kişi oluyormuş, ikinci sınıflar 10 kişi, 3. sınıfta 3 kişi varmış, macaristan macarca dil bilen türk arıyor ve çok zor buluyormuş. o zaman neden orayı seçmedim diye ara sıra hala üzüldüğüm olur)

aa başıma ne gelmiş de haberim yokmuş arkadaşlar, ben geçen yıl haziran'da netkitap.com adlı internet sitesine natsuo kirino isili bir japonun yazdığı çıkış isimli kitabına kısacık bir eleştiri yazmıştım. kitabı çok beğenmiştim bu arada, lütfen gerilim severler-uzakdoğu severler kaçırmasın. sonra dün kitapyurdu.com adlı sitede gezerken, bu kitaba REGURGITATE rumuzlu birisinin benim netkitap'ta yaptığım eleştirinin aynısını kopyalayıp yapıştırdığını gördüm. inanamadım ya. kitapyurdu editörüne bir hışım bir şeyler yazdım bakalım ne olacak. (benim yazdığım burada, REGURGITATE'ninki burada ) --- not:bugün 29/08/2007 az önce bir mail aldım kitapyurdu'ndan, uyarım için teşekkür ediyorlar ve o yorumu da kaldırmışlar. hehehe.

bu arada mailime sevgili teyzem acayip etkileyici bir gösteri atmış. lütfen sonuna kadar seyredin, süprizi sonda, etkileneceğinizi düşünüyorum: http://www.biertijd.com/mediaplayer/?itemid=3193

not: yazılara link eklemeyi öğrendim !! yani bu yazıda italik yerleri tıklarsanız konuyla ilgili web sayfasına ışınlanabilirsiniz. misal, yeni açılan cafe'nin resimlerini,yerini ve müşteri yorumlarını görebilirsiniz. ya da size en yakın kahve dünyası'nı keşfedebilirsiniz.

22 Ağustos 2007 Çarşamba

sonunda.. ineklerim..1

sokakta bir inek.

cemil ipekçi'nin ineği.


bu da önden görünüşü.

günseli kato.


louis vuitton ineği :))

bu resimde sağda görünen ineğin iki haftadır kanatları yok. koparmışlar. ne zevk. ne yaptılar o altın renkli kanatları acaba?


halime :)

işten erken döndüm. nedense 2-3 gündür köprü pek rahat. bu haftaya kadar trafikte benim kullandığım yönde bir rahatlama olmamıştı, ne yaz, ne okulların kapanması, ne seçimler geldi geçti bana mısın demedi. neyse, bu rahatlık da fazla sürmez biliyorum, murphy ne demiş: kendimi iyi hissediyorum, hmm merak etme yakında geçer :))

elime günlerdir bekleyen cd mi aldım ve sonunda ineklerimi yüklüyorum. umarım sizleri de biraz olsun neşelendirebilirler. hadi bakalım, buyrun nişantaşı sokaklarına. avrupaaa yakası.. (devamı sonraki postta, lütfen aşağıya doğru ilerlemeyi unutmayınız) bakalım sizin favoriniz hangisi???
kapalı mekanlar cevahir alışveriş merkezidir.

sonunda.. ineklerim..2

buradan seçilemiyor galiba, ama ortasında istanbul silueti var.

sağlıklı yaşam için, soda için :)


tam abdi ipekçi dönüşü.

bu benim favorim. halimize uygun :)

bu da uzanmış yatıvermiş sereserpe ineğinin arkadan görünüşü. çekmesem olmazdı :))

21 Ağustos 2007 Salı

Krystian Bala




Şu aşağıdaki haberi bu pazar gazetede okudum, kestim sakladım. sonra internette araştırdım, doğruymuş. neler oluyor şu hayatta diye size de anlatayım istedim.

"Polonya’da Pandora’nın kutusu açıldı ve 2000 yılında işlenmiş bir cinayet çözüldü. ‘Polonya neresi, burası neresi’ demeyin, haber 3. sayfa sınırlarına sığmayacak kadar enteresan. Olay şu: Polis yedi yıl önce işadamı Dariusz J.’nin cesedini nehirde yüzer vaziyette bulmuş. Öldürülmeden önce tüyler ürpertici işkencelere maruz kaldığı belliymiş. Domuz bağıyla bağlanmalar, kesik ve yanık izleri, telaffuzu bile zor bir sürü iç bulandırıcı şey… Polisiye roman yazarı Krystian Bala iki hafta önce bu cinayetin zanlısı olarak tutuklandı. Çünkü 2003 tarihli kitabı ‘Amok’ta anlattığı cinayet, polisin 7 yıldır çözmeye uğraştığı Dariusz J. cinayetiyle aynıymış. Hem de en küçük ayrıntıya kadar. Yazarın savunması kusursuz bir cinayet yaratırken, çok etkilendiği bu olaydan yararlanmaya karar verdiği yolunda... Polisin iddiası da sağlam; romanda kamuoyundan titizlikle gizlenen, dolayısıyla gerçek katilden başka kimsenin bilemeyeceği ipuçları yer alıyormuş. Yazarın eski karısıyla öldürülen işadamı da meğer sevgiliymiş. "

gülenay börekçi 19.08.2007 akşam

17 Ağustos 2007 Cuma

stephen king, folklorama-folklorika, inekler




bugün kesin birşeyler yazmaya niyetliydim. aslında dün gece eve 1'de dönmeme rağmen, o saatte yazacak kadar da coşkuluydum. ama bilgisayaraımın azizliğine uğradım. açar açmaz check disk/scaaning disk filan diye bir şeyler gösterip kilitlendi. bekledim ben de, inat değil mi? ama baktım olacak gibi değil, bu debelenmesi bitince gidip yattım. dolayısıyla içinde yukarıdaki iki taneye benzer başka inek resimleri olan cd den sizin için seçtiklerimi bugün sergileyemiyorum. ancak bu iki tanesi işyerindeki makinamda kayıtlı, onları ekliyorum. bunlardan aşağıdaki nişantaşı'ndaydı, mavi boncuklu, ama bir süre sonra boncuklarının hepsi yolunduğu için inek hastanesine (valla adı böyle, sergi ineklerine ilkyardım yaptıkları yer) gidip oradan etrafı kara bantlarla çevrili ve korunaklı cevahir alışveriş merkezi'ne taşındı. en üsttekigelin ise cevahir'de. alnında beşibiryerdesi, kırmızı dudakları ve ayağına dikkat.
konuyu dağıttım gene, asıl dün gece ben folklorika'ya gittim açıkhava'da, bunu anlatacaktım size. istanbul devlet opera ve balesi "folklorama" isimli bir gösteriyi yaklaşık 4 yıldır oynamakta. bu gösteri ayda ya da iki ayda bir-iki kez sergileniyor ve biletler tam bir ay öncesinde çıktığı gün tükeniyor. ben bu gösteriye gitmeyi nihayet nisan ayında başarmış ve neden böyle uzun süredir ilgi çektiğini çok iyi anlamıştım. çünkü 3 kadın-3 erkek opera sanatçısı, arkalarında 6 kişilik bir dans ekibiyle türkülerimizi batı müziği çalgılarıyla yapılan yeni düzenlemelerle söylüyorlardı ve türkülerimizin nasıl ince, nasıl insanın içine dokunan ve nasıl zamana meydan okuyan bir güzellikleri olduğunu yeniden hatırlatıyorlardı. salondaki herkesin mutlaka bir türkünün bir yerinde gözleri doluyordu, mutlaka en az bir yerinde kalkıp oynamak istiyordunuz, en azından omuzlarınızı oynatmak :) gösteri bitiminde salondan çıkan herkesin gözleri parlıyordu, yüzlerinde bir gülümseme. ve ben çıkarken, tekrar görmeliyim bunu dedim ama sezon sonuna kadar bir gösteri daha olmadı. şimdi ekim'de açacakları 2007-2008 repeertuarında var mı, ondan da emin değilim. işte bu yüzden, avea'nın açıkhava'daki konser programına bakarken "folklorika" ismini görünce heyecanlandım. folklorama'ya da hayat veren ekip, haldun dormen ve ruhsar öcal bu sefer açıkhava'da halk müziğinin genç sesleri kubat ve gülay'ı da aralarına katarak, folklorama benzeri bir gösteri hazırlamışlar. benim de bu yılın açıkhava etkinliği olarak seçtiğim bu konser dün gece gerçekleşti. folklorama ekibinden ruhsar öcal (yarabbim ne haşmetli duruşu olan bir kadındır o) ve zafer erdaş (onu ayrı bir post yapacağım), iki yeni opera sanatçısı ( şöhret inanç ve güvenç dağüstün) ile kubat ve gülay(ikisinin de çok içe işleyen bir söyleme tarzları var) , 4 erkek ve 8 kadından oluşan bir dans grubuyla (harika bir kareografi vardı, iki genç kadın hazırlamışlar ve öyle güzel olmuş ki, bazen türküleri bırakıp onlara daldım) cihan tezer'in düzenlemesiyle hazırlanmış türküleri seslendirdiler. bazen solo, bazen düet, bazen de hepsi bir arada seslendirdikleri türkülere, hem halk müziği sazlarıyla (bağlama ve davul) hem de batı müziği sazlarıyla (keman, bateri, viyolonsel gibi) can verildi. solo ve düet performanslar genelde sorunsuzdu ama hepsinin bir arada seslendirdikleri türkülerde, hepsinin tek tek çok güçlü ve güzel sesleri olmasına karşın, benim çoğu zaman kulağımı tırmalandı. belki ses düzeninden, belki de oturduğum yerden öyle algılamış olabilirim, sonuçta ben müzik adamı değilim. ama bir gariplik sezdim, aklıma pazartesi gecesi yapılan rock müzikalleri gösterisi için yapılan yorumlar geldi, o gösteride de ses düzeni felaketmiş. belki gene öyleydi. neyse, sonuçta tüm sanatçıların dans ederek söylediği salsa ritmli bir "erkilet güzeli bağlar bozuyor (tek tek basaraktan)" ve gülay'ın caz kıvamında okuduğu-serkan çağrı'nın klarnetiyle eşlik ettiği (bu çocuk hüsnü kadar iyi, aklınızda olsun) azeri türkü "sen gelmez oldun" bana göre en özgün denemelerdi ve çok keyifliydi. türkü geçişlerinde sanatçıların yaptığı teatral sahne terkedişleri de çok eğlenceliydi. maalesef fotograf çekemedim, cep telefonumla aldığım resimler yoğun ışık nedeniyle sahnedekileri ancak beyaz ruhlarmış gibi gösterdi, korktum sildim. evet arkadaşlar, bence yakalarsanız bir folklorama ya da folklorika, lütfen kayıtsız kalmayınız, gidiniz dinleyiniz dinlettiriniz.
Bu sabah işe gelirken aklımdan işte bunlar geçiyordu, tüh inekleri koyamadım, hay allah folklorika'yı yazamadım filan, gazetede aşağıdaki haberi gördüm ve bunu da sizinle paylaşmak istedim. bakınız: stephen king'in son icraatı.

"Avustralya'da bir kitapçı dükkânının çalışanları, yaşlı bir adamın raftaki kitapları açıp içine bir şeyler yazdığını fark ettiklerinde adam çoktan işini bitirmiş dükkândan çıkıyordu. Görevliler hemen kitapların başına koşup zararı tespit etmek için kapağını açtıklarında raftaki altı Stephen King kitabının yazarı taarfından imzalandığını anladılar. Hemen sokağa fırlayan dükkânın yöneticisi Stephen King'i bir kafede yakaladı ve önce özür dileyip sonra bol bol teşekkür etti. Zaman zaman Avustralyalı yazarların uğrayıp raftaki kitaplarını imzaladıkları Alice Springs adlı kitapçı dükkanı, beş adet imzalı Stephen King kitabını bir yardım kuruluşu yararına satacak. Altıncısı ise, olayı fark eden bir müşteri tarafından hemen o an satın alındığı için yapacak bir şey yok. Stephen King'in ajansı, ünlü yazarın Avustralya'da olduğundan kimsenin haberi olmadığını açıkladı."




14 Ağustos 2007 Salı

yurdum insanı ve karpuz


merhaba, dün akşam istiklal caddesi'ndeki robinson crusoe kitabevine gittim iş çıkışı. giderken tramvaya bindim de dönerken yürüdüm. dönüşte yürürken önce bir baktım saint antonie kilisesi açık, içeriye girip bir mum yaktım dua ettim çıktım (bu arada tam girişe papa 2. jean paul'un gerçek boyutlarında havaya kalkmış sağ elinde duran bir kuş ile heykelini dikmişler. görmemiştim daha önce). sonra her zamanki gibi beyoğlu'nda yürürken, o kalabalıktan o rengarenk çeşit çeşit insan selinden hem içimin derinliklerinde korktuğumu hem de gene de aralarında olmak istediğimi düşüne düşüne giderken, birden tam galatasaray meydanına gelmek üzereyken, yanımdan kafasında ince uzun bir karpuzla geçen bir adam gördüm. etraftaki gençler gülüşüyorlar, laf atıyorlar, adam hiç istifini bozmuyor, "hadi çekin çekin ama güzel çekin" diyor. tam meydandaki 4 ineğin etrafında dolaşıyor bir yandan. yanımda makinam yoktu ama cep telefonum sağolsun, acil şipşak bir fotosunu çekmeyi başardım. böylece sayfama koymayı planladığım festival ineklerinden ilkini kafasında karpuz taşıyan vatandaşımızla birlikte görebiliyorsunuz. ayrıca ineğin karnında dünya var. kimin tasarımı okuyamadım, ama o noktaya bir daha gidip latif demirci'nin üstü karikatürlerle kaplı festival ineğine yakından bakacağım.


10 Ağustos 2007 Cuma

üçüncü


gene 3 gün geçmiş yazmayalı. nasıl geçiyor bu günler anlamıyorum. belli bir yaştan sonra mı desem, belli bir tarihten sonra mı, sanki dünya ekseni etrafındaki turlarını biraz hızlandırdı gibi geliyor bana. misal, yandaki fotograf 2002 yılında madrid'de çekilmiş. cervantes parkında. ya da ben ismini uydurdum. madrid'in tam orta yerinde yeşil, ufak bir park. içinde yeşil çimenli, bahçeli yerler, banklar, yürüyüş yolları, küçük havuzlar var. bir de benim önünde durduğum heykel. görünce öyle hoşuma gitti ki. tam arkamda koyu renk olarak görünen iki figür don kişot ve sadık dostu sanço panza. arkadaki devasa heykelin orta bölümündeki tahtta oturan da cervantes, elinde kitabıyla. arkada görünen bina nedir bilmiyorum ama şimdi bakınca o da sanki bu cepheden çekilen fotograflara düzgün bir fon olması gözetilerek yapılmış gibi. bu fotograf çekildikten sonra, etrafını dolaşmamız, neden Türkiye'de heykeli dikilen bir roman kahramanı yok diye hayıflanışımız, sonra don kişot'un atı rozinante'ye sarılıp bir de öyle fotograf çektirişimiz, biz fotograf çekip heykelin etrafında cıvıldayarak konuşurken iki yaşlı dişsiz ispanyol adamın bize bakıp gülmesi, hepsi sanki dün gibi. ama baksanıza, 2002 diyorum. aylardan ekim, ekim sonu, madrid'deyiz ve küba'ya uçacağız ertesi gün. bu seyahat nedeniyle oy kullanamayacağız ama seçim gecesi che guevera'nın fahri hemşerisi olduğu santa clara şehrine yaptığımız günübirlik gezi dönüşü otelde internete girip ak partinin tek başına iktidar olduğu sonucunu öğrenip, otel lobisinde gece yarılarına kadar gamlı gamlı oturup "acaba dönmesek mi" diye düşüneceğiz. bu fotografta daha bunu bilmiyorum. bu arada bloga resim ekleme işini pek kolay başardım, hoşuma gitti.
bu öğlen topshop mağazasının köşesine joy fm ineği koyduklarını farkettim. kanatları var ve kulağında kulaklık, ağzında da pembe bir radyo var. pazartesi resmini çekmeyi düşünüyorum, umarım radyosunu götürmezler. zaten dekordur değil mi?
iki arada bir derede jean christophe grange'nin yeni çıkan "şeytan yemini" kitabını okudum. daha önceki grange okuma maceralarım hemen hemen birbirine benziyordu. genelde bir pazar günü grange ele alınır, koltuğa oturulur, okunmaya başlanır, koltukla bütünleşilir, kitap biter, kalkılır, gidip yatılır. bu sefer ki hafta arasına denk geldi. dayanamadım, pazarı bekleyemedim. önceki kitapları kızıl nehirler, leyleklerin uçuşu, kurtlar imparatorluğu, taş meclisi ve siyah kan gibi, bunu da bir an önce okumalıydım, duramadım. ama haftaiçi olduğundan koltukla bütünleşme yaşayamadım, aksine vapurda, otobüste, öğle arası restoranda tabağımın yanında filan okudum. konu, hristiyanlık ve şeytan kavramı üzerine bir güzelleme. gene vahşice işlenmiş seri cinayetler var, gene hafif dağınık bir polis var. Açıkçası önceki romanlar kadar evrensel bir çevresi yok konunun, zaman zaman hristiyanlık referanslarını anlamaya çalışmak beni sıktı. da vinci şifresi'nde de öyle olmuştum mesela, sıkılmıştım. gülün adı da öyledir, cizvit ve fransisken mezheplerinin tarihçesi, tartışmaları vs vs. neyse, sonuçta grange gene yapmış yapacağını diyorum.
herkese iyi haftasonları, sevgiler.

7 Ağustos 2007 Salı

heyecan

valla. 5 gün olmuş buraya merhaba diyeli. sonra gelmemişim. ayıp olmuş. ne yazacağımı düşündüm taşındım, artık daha akıllı uslu şeyler yazmak istiyor bir yanım (çünkü her Türk gibi ben de içimde bir yazar var sanıyorum) bir yanımsa kasma diyor, let it be diyor.belki bu sefer olmaz ama bir sonrakine :))

bu beş günde ne yaptım? öncelikle kara kule yedilemesini bitirdim. ben çok şanslı bir okurum. çünkü üstad stephen king bu yedilemeyi yaklaşık 20 yılda yazmış. kitaplar arasında okuyucular yıllarca beklemek zorunda kalmışlar. bu arada stephen king ciddi bir trafik kazası geçirmiş, neyse ki iyileşmiş, ama bu süre zarfında yüzlerce mektup almış, çok yaşlı olduğunu ve kara kule'nin sonunu göremeyeceğini-ona sonunu açıklamasını ve bu sırrı mezara götüreceğinin sözünü veren mektuplar.. sonra işte tamamlanmış, ben de açıkgözlük yapıp hepsini birden alıp gözümün önüne koydum, okuduğum en güzel seri idi. toplam üçbinkusur sayfa olan bu deneyimi kaçırmadığım için çok mutluyum. bitirdiğimden beri aklımın bir köşesi onlarla kaldı. sonradan okuduğum yorumlarda, bütün okurlarda aynı etkiyi bırakmış olması üstad king'in başarısını özetliyor. her okuyan bir daha okuyacağını ya da birden fazla sefer okuduğunu söylüyor. sanırım ben de tekrar okuyacağım. çünkü ka bir tekerlektir ve kendine döner.

sonra, izini sürdüğüm istanbul cowparade'in bana göre en ilginç parçası olan cemil ipekçi'nin pala bıyıklı ineğini sevgili sem'in tiyosu ile cevahir alışveriş merkezi'nin girişinde buldum. allı güllü yemeniden şalvarıyla, kadife bir mindere uzanmıştı haspa. resmini çektim, ama alışverriş merkezindeki tüm ineklerin etrafında siyah bantlar vardı, bu da görüntü almayı çok zorlaştırıyordu, gene de çektim. bakalım nasıl çıkacak? cevahir'deki üstünde gelin olan inek ve yüzü duvakla kaplı alnında beşibiryerde olan kırmızı dudaklı inek dahil bir sürü inek fotografım var makinamda. bebek parkına koyulanları halkımız tırtıklamaya başlamış bile. nişantaşı'ndakiler hala sağlam görünüyorlar.

pazar gecesi sonunda babil'i seyrettim. kültürler arası iletişimsizlik kadar, insanların kendi arasındaki iletişim kazaları da vurgulanıyordu. dünyanın üç ayrı yerinde birbirinden habersiz hayatlar süren insanların, birdenbire birbirlerinin hayatını değiştirebilmesi ilginçti.

pazar akşamı anahtarı kapının üzerinde unutmuşum meğerese. pazartesi sabahı işe gitmek üzereyken anahtarlarımı her zamanki yerinde bulamayınca telaşlandım. kapıyı açtım ki, anahtar kapının üzerinde. ama üst kilitte. ben hiç üst kilitte anahtar bırakmam. önce kapıcı farkedip oraya takmıştır diye düşündüm ama o değilmiş. sonra yan komşudan şüphelendim, belki gece eve geç gelmişlerdir de zili çalamamışlardır vs. ama hayır, onlar da değilmiş. iki teorim de çürüyünce bugün kilidi değiştirdim. abi'nin senaryolarına benzedi değil mi, sizce nasıl olmuştur?

ah bir de abdülhak şinasi hisar'ın "fahim ve biz" kitabını okudum bir ara. eski duru Türkçe ile yazılmış birşeyler okumak hoşuma gitti. oradan bir parçayı sizinle de paylaşmak istiyorum:

(kahramanımız bir ölüm ilanı okur) İşte, ölünün üstüne atılan birkaç kürek toprak gibi, hatırası üzerine kapanan bir kaç satır! o ölüyü bilmeyenlerden bu yazıyı okuyanlar sanki ne duyarlar? bir talihin ademe göçmesinden onunla alakası olmayan ne anlar? bir faninin öldüğüne kimse şaşmaz ve kimse düşünmez ki o da kendisini ölümden bizim kendimizi sandığımız kadar uzak sanırdı. insanlar, birbirlerinden uzun mesafelerele ayrılmış yıldızlar gibi, kendi hususi boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı birer dünyadır.

dünyalarına dokunmama izin veren tüm blog arkadaşlarıma, buradaki varlığım için iyi dileklerini ileten sevgili sem'e, sevgili rehavet'e, sevgili talisman'a ve sevgili abi'ye çok teşekkür ederim.

2 Ağustos 2007 Perşembe

selam

merhaba herkese,
mayıs 2006'dan beri bir blogum vardı. yanda adresini görüyorsunuz. artık buraya taşınmaya karar verdim. tebdili mekanda hayır vardır derler, bakalım :) ilk gönderimiz üstün dökmen'den bir şiirle taçlansın.

yola çıkınca her sabah
bulutlara selam ver.
taşlara, kuşlara
atlara, otlara
insanlara selam ver.
ne görürsen selam ver.
sonra çıkarıp cebinden aynanı
bir selam da kendine ver.
hatırın kalmasın el - gün yanında;
bu dünyada sen de varsın.
üleştir dostluğunu varlığa,
bir kısmı seni de sarsın.

ben de selamımı veriyorum herkese ve kendime.

sevgiler.