.

.

2 Ekim 2007 Salı

seyahatim geldi

geçen gün sevgili endişeli peri, banyoda diye bir yazı yazmıştı. içinde kudret emiroğlu'nun gündelik hayatımızın tarihi adlı kitabından bir alıntıyla beraber banyo kültürünün oluşumundan, her zamanki naif ve zihin açıcı cümleleriyle bahsediyordu. yorumlarla beraber bir baktım ki, banyodan girip sabundan çıkmışız. sabun deyince ben de edirne'nin meşhur meyvalı sabunlarını hatırlayıp yazdım oraya. edirne deyince de kalkıp gidesimiz geldi tabii. ardından edirne'yi hatırladım. edirne'ye geçtiğimiz 3-4 yıl içinde 3 kez gittim. ikisi turla günübirlik, birisi edirne rotary klübünün davetlisi olarak, bir gece kalmalı bir gezi ile. gene olsun gene giderim. edirne beni şaşırttı, çok güzel bir şehir bir kere. Osmanlılara başkentlik yapmış olması, ülkemiz sınır kenti olması (hani hep duyarak büyümüşüzdür ya bu hamasi cümleyi, "edirne'den kars'a, sinop'tan anamur'a" diye), Kırkpınar güreşleri, karşıdan bakınca çifte minarelerin tek görülebilmesi özelliğine sahip Mimar Sinan eseri Selimiye Camiisi ile bildiğimiz, İstanbul'un yakınındaki Edirne işte. lütfen böyle deyip geçmeyiniz. içinden şırıl şırıl Meriç nehri geçer ve bence içinden nehir geçen hiçbir şehir çirkin olamaz. bu nehrin üzerinde gene Mimar Sinan'ın yaptığı eski taş köprüler var. nehir kıyısı yemyeşil ve etrafında çay bahçeleriyle şenlikli. Karaağaç, şimdi Trakya Üniversitesinin Rektörlüğü olan tarihi tren istasyonu binası ve eski Rum evleriyle, sanki zamanın durduğu bir yer. 2. Beyazıt külliyesinin darüşşifa bölümü şimdi Sağlık Müzesi, burada 10 kişilik bir topluluk tarafından haftanın 3 günü musiki konserleri verilirmiş ve her hastalığa iyi gelen bir müzik makamı olduğuna inanırlarmış, müzik ruhun gıdasıdır işte. Osmanlılar Edirne'yi aldıktan sonra oraya çok görkemli bir saray yaptırmışlar, Saray-ı Cedid-i Amire, düşünün Topkapı Sarayından önce, neredeyse onun görkemine yakın bir saray, ama işgallerde yanmış yakılmış, bir hamamı kalmış ayakta. sarayın bulunduğu bölüme Sarayiçi deniyor ve Balkan Savaşı sırasında Türk esirleri buradaki ormanlarda tutsak etmişler ve burada 20 bin kişinin öldüğü söyleniyor. saray bahçelerinden kalan son parça Tavuk ormanı denilen kısım, burada tavuklar yetiştirilir ve yumurtaları askerlere gönderilirmiş, aynı zamanda bir bitki laboratuarı kadar çok çeşitli bitki örtüsüne sahip bu alanda hala ayakta kalan bir av köşkü var, ismi Bülbül Köşkü. 1913 Balkan Savaşı sırasında Edirne'yi 155 gün yoksunluklar içinde düşmana karşı savunarak İstanbul'a geçmelerini önleyen Şükrü Paşanın adı, şimdi Balkan Savaşı Müzesi olan anıt mezarda yaşamakta. Eski Camii ve Üçşerefeli (Burmalı Camii olarak da anılır-şerefelerine 3 ayrı yoldan çıkılıyormuş ki bu da bu da bir ilk) Camii'ye yürüme mesafede bulunan Selimiye Camii ise 1568-1574 yılları arasında Kanuni'nin oğlu 2. Selim tarafından yaptırılmış ve 1575 yılında ibadete açılmış. Camiinin kubbesi bugün sanayi öncesi mimarinin doruk noktası sayılıyor. Camiinin altındaki çarşıda ise (Arasta) halen hepsi çalışır rengarenk dükkanlar var, Kapalıçarşı gibi bir yer. Edirne'ye özgü meyva şekilli değişik kokulu sabunlar, aynalı süpürgeler ve bebekler ilk aklıma gelen hediyelikler. esas şehir çarşısında ise, yaprak ciğer mutlaka yenmeli. ilk orada tattığım ve sonradan Yunanistan'da Kavala'da da yapıldığını öğrendiğim bademli un kurabiyeleri ise Keçecizade'den alınmalı. badem yetiştirilen bir yer ayrıca Edirne, bu yüzden badem ezmeleri, badem şekerleri de mevcut. başka anlatılacak çok şeyi var belki, Edirne'liler ya da Edirne'yi görenler lütfen alınmasın, aklıma ilk bunlar geldi.
ah, bir de artık o güzel kurabiyeler Kadıköy çarşı içinde bir yerde satılıyor artık.



ben ne diyecektim, nereye geldim yahu. edirne'den öyle üstten bahsedip geçmeye gönlüm elvermediğinden yazdım bunları, belki gidip görmek isteyen olur diye. asıl mesele, benim yolculuk yapma zamanımın gelmiş olması. hani orhan veli demiş ya: bir tren sesi duymayayım, iki gözüm iki çeşme, hah, tam o haldeyim. insan bavul yapmayı özler mi? ben özledim. bugün takvime bakarken gelecek haftanın bayram olduğunu gördüm. biliyordum tabii ekim 12'nin bayram olduğunu, ama bugün işte içim kıpraştı. gerçi babamı kaybettiğimizden beri, bayramlar pek bayrama benzemiyor artık. şehirde bayram geçirmek de pek tat vermiyor, gelen giden yok, herkes fırsattan faydalanıp yakın yerlere gidiveriyor, şehirde kalınca tek iyi yan trafiğin rahatlamış olması. babamı kaybettiğimizde, onu çok sevdiği memleketine götürüp toprağa verdik, Trabzon'a. babam Trabzon'da doğmuş, büyümüş, sonra üniversite öğrenimi için İstanbul'a gelip burada kalmış. ama Trabzon'un adı geçince gözleri parlardı yıllar sonra bile. benim hatırladığım tüm yaz tatillerinde mutlaka bir kez gittik Trabzon'a, orada yaşayan bir amcam vardı, onların yanına. 1919 'da yapılmış, denize yakın 3 katlı bir Rum evinde yaşarlardı, baba evi. apartman dairelerinden sonra o ev bana cennet gibi gelirdi, kocaman, sürprizlerle dolu. kuzenlerim o evde sürekli yaşamanın verdiği kanıksama ile benim kadar heyecanlanmazlardı tabii ben terasa çıkıp damdaki kiremitler üzerinde yürüyüp karadeniz'e karşı heyyy diye bağırdığımda ya da büyükleri razı edip aslında kullanılmayan çatı katındaki küçük odada yatma izni kopardığımda. evin karşısında MIT binası vardı, yüksek duvarların ardında ne vardır bilinmez, ürkerdi insanlar, ama biz çatı katındaki odadan görürdük duvarların ötesini, kocaman bir bahçe, etrafında iki bina, biri idare, biri lojman. denize bu kadar yakın oldukları için imrenirdim kuzenlerime, eğri büğrü arnavut kaldırımı taşlı bir sokaktan hemen kıyıya, Ganita'ya inilirdi. Ganita, eskiden tüm çocukların yüzme öğrendiği küçük bir koy. babam anlatırdı, liman yokken şehirde, gemiler açığa demirler, oraya kayıkla gelirlermiş şehre çıkmak için. babaannem yasaklamış onların gemilere yüzmesini, ama dururlar mı, giderler yüzerlermiş gemilere bakmak için, eve geldiklerinde de babaannem sorarmış: "gittiniz mi?", "cık, gitmedik.". yakalarmış babaannem onları, dilini enselerine değdirirmiş ki tuzlu ! vay, sen misin giden ondan sonra.. babam işte, böyle bir sürü anısını anlatırdı hep, sonra yaz gelir otobüse biner 18 saat süren Trabzon yolculuğuna başlardık. otobüs yolculuklarını da severim bu yüzden. dur kalk, uyu uyan, hala yoldasın. sonunda Akçaabat'ı geçince, Trabzon görünür uzaktan, babama bakardım, bakardım ki gözleri dolmuş. benim bildiğim Trabzon bu işte, şimdi babam orada sonsuz uykusunda, biz de annemle her sene en az bir kez olsun oraya gitmeyi istiyoruz. bu bayramda gideceğim, biletleri çok önceden aldık, bu yüzden aklımdan çıkıvermiş tarihin ne kadar yakınlaştığı. seyahatim geldi dedim ya, vaktidir.





bu resim de gene Trabzon'lu hemşerim delifişek sunay'ın oyuncak müzesinden. horon kıyafetli adamın zerafetine bakar mısınız? ah, bir de lütfen bir daha horon oyununa rastladığınızda, bu oyunun hamsinin denizden çıkarılışını simgelediğini hatırlayıp bir de o gözle bakmayı dener misiniz benim için?

21 yorum:

legrottaglie dedi ki...

edirneden girip trabzondan çıkmışsın. ama güzel çıkıştı tebrik ederim :)

ortasından bir karadenizli olarak horon-hamsi korelasyonunu bu yaşıma geldim ilk senden duydum. du bakalım daha neler duyacağız. :)
ama emin ol bundan kelli horona o gözle bakacağımdır.

gülçin dedi ki...

ama düşünsene hamsinin denizden çıkınca halini, kıvrılır zıplar yerinde duramaz, görmüşsündür sen de hamsi dolu büyük balıkçı ağları, gümüş rengi kıvıl kıvıl bir sel gibi akıtırlar tekneye.. işte horon da onların son dansıdır. bu gözle seyredince, o coşkuya katılmamak imkansız.

hep dedi ki...

Sevgili Gülçin,ne güzel anlatmışsın Ganita'nın eski halini.Şimdi beton dökülmüş durumda oralara..Ama yine de güzel.Ben hep o alt kısımdaki çay bahçesini eski Türk filmlerindeki (Ayşeciğin filan gittiği hani) çay bahçelerine benzetirim.Ganita'da benim içinde bi çay iç olur mu?

Bi de Ayasofyanın bahçesinde güzel bir kahvaltı yapmak isterim fırsat bulursan:))
Sevgiler

Sem dedi ki...

Sevgili Gülçin, sabah sabah aldın beni hiç gitmediğim diyarlara götürdün. Gitmek isteyip de gidemediğim yerler listesine iki de yenisi eklendi:)

Eylül başlarında, bazı akşamlar Kadıköy vapurundan indiğim de horon ekibiyle karşılanmamı hatırlattın bana. Yok yok beni karşılayanlar değil:)) Meydanda kurulu Karadeniz sergisinden gelen müziğe kendini kaptıran gençlerin teptikleri horondu bu. Horonla hamsinin memleketinin aynı olduğunu bilmeme rağmen aralarındaki bağlantıyı tam olarak ben de bilmiyordum, ama onları görüp, Çarşı’dan hamsiyi kapıp eve gittiğim akşamlar çok olmuştur:))

Babaannenin çocuklarla Sherlock Holmculuk oynaması çok hoş. Bu anının geldiği yerde daha bir sürüsü var gibi. Umarım bizlerle paylaşırsın:))

gülçin dedi ki...

sevgili hep,
Ganita'ya mutlaka gitmek istiyorum, ya da en azından Boztepe'ye çıkıp oradan oyuncak gibi görünen limana bakmak. artık yeni fotograf makinamla yeni bir gözle fotograflayacağım gördüklerimi.

sevgili sem,
valla kılıç kalkan ekibiyle karşılama yapıldığını biliyordum da, horonla karşılama hiç duymamıştım :)) gerçi kılıçla kalkanı gören turistlerin bir kısmının ciyaklayarak kaçışıp ülkelerine geri dönmeye çalışmaları da Türk mizahında sık sık kullanılmıştır. ama ben de bir gün horonla karşılanmak isterdim doğrusu. uy.

demek onları görüp çarşıdan hamsi alırdın? demek sana hamsinin denizden çıktığındaki çırpınmaları, kıvranmları, kendini yerden yere atmaları duygusunu vermişler :) derya kuzuları..

endiseliperi dedi ki...

edirne'ye gitmeyi hatırlattığın gibi oraya gitmeyi çekici hale getiren bir sürü de bilgi verdin gülçin. çok teşekür ederim. belki yazından çıkış alıp yollara düşeriz biz de bayram ertesi.

trabzon ne kadar büyük bir şehir. dolaşamadık, kıyısından geçtik ve pek bir izlenim de edinemedik. anlattığın evi ise çok beğendim.

sevgiler.

Vladimir dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
endiseliperi dedi ki...

unutmadan; edirne'nin meyve sabunlarını dün kadıköy'de cemre adında bir yerde gördüm. güzel kokuyorlardı ama şekilleri çok hoşuma gitmedi. hem alacaksam edirne'den almayı tercih ederim.

Talisman dedi ki...

Gülçincim merhaba,
Edirne de en çok etkilendiğim şey yaprak ciğer ve yanında getirdikleri kızarmış biber turşuları desem iğrenç bir obur olduğumu ortaya koymuş olur muyum? Olsuun bana ne, çokk güzeldii..
Kurabiyeleri satan yer neresi Çarşı da? Of badem ezmeleri de şahaneydi.. Yok yok iflah olmam ben :)
Sevgilerrr..

YILDIZNAF dedi ki...

Merhaba Gulten'den( Cok guldum zira ben de ayni sorunsali yasiyorum !) dolasip geldim ve Edirne Trabzon derken hem keyif aldim hem de yeni seyler ogrendim. Cocukluk ziyareti, kuzenleri hafif kiskanma, Karadeniz'e karsi atilan ciglik derken bir suru ortak nokta da var aslinda...Huzurlu bir gezi dilerim bayramda size.... Sevgilerle...

gülçin dedi ki...

sevgili peri,
bizi edirne'de ayhan tunca gezdirmişti, kendisinin bir de edirne üzerine rehber kitabı var. kitabın arkasında telefon numarası 0542 283 23 82 olarak görünüyor, belki kitabını bulmak ya da oraya gidince görmek istersiniz diye yazdım.

evet o eski ev çok güzeldi bence de. salonla oturma bölümü olarak kullanılan odaların arasında kayan bir ahşap kapı vardı misal. giriş kattaki odanın köşesindeki kuzine üst kattaki yatak odasında devam ediyordu ki aşağıda yakılırsa yukarısı da ısınsın diye. girişin sol tarafında sokağa bakan, bir küçük oda vardı, hamam odasına onun içinden girilirdi. merdiven altlarında dolaplar vardı ama hiç korkutmazdı beni. bana her yerinden bir sürpriz çıkacak gibi gelirdi, çok karakterli bir evdi. maalesef şimdi boş. o güzelim sokak, MIT binası ile orduevinin arasında kaldığı için, evler ne satılabildi, ne yenilenebildi, çoğu tek katlı bahçe içindeki evler yıkılıp otopark oldu, bizim babaevi de önce çocuk yuvası oldu, işletenler dolandırıp çıkınca şimdi boş.

sevgili vlad,
insanın doğduğu yer çekiyor, bence de haklısın. ait olma hissinin gücünden belki.

ah talis,
ramazan diye bu kadarcık yazdım ama ben de bayıla bayıla yemiştim hepsini. kadıköy çarşıda altınoğlu galiba adı, ege zeytinyağları ve organik baharatlar filan satan bir dükkan var, her gittiğimde Türkiye'nin her yerinden ddeğişik şeyler görüp kendimden geçtiğim, belki 20 çeşit yöresel peynir filan da satan bir yer. işte orada gördüm tanıdık keçecizade kutularını :) iflah olmama konusunda ise şunu düşün; dünyadaki her güzel şey ya günahtır ya da kilo yapar. napalım, boşver :))

sevgili yıldıznaf,
güzel sözlerin için teşekkür ederim. gülten iyi uydu ama, değil mi :))

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

İkisi de başka güzel, şaşırtıcı, kaç kültürün yaşadığı ve imparatorluğun önemli şehirleri...
Edirne'yi de Trabzon'u da çok sevmiştim ve tekrar gitmek isterim.
İyi yolculuklar Gülçin.
:))

elektra dedi ki...

gülçin, beni nasıl ağlattın akşam akşam. böyle bir tesadüfe şu sanal okyanusta rastlayınca nasıl etkilendim. öncelikle babacığına rahmet diliyorum. benim babam çanakkale'li. babaannem çok genç yaşında dul kalmış bir güzel taze imiş. antakya'da ölmüş dedem. askermiş. ama eski vakitler, cenazeyi getirecek paraları yokmuş. oraya gömüp dedemi, ata toprağı çanakkale 'ye gitmiş babaannem. yanında da iki erkek, bir kız üç bebe. çok yokluk çekmişler. babaannem dikiş dikmiş, inat etmiş üç çocuğunu da okutup meslek sahibi yapmış. çocukları da ona, yaşlılığında bari, az da olsa varlık yaşatmış. ama bu sonra. daha küçükken babamlar, fakirlerken, çanakkale'ye yanaşan nadir turist gemilerinin dibine dalıp turiistlerin ilgilerini çekip onları denize para atmaya teşvik ederlermiş. turistler de bu oyuna katılır, para atıp küçücük çocukların dipten o parayı alışlarındaki mahareti alkışlarlarmış. babam da o çocuklardan biri. babaannem nasıl korkarmış ki babama bir şey olacak diye, kesin olarak yasakladığı bu şenliğe katılıp katılmadığını sormaz, şehre gemi yanaşmışsa babamın ensesini yalar, aldığı tuz tadıyla bir güzel sopa çekermiş.

bu benzerlik aklıma babamın bunu her anlattığında rahmetli babaaneme duyduğu özlemle ıslanan gözlerini getirdi.
hay allah, ben hala ağlıyorum. babana da babaanneme de rahmet olsun buradan.
sevgiler...

Ori dedi ki...

Bir uçtan bir uca dalmış çıkmışsın. Balık gibi:)) Yalnız, bilki şu hemşerilik olayına çok bozuluyorum! iki Karadenizli bir araya gelmeye görsün hemen hamsi taklidi yapıyorsunuz:)) Hem bayram gezisi de nereden çıktı? Oyuncak Müzesi'de buluşmuyor muyduk:)) Peki şimdiden iyi yolculuklar olsun. Hemşerin H.İ. Dinamo'ya çok selam, sevgi...
Onun küçük bir çocukken söylediği hala aklımda;
Oy lazlara Lazlara,
Yem verelim kazlara,
Kazlar yemi yiyince,
Sarılalım kızlara.

efendinizm dedi ki...

yazılarını yeni okumaya başladım ve her gün okumaya devam ediyorum eskileri felan karıştırıyorum, çok güzel, yazıların yani :) benimde blogum var beklerim efendinizm.blogspot.com
karatahta benim gemim
görüşmek üzre...

Adsız dedi ki...

Sevgili Gülçin,
Gülçin diyorum ama kusura bakma. Ne seni tanırım ne anlattığın yerleri bilirim ama yazını okurken sanki bir arkadaşımla beraber Edirne'yi, Trabzon'u geziyorum sandım.Öyle güzel bir yazı dilin var ki.Edirne'yide de Trabzon'uda görmüş kadar oldum.Kalemine sağlık.
Tesadüfen ulaştığım bu blogtaki tüm diğer arkadaşlarıda tebrik ederim. Harika bir blog oluşturmuşsunuz. Birbirinize yazdığınız mesajlar bile ne kadar güzel ve arkadaşca. Galiba bu site bende alışkanlık yapacak. Müsaadenizle, arada bir kendimi tutamayıp sizlere yorumlarla katılacağım.(Hamsilere bakarken bundan sonra dediğini hatırlayacağım.)

gülçin dedi ki...

sevgili ekmekçikız,
öyle güzel bir memleketimiz var ki, her köşesi ayrı güzel.

sevgili elektra,
sen de beni ağlattın sabah sabah. ben büyük ailemden kimseyi görmedim. dedem, annem ortaokuldayken ölmüş; anneannem ben 1 yaşındayken. büyükbabam babam üniversiteyi bitirdiğinde, babaannem de ben 4 yaşındayken. şimdi düşünüyorum da bizim anne-babalarımızın da çok kolay bir hayatı olmamış, hepsi ayrı hikaye. neyse, babaannemi çok az hatırlıyorum maalesef. hatırladıklarım da hep İstanbul'da bizim Fındıkzade'deki evimizde. sağolasın paylaştıkların için, bütün büyüklerimizin mekanı cennet olsun.

sevgili ori,
bayramdan sonra gideriz oyuncak müzesine nolmuş yani? olmazsa siz bensiz de gidebilirsiniz. maksat gitmek görmek olsun :) gönüller şen olsun, sarulalum kızlara:)(o nasi şiir öööle daa)

sevgili efendinizm,
ilgin ve güzel sözlerin için teşekkür ederim. bloguna uğrayacağım.

sevgili isimsiz,
bak şimdi bu hitap ne biçim oldu değil mi? lütfen en azından bir rumuz yaz kendine de, daha rahat hitap edebilelim sana :) bu blog aracılığıyla tanımadığım insanlarla aramda oluşan bağ çok hoşuma gidiyor benim de. lütfen geliniz, katılınız, sağolunuz varolunuz :)

sevgiler.

miso dedi ki...

Sevgili Gülçin,
Keyifle okudum inan, bayıldım. Özellikle de Edirne'ye dair kelimelerine. Edirne benim için enteresan bir kent. Hiç görmediğim, ama mutlaka ve mutlaka görmek istediğim. Ama ne zaman görebileceğimi hiç bilemediğim. Bir gönül yarasını anımsattığı için sanırım. Biraz ayıp ettiğim eski bir tanıdığın kenti.

Bilmiyorum, belki bir gün gitmek kısmet olur.

marruu

gülçin dedi ki...

sevgili miso,
umarım sana da bir gün Edirne'ye gitmek kısmet olur.senin de seveceğinden kuşkum yok.

sevgiler

Adsız dedi ki...

Gercekten cok hos, okurken yasatan bir yazi olmus... Elinize, yureginize saglik... Ayhan Tunca ile Edirne'yi gezen birkac kisiye daha rastlamistim ve hepsi kendisiyle gezmenin buyuk bir sans oldugunu belirttiler... Umarim bizler de bir dahaki sefer Edirne'yi kendisiyle gezebiliriz.

Adsız dedi ki...

Merhabalar. YAzınızın üzerinden bir hayli zaman geçmiş ve ben maalesef tesadüfi bir sekilde internette gezinirken okudum. Öncelikle sizi tebrik etmek istiyorum; gercekten cok hos yormadan sürükleyen bir yazı olmuş. Özellikle Edirne'yi bir kez gezme şansı yakalamış birisi olarak Edirne hakkında yazdıklarınız beni inanılmaz etkiledi. Edirne'yi gezerken tur rehberimiz Utku Tunca idi, Utku Tunca'nın bilgi birikimi, tecrubesi ve ilgisi bizleri çok etkilemişti. Edirne aşığı bir babanın oğlu idi rehberimiz Utku, sizin yazınızda bahsettiğiniz Edirne tur kitabının yazarı Ayhan Tunca'nın oğlu. Edirne'yi gezmek isteyenler bence cok fazla düşünmeden iyi bir rehber eşliğinde mutlaka Edirne'yi gezi planlarına dahil etsinler. Tur bitiminde üzülerek ayrıldığım, ayrılırken zorlandığım bir şehir oldu Edirne benim için. Ben de burada Not aldığım rehberimizin telefonunu paylaşmak istiyorum Edirne'yi gezecekler için; 0 537 544 80 46