.

.

8 Mart 2013 Cuma

Adem'in Defteri



Bugün durup dururken aklıma Adem düştü. Kendini yazdırmak istedi belki. Oysa onu yıllardır düşünmemiştim. İnsan, tuhaf bir ortamda tanışıp, doğru dürüst konuşmadığı ve topu topu birkaç saat gördüğü birini niye düşünsün onca zaman sonra? Adem, birisi onu hatırlasın ve izi kalsın istemiş olmalı, evet.
Adem’i, yıllar önce katıldığım bir televizyon yarışma programında tanıdım. Ülkenin en çok para kazandıran, en prestijli bilgi yarışmalarından biriydi. Cep telefonundan arayıp birkaç kolay soruyu bildiğinizde mekanik bir ses “sizi arayacağız” diyordu. Aradılar beni de, çekime çağırdılar. Yanımızda yedek bir kat elbise ve bir yakınımızla beraber gitmemiz gerekiyormuş. Yedek elbise, olur da yarışma hakkı kazanırsak ve süre biterse, yeni çekim için tazelenmemize yarayacakmış. Annemi alıp gittim sabahın köründe. Üç çekimlik yarışmacıyı aynı anda çağırmışlar. Bir sürü şaşkın insan, çekimin yapılacağı stüdyonun içinde, kenarında, yanında yöresinde neresi varsa oturup beklemeye ve birbirimizi süzmeye başladık. Her yaştan, her tipten insan vardı. Yaşlılar, gençler, anneler, babalar, üniversite öğrencileri, gariban görünenler.. Bu tuhaf bekleyiş sırasında, herkes genelde yanında gelen kişiyle sohbet ediyor ya da öyle oturuyordu. İçimizden biri dikkatimi çekti. Genç, zayıf, üstü başı temiz ama gariban görünüşlü bir genç. Yakası bol gelen bir beyaz gömlekle üzerine büyük gelen bir takım elbise giymişti. Yanında babası olduğunu düşündüğüm bir adamla beraberdi, adam ona elindeki bir defterden bir şeyler okuyor, o da cevap veriyordu sanki. Bir onlar herkesten başka bir şeyler yapıyor gibiydiler. Çay almaya giderken yanlarından geçerken durakladım ve işte böylece Adem’le tanışmış oldum. Gerçi genelde konuşan babasıydı, ama olsun. Ayaküstü adam büyük bir gururla Adem’i işaret ederek, “O bizim gururumuz ” dedi. Ben yanlarına gidince kapattığı defterin üzerine vurarak “Bu defter var ya, servet eder” diye ekledi. “Ne var o defterde?” diye sordum. Meğer Adem yıllardır radyo ve televizyonda rastladığı bütün bilgi yarışmalarını dinler, soru ve cevaplarını bu deftere yazarmış. Şimdi de o yüzden defterden çalışıyorlarmış. Bunu duyduğumda o kadar şaşırdım ki, Adem’e baktım. Onu, küçük bir çocukken bu defter elinde, duyduğu soruları yazarken ve cevapları beklerken de kaleminin ucunu dişlerken gözümün önüne getirdim sanırım. Adem mahcubiyetle gülümsedi boynunu büküp. Adam ekledi, “Bu yarışma bizim umudumuz.” Etrafa, diğer bekleyen adaylara baktım ve o anda orada ne işim olduğunu gerçekten merak ettim. İçimden, eğer buradan biri kazanacaksa Adem olmalı diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Hepimizden çok ona lazımdı bu başarı, onun hayaliydi bu, inandım. Ona bol şans diledim, yanından ayrıldım ve onlar çalışmaya devam ettiler.
Sonunda pek ünlü sunucumuz üzerinde eşofmanları ile görünüp giyinme odasına doğru bize el sallayarak geçtiğinde saat akşamı bulmuştu. Hepimizi stüdyoya alıp, sunucunun etrafındaki karanlık çembere yerleştirdiler. On kişiydik. Oturduğumuz koltuğun önündeki çubuklara eğreti tutturulmuş bir aleti tanıttılar sonra. Soracakları soruya bu aleti tuşlayarak en hızlı cevabı veren kişi yarışmacı olma hakkını kazanacaktı. Herkes heyecanla alete dokundu, baktı. Çin malı dijital saatlere benzeyen bir şeydi, üzerinde küçük bir ekran ve altında da a,b,c,d tuşları vardı sadece. Ne kadar zor olabilirdi ki? Anlayıp anlamadığımızı sordular, anladığımızı söyleyince yarışma başladı. Sıralama sorusu sorulduğunda, karanlığın içinden Adem’e baktım, birkaç sandalye vardı aramızda, heyecanla tuşlara abanmıştı. Ne o, ne ben ilk yarışmacı olamadık; sessizce bekledik seçilen kişinin yarışmasını. İkinci ya da üçüncü soruda o elenip gidince, yeni sıralama sorusu soruldu. Kamera loş ışıkta ciddi görünen yüzlerimizi gezdi. İkincide de ne ben, ne Adem birinci olamadık. Benim aletin tuşları takılıyordu zaten. İkinci seçilen yarışırken yarışmanın süresi bitti ve sunucu yerinden fırlayarak hepimizin elini sıkıp uçarak üzerini değiştirmeye gitti. Bir günde sanırım dört program çekiliyordu. Işıklar yandı, bizi kibarca dışarıya gönderdiler. Hava kararmıştı dışarıya çıktığımızda. Kuş uçmaz kervan geçmez stüdyonun önüne çıkınca derin bir nefes aldım. Baktım Adem’le babası üzgün, duruyorlar köşede, onları yola kadar bırakmayı teklif ettim. Seyrantepe’ye gidiyorlarmış zaten, yolumun üzeri. Yol boyu yarışmadan konuştuğumuzu hatırlıyorum. Sunucudan, yarışmacılara gelen soruların kolaylığından, ama sıralamanın adaletsizliğinden sanırım. Sonra Seyrantepe’de onlar indiler ve biz yola devam ettik annemle. Bu maceranın ve yorgunluğun üstüne, gidip İskender kebap yedik, bunu da hatırlıyorum. Adem’i ve defterini de hatırlıyormuşum meğer. Kimbilir ne oldu Adem’e ve deftere. Hala yarışmaları takip edip soruları ve cevapları yazıyor mudur acaba? Dilerim o defter bir gün servet eder gerçekten.

1 yorum:

Vladimir dedi ki...

Çok ilginç ya.. Gülçin bu çok güzle bir öykğ olur. NOlur az bunu