.

.

27 Mart 2008 Perşembe

bugün dünya tiyatrolar günü


27 Mart 2008 Ulusal Bildiri / Yaşasın Tiyatro !!


Bugün 27 Mart 2008, Dünya Tiyatro Günü. Bu kez önünüzde konuşmak görevi ve onuru bana verildi.


Ustam Muhsin Ertuğrul’un yazdığı ilk Ulusal Bildiri’nin otuz yıl sonrasında ve O’nun kurumsallaştırdığı tiyatronun doksan dört yıllık birikimine işçilik ettiğim zamanda.


Türkiye tiyatrosu hayli zamandır bir uzun geçidin tam içerisinde duruyor ve geçidin darlığı hayal gücünü bunaltıyor. Bu geçitten, binlerce yıllık ayrışık kültürel zenginliğimizle süzülmek, Dünya köyüne, kendi oyun oynama birikimimizle akmak üzereyiz.


Küçük bir köyde yaşıyoruz, ısınıyor yahut üşüyoruz, mutlaka seviniyor ve üzülüyoruz, farklı dillerde konuşuyoruz ve ötesi, daima hissediyoruz. Köyün bilgeleri ve onların söylenceleri, uzun, durağan hayat önermelerini kışkırtıyor, hepimizi tekçi dayatmalardan koruyup sakınıyor, yaşamak böyle anlam kazanıyor. Çünkü başlangıçta hayat şekilsizdir.


Öyleyse, oyun oynamaktan ne alıkoyabilir bizi? Pek az temel izlek var biliyoruz, ama yaratıcı insan kadar çok hikâye kurma ve anlatma biçimi de var. Tiyatro sanatı hayatı sıkıcı, ısrarcı bir düzenekten koruyup kollarken, yaratıcı insandan beslenir, besleniyor. Çünkü insan eşsizdir.
Olsa olsa henüz köyün sokaklarında saklı kalmış biçimler var ve yasak mahallelere ansızın girmek heyecan vericidir. Yeni biçimlere ihtiyaç duyuyoruz, çünkü tıkanmak ölümdür. Biçim özün ta kendisidir ve en çok biçim yasaklanır bilinebilen zamanda.


Aynı anda ileriye ve geriye, yani hayatı anlamlı kılacak kimyaya, yeryüzü yaşayanının şaşırtıcı imgelemiyle gidip gelelim –ki sahici tekliği, bugünde var olan İnsan’ı anlamlı kılabilelim. Bütün zamanları kapsayan ânda, bugünde!


Bugün daima yakıcıdır. İkaros’un kanatları elbette acıyacaktır ama kim güneşe o denli yaklaşmayı tasavvur edebilir ki? Çünkü ancak, yanmayı göze alan aydınlatabilir.


Tiyatro ümitsizliğin reddidir, çünkü oyun daima başlar. Şimdi ve burada, yeniden, oyun başlamak üzere.


Başlayalım öyleyse; hayatın gözden geçirilmiş yeni yorumlarına her zaman ihtiyacımız oldu. Bu ihtiyaç olmasaydı tiyatro ne işe yarardı -ki?


Orhan Alkaya

Rejisör

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları

Genel Sanat Yönetmeni



Meraklısına Not: Tiyatro Dünyası web sayfasında yayınlanan, çeşitli kalemlerden çıkan bildiriler için buraya, bu yıl Kanadalı oyun yazarı, oyuncu ve sinema yönetmeni Robert Lepage’nin elinden çıkan uluslararası bildiriyi okumak içinse buraya ve buraya tıklayabilirsiniz (tiyatronun doğuşuna ilişkin şu hikaye ve şu saptama var yazısında, benim çok hoşuma gitti: Bir gece, şafak vakti, bir grup insan taş ocağında ısınmak ve hikayeler anlatmak için ateşin etrafında toplanmış. Birdenbire içlerinden birinin aklına bir fikir gelmiş. Ayağa kalkmış ve kendi gölgesini kullanarak bir hikaye canlandırmaya başlamış. Taş ocağının duvarlarında ateşten gelen ışığı kullanarak gerçeğinden daha büyük karakterler yapmış. Şaşkınlıkla bakan diğerleri her yaptığını anlıyorlarmış. Güçlü ile zayıfı, can sıkıcı ile canı sıkılmışı, Tanrı'yı ve ölümlüyü... Bugünlerde şenlik ateşinin yerini projektörün ışığı, taş ocağındaki duvarın yerini de tüm mekanizmasıyla birlikte sahne almış durumda. Tüm bu kurallara ve geleneğe dikkatlice uyan titiz insanlar olarak, bu hikaye bize tiyatronun başlangıcındaki teknolojiyi ve onu bir tehdit aracı olarak değil, birleştirici bir unsur olduğunu anlamamız gerektiğini hatırlatıyor.).

hedef 55


onun yaşadığı apartmanın bahçesinde, bir tenekenin üzerine oturmuş bekliyordu yağmuru seyrederek. hava düşündüğünden soğuktu ve içine işliyordu karanlık gece. günlerdir görüşmemişlerdi, onu görüp nedenini öğrenmeliydi, hem çok da özlemişti. "iyice çıldırmış olmalıyım, ne işim var burada" dedi kendine, ama devam etti beklemeye. bir sigara yaktı, sonra şarkı söylemek geldi içinden. aklında en çok yağmur kaldı.

22 Mart 2008 Cumartesi

çocuk istismarını durdurun!


efendim şu adreste internet üzerinden gerçekleştirilen bir kampanya var çocuk istismarına karşı. çocuk istismarının büyük bölümü internette gerçekleştiğinden, buna karşı temel eğitimin de gene internet üzerinden verilebileceğini savunan bu kampanyaya, çocuk istismarına karşı olan tüm blog yazarları davetli. beni sevgili endişeli peri davet etmiş, memnuniyetle.
(kampanya şartları: 'çocuk istismarını durdurun' sloganına ve -forumdan edinilebilecek- ilgili banner'a blogunuzda yer verip, çocukluğumuzdan hatırladığınız bir şarkı ve şu anda dinlediğimizde hissettirdiklerinden bahsetmek...)
ben çok hareketli bir çocukmuşum, anneme çok çektirmişim, itiraf ediyorum. bu yüzden beni uyutabilmek ve biraz kafalarını dinleyebilmek için küçüklükten beni ayakta/elde çarşafın ya da battaniyenin içinde sallamaktan ve bu sırada uyumamı ummaktan başka çareleri kalmamış. ama bendeniz başucumda çalan bir radyo ile mışıl mışıl uyurmuşum, sonra keşfetmişler. herkes bu gürültüde nasıl uyuduğumu merak ederken ben sakin sakin uyurmuşum. bu yüzden eminim çok çeşit şarkı dinlemişimdir ama radyo yayınındaki hiçbir şarkıyı hatırlamıyorum. hatırladığım ilk şarkı ise, bana sanırım babamın ilk kez söylediği "bir küçücük aslancık varmış" şarkısı. şimdi yazım için internetten sözlerini araştırdım, hatırladığım eksik olur diye, bakın şöyleymiş tamamı:
bir küçücük aslancık varmış
Bir küçücük aslancık varmış
Kırlarda koko koşar oynarmış
Kırlarda koko koşar oynarmış
Annesi onu çok severmiş
Babası onu çok severmiş
Sen benim ca ca canımsın dermiş
Sen benim caca canımsın dermiş
Aslan baba harpte vurulmuş
Aslan baba harpte vurulmuş
Küçük aslan köyden kovulmuş
Küçük aslan köyden kovulmuş
ben bu sözlerin tamamını hatırlamıyorum ama çok neşeli başlayıp sonunda aslan babanın gidip de dönmediğini ve o zaman da çok üzüldüğümü-hatta ağladığımı hatırlıyorum. şimdi bir daha baktım da, hakikaten yahu, bu çocuk şarkısı mı şimdi? korku filmi gibi bişey. bu da bi nevi çocuk istismarı. allah allah. bakın buradan ekşi sözlükte de yazılan benzer yorumları okuyabilirsiniz. "bir nesil hala ağlamaktadır" demiş birisi, hakikaten ha. hiç düşünmemiştim o zamanlardan beri. lütfen çocuklarınıza bu şarkıyı söylemeyiniz, ya da başka son bulunuz. teşekkürler.
kampanyaya katılmak isteyen tüm arkadaşları davet ediyorum ben de.
sevgili Mahallenin Delisi'ne not: mimini okudum, en kısa zamanda bomba gibi bir senaryo ile geleceğim :) sevgiler.

21 Mart 2008 Cuma

Nişantaşı'nda Almodovar filmi -ne alaka yahu-


bu öğlen gene Retro'daydım. her zamankinden daha kalabalıktı sanki. bu yüzden mutad masam yerine girişe yakın başka bir masaya oturdum. biraz sonra hemen yanımdaki masaya bir çift geldi oturdu. etrafa bakışlarından yabancı olduklarını anladım, elimdeki kitaba yoğunlaştım (Norveç'te geçen bir roman okuyorum şimdi, ismi: At Çalmaya Gidiyoruz. Per Petterson yazarı. Geçen yıl yayınlandığı her ülkede çok beğenilmiş ve çeşitli ödüller kazanmış bir kitap. yağmurlu ve kasvetli bir İstanbul öğleninde, karlar içindeki Norveç'te geçen bir kitap okuyorum yani). kendi aralarında konuşmaya başladılar, aaaa tanıdık bir dil bu; hızlı hızlı, insanın ağzında akide varmış gibi konuştuğu bir dil. ispanyolca !! hemen aklıma seyrettiğim bütün Pedro Almodovar filmleri geldi; Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar, Kika, Bağla Beni, Konuş Onunla, Annemle İlgili Herşey, Kötü Eğitim, Dönüş... filmlerden sahneler.. iki yarım gün geçirdiğim Madrid, blogumun ilk yazısında kullandığım Don Kişot ve Cervantes heykeli önündeki fotografım, içinde kuşlar uçan Madrid Merkez İstasyonu... yemekleri bitince onlara "İspanya'dan mısınız" diye sordum, "ah, si" dediler. "sizi dinlemek bir almodovar filmi seyretmek gibiydi, çok hoşuma gitti" dedim. "oh, really" dediler, güldük beraber. dünya küçük mirim.
Meraklısına Not: Yazıda kullandığım resmi sevgili Sem benim için çizmişti; hem Flamenko dans ayakkabısı, hem kırmızı; kısmet bugüneymiş. kendisine tekrar teşekkür ediyor, sevgilerimi yolluyorum.

18 Mart 2008 Salı

bir eflatun ölüm

kırgınım, saçılmışbir nar gibiyim
sessiz akan bir ırmağım
geceden

git dersen giderim
kal dersen kalırım

git dersen
kuşlar da dönmez, güz kuşları
yanıma kiraz hevenkleri alırım
ve seninle yaşadığım
o iyi günleri,kötü günleri bırakırım.

aynı gökyüzü aynı keder

değişen bir şey yok ki
gidip yağmurlara durayım.

söylenmemiş sahipsiz bir şarkıyım

belki
sararmış eski resimlerde kalırım
belki esmer bir çocuğun dilinde.

bütün derinlikler sığ sözcüklerin
hepsi iğreti

değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.

aynı gökyüzü aynı keder.

bir eflatun ölüm adlı bu şiir Behçet Aysan'ın. şairliğinin yanısıra doktor da olan Aysan, Sivas yangınında kaybettiğimiz 37 aydından biriydi. sözleri belki size tanıdık gelmiştir, Ezginin Günlüğü bu şiiri Oyun albümlerinde seslendirmişti. maalesef klibini bulamadım, yoksa dinlemenizi de isterdim. aklıma geliverdi işte.

bir haftayı geçti yazı yazmadım, sonra da bu şiirle geldim, ne oluyor diye merak edenlere not: Çinliler, bir insanın çevresinin sürekli alt üst olarak, hayatının allak bullak olmasını istedikleri zaman 'İlginç zamanlarda yaşayasın!' diye beddua ederlermiş. sanırım ben de böyle bir beddua aldım. ilginç zamanlar yaşıyorum. anlayınca yazarım. herkese selam ederim.

10 Mart 2008 Pazartesi

halim

ben bu yazıyı yazarken bunu dinledim, isterseniz siz de okumadan önce tıklayın, bir yandan çalsın bakalım :)) benim en sevdiğim müzisyenlerden yann tiersen'den "a quai (rıhtımda)".



sağolsun arkadaşlar "ne oldu, niye yazmıyorsun" diye soruyorlar, merak etmeyin bişeyim yok, iyiyim şükür. hatta şu yukarıdaki esra erbaş'ın sevimli fotografındaki kız çocuğu gibi hayata merak ve mutlulukla bakmaktayım. ve yine o kızcağıza olduğu gibi, oyun oynamaktan ve tadını çıkarmaktan yazamaz haldeyim :) en son perşembe yazmışım, misal o akşam iş çıkışı gene lisedeki tiyatro ekibimizden serpil isimli bir arkadaşımızla buluşmaya cihangir'de yeni açıldığını duyduğum ama görmediğim kaktüs'e gittim (tülaycım sen gelince de gidelim buraya). serpil'i de 25 yıldır (peheyy) görmemiştim, mekana önce ben vardım. firuzağa tarafında inmişim taksiden, halbuki kaktüs cihangir ana caddedeymiş, hızlı hızlı serpil'in tarif ettiği sokaklarda yürüyüp vardım. içerisi beyoğlu'ndaki mekandan oldukça büyük, iki katlı, daha modern döşenmiş, her yer kedilerle dolu. hem duvarlarda yürüyen kediler var, hem küllükler fincanlar kedi desenli, hem gerçek kediler, hatta köpekler içeride rahat rahat dolaşıyorlar. bir masaya oturdum, garson güleryüzle bir şey söylemeden bir bardak su verdi bana, ben de "ah canım" diyorum kendi kendime, "kimbilir alı al moru mor mu geldim nedir, yüzüm kırmızı herhalde, acıdı çocuk" filan diyorum, meğerse her oturana önce bir bardak su ikram ediyorlarmış (ne iyi fikir), sonradan öğrendim :) neyse, serpil geldiğinde gene acayip bişey oldu, sanki aradan o zamanlar geçmemiş gibi, sarılıp öpüşüp vırvırvır konuşmaya başladık gülüşerek. tabii biraz saçlarda kırlar, yüzde yaşanmışlıklar mevcut, ama gözler aynı pırıltılarda. güya oradan kalkıp bir yere gidecektik, gidemedik, sohbet öyle güzel geldi ki, hem serpil'le hem karşımda oturan güzel adamla konuşurken saatleri unutuvermişiz gene. aaa bir baktım, yanıma koyduğum çantamın üstüne bir sarı kedi konuşlanmış, nasıl uyuyor ama görmeniz lazım. kafa yan yatmış, patisinin birini çantanın sapının altından geçirmiş filan, dağıtmış kendini. cep telefonuyla resmini çektim, bakınız aşağıda.

benimkine gülerken bizim yan tarafta oturan hanımın da siyah kabanının üzerine siyah bir kedinin çöreklendiğini zor farkettik, allahtan kırmızı kurdelesi vardı boynunda, yoksa o da tam araziye uymuştu yani :) haftasonu da oyuncakçı olan arkadaşımızın dükkanında bu sefer büyüyen bir halka şeklinde toplanıp ciğer partisi yaptık. hava pek güzeldi, belki toplanır dışarıya gideriz demiştik ama nerde. kaldık orada.

bu sabah benim temizlik günümdü, yaklaşık 11 yıldır 3. evimde aynı temizlikçim. evine yardımcı alanlar anlayabilirler bunun ne kadar lüks bişey olduğunu. sabah bu yüzden çıkarken, sepet gibi kafama rağmen, ona destek olsun diye yatağın çarşaflarını söktüm, çamaşır makinasını çalıştırdım çıktım, gelince hazır bulsun diye. işyerine vardığımda cebimde bir mesaj "ben gece hastalandım, gelemeyeceğim". yapacak bişeyim yok, ne yapalım. akşam eve dönerken gözümün önüne evimi su basmış, suların köpürerek medivenlerden indiği falan gibi sahneler geldikçe kafamdan uzaklaştırıyorum, geldim neyse bir vukuat yok, sadece nemli nemli kapalı beklediği için çamaşırlarım yumaklaşmışlar. yeniden kısa programda yıkadım onları, az önce de astım. asıl zor kısım yatağı yapmak. yani yastıklarla çarşaf gene neyse de, nevresim geçirmek biraz zor bir zanaat. yurtta nevresim geçirirken biri yatağın üstüne çıkar silkelerdi yorganı, biri aşağıdan düzeltirdi, çünkü yurt müdüremiz nazi subayı gibi kollardı yataklarımızı, nedense. yatağını düzgün yapamayanı kara kaplı defterine yazardı, sonra toplantılarda yapılan hataları anlatırken gözlerimize öyle bakardı ki tirtir titrer, "acaba ben miyim bu dediği" diye birbirimize sokulurduk. bir arkadaş da çengelli iğne yöntemi geliştirmişti nevresimi yerleştirmek için. koca koca manda gözü kadar çengelli iğneler almıştı, nevresimin köşelerine yorgandan geçirir tuttururdu bu iğneleri, böylece yorgan nevresimin içinde oynamazdı. ama benim bu akşam ilk yöntemden başka çarem yoktu, çıktım yatağın üstüne, silkele babam silkele yaptım. artık formdan mı düşmüşüm, yoksa yaşlanıyor muyum, veyahut artık nevresimlerle yorganlar bu sisteme karşı bağışıklık mı geliştirdiler bilmiyorum, epey bir mücadele etmem gerekti. hatta nevresimin içine girmeyi bile düşündüm. neyse, olduğu kadar artık. benim hatun halbuki tek eliyle takıyor bunları. bir dahaki sefer bu bölümü çaktırmadan izleyeyim bakayım, nedir sırrı.

akşam iş çıkışı gene 202'me bindim, koşarak yakaladım otobüsü ışıklarda dururken. şöföre "iyi akşamlar" dediğimde, "göremeyince bekledim sizi" dedi. kendimi amelie kadar mutlu hissettim. oturdum cam kenarına, dayadım kafamı cama, uyumaya başladım. derken bir cırlak ses, uykumdan fırladım kaza mı oldu ne oluyoruz diye. yok, ama kaza gibi bir sarışın hanım binmiş elinde torbalar gelip yanıma oturmuş, şöföre para verecekmiş de onu söylüyormuş. hay allahım deyip başımı camdan yana çevirdim, bir saniye geçmedi kadın bu sefer cep telefonuyla bağıra bağıra ciyak ciyak "hayati abiiiiiii aldık hediyeyi geliyoz biz ha abi" filan diye konuşmaya başlamaz mı? elimle omzuna vurdum ve "biraz sessiz olur musunuz ayrıca bakınız" dedim ve "cep telefonunuzu kapatınız" işaretini gösterdim. kadın hayati abisine "ha ha ha, tamam abi" deyip telefonu kapattı, benden tarafa bakmayarak yanında başka torbalar taşıyan ve sesi çıkmayan kıza "burası çok uyuz, bunlarla mı uğraşacam, hadi yukarıya çıkalım" dedi, torbalarını toplayıp gittiler. ne üzüldüm. yanda oturan çift bana bakıp başlarını salladılar, ben de onlara başımı salladım, "uykumdan fırladım yahu" dedim, güldüler. yakın zamanda bu kadar cırlak bir ses duymamıştım vallahi. kadın kavgaya başlasa cevap veremezdim yani, tutulur kalırdım o sese karşı. bırrr. neyse benim uykum kaçtı tabii, hiç sevmediğim mecidiyeköy trafiğini izlemeye başladım, adım adım, korna sesleri, akan sel gibi insanlar... önümde iki orta yaşlı kadın oturuyordu, birisinin sürekli gülen yüzü ve kırmızı gözlükleri (doğal olarak) dikkatimi çekmişti bindiğimde, o sırada o kadın çakralarını açtırdığından filan bahsediyordu, böylece kadının neden (ya da nasıl) güleryüzlü olduğunun sırrına da vakıf olmuş oldum. sonraki durakta yanıma bu sefer hoş bir genç hanım oturdu, oturur oturmaz cep telefonunu çıkardı, birini aradı, bu sefer yan taraftaki çift atladılar "lütfen kapatın" diye, kız kapattı ama bir miktar söylendi, yok şöförünki de açık, bu arabalarda artık farketmiyor işgüzarlık yapılıyor filan. bu arada baktım çakralarını açtıran kadının bir-iki çakrasında tıkanmalar başladı, omuzları düştü, canım ya, eve ulaşabilseydi keşke diye düşündüm, sonra dayadım başımı cama gene uyudum.

6 Mart 2008 Perşembe

bu öğlen


bu öğlen gene 12.35'de Retro'daydım. vallahi vapur gibiyim, bana bakarak birisi saatini ayarlayabilir (Saatleri Ayarlama Enstitüsü/Tanpınar'a selam). AllahAllah, ne zaman bu kadar istikrar abidesi oldum hatırlayamıyorum. sanırım bu işimle ilgili. saat 12.30 olunca, turnikelerde kuşların kanat çırpışlarını andıran seslerle, kartlarımızı okutup kendimizi açık havaya atıyoruz. ben çıkınca, ilk adımda durup derin bir nefes alıyorum, sonra sağa dönüp hızlı hızlı yürüyorum. saat 13.30 civarında ise, hele dışarıda hava güzelse, turnikelerde ayağını bacağını sürükleyen bir sürü kişi görebilirsiniz, kiminin başı hala arkaya dönük turnikeden geçerken, dışarıda kalanlarda aklı kalanlar. nerde olursan ol, nereye saklanırsan saklan kardeşim, hayat dışarıda devam ediyor işte.


(size samimi bir itiraf: kaç öğlendir yemeğin yanında bir içki içmek istiyorum, ama görev başında içmem hahaha)


ışıklı örgü şişleri haberini dün görünce sevgili endişeli peri ile neolitik hanıma mail attım. sevgili peri "korku filmi karesi olur sanki bundan. gece, yalnız olduğunuzu sandığınız bir anda, odaya giriyorsunuz ki ışıklı şişleri ile babanneniz örgü örüyor :)" demiş. benim de gözümün önüne babaannem değil de Norman Bates'in annesi kılığındaki hali geliyor. takır takır örüyor, benim onu farkettiğimi görünce başını kaldırıp bana bakıyor, öyle buz gibi, şişlerin ışığında gözlerini görüyorum, brrrr. güpegündüz bir Nişantaşı kafesinde öğle yemeği üstüne çayını yudumlayan kızıl saçlı kadının önündeki deftere bu korku cümlesini yazdığını kimsenin tahmin edemeyeceğini düşününce gülümsüyorum (şimdi de Orhan Veli'ye selam: Sokakta giderken kendi kendime/ Gülümsediğimin farkına vardığım zaman/ Beni deli zannedeceklerini düşünüp/ Gülümsüyorum.)


sabah motorda yanımda oturan adam, dudaklarını kıpırdatarak sararmış sayfalı küçük bir kitap okuyordu. yanımda birini birşey okurken görür de ne olduğunu anlamazsam hasta olurum. mavi kapaklı, kapağın sağ üst köşesine keçeli kalemle bir numara yazılmıştı, herhalde bir kütüphane kitabıydı. adam, elindeki kalın kitap ayracını öyle tutmuştu ki, eğildim filan ama, yok göremedim kitabın adını. öbür tarafımda oturan kadının okuduğu gazetede de "erkeğin kalbinin hala midesinde" olduğu haberi vardı, bu iyi haber işte :) bazı şeylerin değişmemesi iyidir.

5 Mart 2008 Çarşamba

doğru soruları sormak


Koçlukla ilgili katıldığım seminerde, en ilgimi çeken şeylerden biri de doğru soruları sormanın önemi idi. Soru sormak öyle kolay bişey değil ha, aklınızda olsun. Neden mi? Çünkü, temelde iki tip soru vardır:

-Sizi sorununuzla başbaşa bırakanlar,

-Sizi içgüdülerinizle iletişime geçiren, düşünme tarzınızı değiştiren ve ilerlemenizi sağlayanlar.


Ve flaş haber; biz, genellikle ilk tipi kullanıyoruz, ikincisini değil.

Şimdi size bu konuda çok kısa örnekler vereceğim. Örnekleri çoğaltmak mümkün elbette, ben bu örnekleri Nina Grunfeld'in "Benim Büyük Kitabım:Kendinin Yaşam Koçu Ol" adlı kitaptan aldım.


1.Tip sorular yerine 2.Tip sorular sormak:

"Neden üzgünüm?" yerine "Beni ne daha mutlu eder?" sorusunu deneyin.

"Bu sorunu neden çözemiyorum? " yerine "Bu sorunu nasıl çözebilirim?" diye düşünün.

"Beni neden öpmedi?" diye hayıflanmayın, "Beni öpmesini nasıl sağlayabilirim?" diye düşünün ve hayal gücünüzü zorlayın -bana dua edin sonradan hahaha- :)

"Neden terfi alamadım?" diye kahrolmayın, "Terfi almak için ne yapmalıyım?" diye düşünün.

"Ne yapmalıyım?" diye sıkılmayın, "Ne istiyorum?" diye düşünün.

Sizler okurken, ikinci tip sorulardaki yapıcılığı ve motive ediciliği farkettiniz mi? Hadi, üzülmeyin, sorularınızı değiştirin, bir de böyle bakalım :) Bana kendi hayatınızdan örnekler yazar mısınız böyle değiştirdiğiniz sorular varsa?

3 Mart 2008 Pazartesi

nefes kesilmesi üzerine çeşitlemeler


Sevgili Öykücü beni mimleyeli neredeyse üç hafta oluyor herhalde, utandığımdan saymadım. Bir de sağolsun ne yazacağımı hevesle beklediğini söylemiş. İyice utandım ve kasıldım şimdi. İtiraf ediyorum bir süre düşündüm ne yazacağımı, sonra içinden çıkamadım bıraktım. Şimdi de niyet ettim tamamlamaya. Epi topu üç soru canım, ne olabilir yani sonunda. Hadi bakalım.

Birinci soru, nefesimi kesecek anlar üzerine. Yani bu soruda bir gelecek beklentisi, bir kalp çarpıntısı söz konusu demek ki. Hayatımı değiştirmek üzerine düşüncelerim var, bunu yavaş yavaş gerçekleştiriyorum şimdilerde. Mesela her şeyi ayarlayıp, yeni bir hayata başlamak üzere mevcut işimden ayrılma anı benim nefesimi kesebilir bu yüzden. İşyerinden arkadaşlarım okumuyor diye rahat rahat yazıyorum valla, düşününce bile omuzlarım dikleşip gülümsemeye başladım, o kadar yani. Hayal ettiğim ve etmeye cesaret bile edemediğim bir şeylerin başıma gelmesi de nefesimi kesebilir. Bunların içinde, geçenlerde katıldığım koçluğa giriş seminerinde 5 yıl sonradan yazdığım mektuptaki gelişmeler var. Bu gerçekten çok iyi bir fikir bu arada, 5 yıl sonradan kendinize mektup yazmak yani. Kendinizi, hayatınızı nasıl görüyorsunuz 5 yıl sonra, neleri değiştirmiş nelere ulaşmışsınız bunları kağıda dökmek gerçekten çok etkileyici bir deneyim. Vaktiniz olunca deneyin derim ben. Belki bir ara sizinle o mektubu da paylaşırım. Ah, bir de gidip görmeyi çok istediğim yerler var; Mardin, Meksika, Yunan Adaları, yeniden Küba gibi, elime biletlerimi aldığım andan itibaren nefesimin kesileceğine eminim.

İkinci soru, hemen yapabileceğim halde neden yapmadığımı bilmediğim nefesimi kesecek anlar üzerine. Yani bu sefer de sen mutlu edeceğini bildiğin halde yapmayı ertelediğin ya da hemen yapmayı tercih etmediğin şeyler. Bu soruda da acayip bir irdeleme var. Sonu çünkü “deli misin o halde, git ve yap kardeşim”e varabilir. Ben bu derece “hayat kısa ayol, ne duruyorsun git ve yap” hallerini çok yaşadığım ve yaptığımdan dolayı, aklıma gelen pek bir şey yok. Sadece yazmaya daha çok vakit ayırmayı istiyorum, kendim okumaktan zevk alacağım kitabı yazmak istiyorum.

Geldik son soruya, bir daha dünyaya gelme şansım olsaydı ne yapardım? Sevgili Öykücü’nün dediği gibi üniversitede kendime daha çok vakit ayırmayı ve farklı etkinliklerde canım çıkıncaya kadar bulunmak isterdim. Mümkünse şimdiki aklıma daha erken ulaşmayı isterdim bir de, nasıl olacaksa, nasılsa atışlar serbest. Yapmaktan gerçekten zevk alacağım şeyi bulmak için kendimi daha rahat alandan alana atabilecek cesarete sahip olmayı isterdim. Bir de hayatımı paylaşabileceğim, “sen benim sıra arkadaşımsın” diyebileceğim kişiyi daha erken bulmak isterdim.

Bitti işte, üç soru işte, niye gözümde büyütmüşüm ki :) Hadi sevgili Artemis (o artık bir de mimler tanrıçası) , sevgili Vladimir (haha gene ben önce davrandım, sizin planlarınız ne alemde) ve sevgili Sofi; sizlerin cevaplarını bekliyorum heyecanla.
Meraklısına Not: Boğaz'da denize giren bir çocuğun nefesinin kesildiği anı gösteren fotograf arif aşçı'ya ait, daha önce bahsetmiştim, hatırlamak için buraya.

1 Mart 2008 Cumartesi

kırmızı balon


Ah, ne severdim baloncuları, balonları... Pazar günleri sokak sokak dolaşır, bir baloncu bulur, ardına takılırdım. Öyle çok severdim ki balonları... Onları, kırmızı, mavi, sarı, beyaz renkleriyle dev akide şekerlerine benzetirdim. Baloncuyu da, çok balonu olduğu için dünyanın en mutlu insanı sanırdım. Ah baIoncu ben olsam, bu balonların tümünü asarım boyumca bir yere, sonra ilkin kırmızıdan başlarım okşamaya, sonra sarıya geçerim, sonra yeşile, sonra beyaza... derdim. Ortaya sarıyı koyar, yanlarına beyazları dizer, kocaman papatya yaparım. Yeşilleri oraya buraya serpiştirir, papatyama çimen yaparım. Yere otururum, balonları yanıma yöreme yığar, balonların ortasında ben de balon olurum. Patlatmam hiç onları, biri patlasa ağlarım.

Ama hiç balonum olmadı ki o yaşa dek. Onun için nerede bir baloncu görsem, ardı sıra yürürdüm. Baloncu gider, ben giderdim. Gözlerim hep balonlarda olduğu için bazen de tökezler, düşerdim. Dizimin kanamasına, parmağımın sızlamasına aldırmaz, uzaklaşan baloncunun ardı sıra koşardım. Balonlardan en irisine en güzeline, Benim derdim. Hiç gözümü ondan ayırmaz, boyuna onu gözetlerdim. Bir çocuk balon alacağı zaman, benim balonumu gösterecek, Bunu istiyorum amca diyecek diye ödüm kopardı. Ama çocuk başka bir balonu gösterince, sevinir, Oh derdim, baloncu gider, ben giderdim.


O pazar baloncuyu Ulus Parkının orada görünce, kuş gibi uçtum anamın yanına.
-Ana ana, para, dedim, balon alacağım. Anam,
-Yok, dedi.

Zaten anamda hiç para olmazdı. Yine koştum , gittim baloncunun yanına. O yürüdü, ben yürüdüm, o yürüdü, ben yürüdüm. O gün kırmızı balonu seçmiştim kendime, en tepede, balonların ortasında nazlı nazlı giden balonu. Balon da sanki kendisini seçtiğimi biliyormuş gibi rüzgarın etkisiyle bir bu yana, bir o yana sallanarak bana selam veriyor, Haydi gel, kucakla beni diyordu. Nasıl kucaklarım ki, baloncu emmi izin vermez ki... O zaman işte böyle baloncuk, sen gidersin, ben giderim.


İşte bir çocuk, parası elinde koştu geldi. Parmağıyla alacağı balonu gösteriyor, hayır hayır olmaz, o balon benim, benim balonum o. Baloncu uzanıyor, koparacak... Parmağıyla,
-Bu mu, bu mu, diye gösterip soruyor. Yok yok, ne nalınımın yanlarından giren soğuk ayaklarımı üşütüyor, ne yorgunluk bana gık dedirtiyor, yeter ki seni elimden kimse almasın balonum!...


Ulu Caminin köşesine geldik. Balonum yine önde, baloncuda...

Ama o da nesi, bir rüzgar, bir deli rüzgar kopardı balonumla birlikte birkaç balonu, çıkardı, çınar ağacının tepesine kondurdu. Balonum şaşkın, ben şaşkın, baloncu şaşkın...Evet evet, tastamam yedi balon orada, ağacın tepesinde. En üstte yine benim kırmızı balonum...
-Küçük, lan hey küçük!

Baloncu bana sesleniyordu, eliyle gel gel yapıyordu. Koştum.
-Bana bak, şu balonları indirirsen, sana birini veririm, dedi.

Ah!.. Nasıl indirmem, kuş olur uçarım. Kırmızı balonum orada. Hayır hayır, hiç korkmadım, ne kocaman gövdesinden korktum ağacın, ne de upuzun dallarından. Sanki dümdüz bir yol, ağaç benim için. İşte gövdesi bitti, işte bir dal, bir dal daha, bir ince dal daha... Çabala, az daha çabala. Bir dal daha, bir ince dal daha. Yaklaşıyorsun balonlara. Balon alacaksın, kırmızı balon senin olacak, düş değil, gerçek. bir bakacaksın ki, sabahleyin yastığının yanında balonun, kırmızı balonun. oracıkta duruyor. İpinden tutacaksın, koşacaksın mahalleye, koşacaksın eve, oynayacaksın, yoruluncaya dek. Haydi az daha çaba... Varıyorsun... Vardım. Aman dikkat patlatma! Tuttum ipin ucundan, baloncu aşağıdan seslendi :

-Çek çek, sakın patlatma!


Çektim. Ama o da nesi, altı balon iple birlikte geldi, yedincisi, kırmızı balon, benimkisi, gelmiyor. Ucundaki ip, incecik bir dala takılmış. Baloncu yine seslendi:
-Onu da al!


Alacağım, ama dal öyle ince ki. Bir yandan da deli deli esen rüzgar... Bacaklarım titriyordu. Biliyorum, bir adım daha atsam, dalla birilikte aşağıya düşeceğim. O denli yükseğe çıkmışım ki, baloncu aşağıda ufacık gözüküyor. Terliyorum, dalı tutan elim, bileğim, parmaklarım titriyor. Kırmızı balon umursamıyor bile beni. Uzanmaya çalışıyorum, ben uzanmaya çalıştıkça, kırmızı balon rüzgarın etkisiyle uzağa kaçıyor. Kapacağım anda dal çatırdıyor. Baloncu bağırdı:
-Kalsın o, ötekileri al gel!



İniyorum ya, gözüm kırmızı balondaydı ama, olsun, işte şu sarı balon, bunu isterim baloncudan. Az sonra aşağıya inince bana soracak:
-Hangisini istersin küçük? Ben de ona,
-Şu sarıyı, diyeceğim.

Sarı balon benim olacak, benim balonum olacak. Anam soracak, Dala çıktım diyeceğim. Uyurken onu başımın üzerine asacağım, arada bir pat pat vuracağım. Uyanınca ilk kez onu göreceğim, hiç mi hiç patlatmayacağım. İndim, uzattım baloncuya balonları. Baloncu, ipin ucundan tuttu, tümünü öteki balonların yanına bağladı. Yürüdü. Bağırdım:
-Emmi, benim balonum hani?


Parmağıyla ağacın tepesini gösterdi:
-Senin balonun orada!
-Emmi!...
-Senin balonun orada dedim.


Gitti baloncu. Geldim çınar ağacının yanına, baktım balonuma. O kırmızı balon benimdi. Hiç kimsenin değil, benim. Çıkabilsem alırım, alabilsem koşar eve götürürüm... Benim balonum benim...


Oradan geçen birine gösterdim:
-Bak emmi, şu ağacın tepesindeki balonu görüyor musun?
-Hı, dedi adam, kafasını salladı.
-İşte o balon benim.

Adam, başını bir kez daha salladı, gitti. Koştum gittim anama, daha sokaktan bağırdım, avluya girmeden:
-Anaa, benim de balonum var.
-Hani, nerede?
-Ulu Caminin oradaki ağacın tepesinde. Koştum geldim yine balonumun yanına. Balonumu, gezgin satıcılara gösterdim, kıravatlı emmilere gösterdim, camiden çıkanlara gösterdim...
-Benim balonum benim, kırmızı balonum, bakın görüyor musunuz, o balon benim balonum! Hava kararıncaya dek orada kaldım, balonumu izledim, konuştum onunla, el salladım ona. Gece düşümde hep balonumu gördüm. Ben çıkmışım yanına, o tutunduğu daldan kopmuş benim yanıma gelmiş, başucuma konmuş... Gülüyor...Uyandım. Okula gitmezden koştum balonumun yanına... Yooo!... Olamaz!... Olamaz!... O ufacık gözüken buruşmuş şey benim balonum mu, kırmızı balonum mu? Olamaz!... Balonum patlamıştı. Ağladım ağladım,ağacın dibinde ağladım.


Gelen geçenler sordular:
-Niye ağlıyorsun?
-Balonum, dedim, balonum patlamış.
-Ağlama, dediler, anan sana yine alır.


Meraklısına Not: Yukarıdaki alıntı Muzaffer İzgü'nün otobiyografik romanı Zıkkımın Kökü'nden alınmıştır. başka bir okuma parçası için burayı tıklayabilirsiniz. E-kitap olarak Zıkkımın Kökü'nün tamamını (ve diğer başkalarını) indirmek için ise buraya tıklayınız.

bir mart


kışın bir yerden içeriye girince yüzüme bir sıcaklık çarpsın isterim, çünkü en çok burnumun ucu üşür. ama o gözlüklerin buğulanması yok mu? hem ısınmaya çalış, hem gözlükleri çıkar sil, bu arada etrafa miyop ve yarı kör bakışlar at, off off, çekmeyen bilmez. senden önce gelmiş birilerini bulmak için beklemen gerekir. sabırsız bir garson da yanına gelip "apla sizi şuraya alayım" diye başına dikilirse hele. yahu dur işte, görmüyoruz kardeşim, görünce bakarız işte.


aslında her mevsim, bir yerden içeriye girince hem yüzüme hem yüreğime bir sıcaklık çarpsın isterim. orada sevdiklerim varsa, ben gelince benim kadar sevinsinler isterim.


benim evim kışları sıcak olur. kışın boş bir eve gelmenin tek tesellisi budur, kapıyı açınca sıcak bir dil gelip seni yalar kapıyı açar açmaz, sanki der ki: işte bütün dünya dışarıda, ben buradayım ve sen güvendesin. yazları da serin olur şansıma, camları açık bırakırım zaten giderken, bu yüzden geldiğimde hafif bir serinlik karşılar beni. ev dediğin bu değil midir zaten, ne olursa olsun seni içeriye alan ve dünyayı dışarıda bıraktığın yer. sevmek de yüreğini birisine "ev" yapmak değil midir?



Meraklısına not: bu ayın yazısı ile beraber 3 oldu ayın biri yazıları. bu ayki ilk cümle sevgili vladimir'den gelmişti. nisan 1 yazısı ilk cümlesi için katılmak isteyen olursa, lütfen niyet belirtsin :)


Meraklısına alakasız bir not: arkadaşlar, http://radyobirzamanlar.com/ diye bir yer var. burada yüklü olan 400 şarkıyı peşpeşe dinleyebiliyorsunuz. bence sık kullanılanlara eklemekte yarar var.