.

.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Frigya'dan kısa kısa


 

 


Friglere öyle bir görkemli giriş yaptık ki. İyi ki yapmışız. Yollarda kaybola kaybola,  dünyanın en güzel mavisi göğün ve yol arkadaşımız pofuduk bulutların altında, artık unuttuğumuz sessizliğin içinde, sadece rüzgar ve kuş sesleriyle gittik ve gittik. Anadolu'nun ve Anadolu insanının ne kadar muazzam olduğuna inancımız tazelendi. Uzun uzun yazmak istiyorum hepsini, unutmamak için. Şimdilik kısa notlar:

Midas'ın üç gülü olarak sırt çantalarımızla bir gece yarısı başladık yolculuğumuza. Yol bakım çalışması ve 19 Mayıs tatili yoğunluğu dolayısıyla İzmit'e varmamız sabah beşi buldu. Kütahya'da bizi bu yolculukta arazilerde gezdirecek aracımızı teslim aldık ve sabah kahvemizi içip yol sersemliğimizi üstümüzden atarak Afyon'a doğru yola düştük. Afyon'da hedefimiz Döğer kasabası idi.

 

Döğer'e girer girmez Aslanlı Kaya'nın replikası karşıladı bizi tam meydanda. Daha önce Döğer'de bir kervansaray olduğunu ve eğer kapalıysa yanındaki kahveden anahtar isteyip açtırabileceğimizi öğrenmiştik. Kervansaray tam meydandaydı zaten, ama insan kaynıyordu önü ve içi, meğer düğün varmış. Güler yüzle buyur ettiler bizi, kervansarayı gezdik, kolonya ve şeker tuttular. Ardından illa çay için dediler, canımıza minnet, oturduk. O sırada düğün için koca koca kalaylı tencerelerde hazırlanmış yemekleri gördük, pilav-et ve sarma varmış. Tadalım diye kalem inceliğindeki sarmalardan da  ikram ettiler.  Oradan kalkınca Döğer civarındaki Frig anıtlarını aramaya koyulduk, ancak yönlendirme işaretlerinin eksikliği ve navigasyon cihazlarının yetersizliği nedeniyle ancak Antik Yol'un bir parçasını görüp çılgınlar gibi sevindikten sonra, Ayazini'ne geçmeye karar verdik.


Ayazini tarafında yönlendirmeler daha iyiydi ve elimizle koymuş gibi bulduk peri bacalarını. Evet,
 peri bacaları. Bu bölgede de var peri bacaları ve tüf oluşumları. Tarih boyunca bu topraklarda da insanlar tüf kayalıklara ve etrafına yerleşmişler. Ayazini'nde bir başka durağımız da Şefika teyze idi. Akşam yemeği niyetine gözleme yemek üzere yaşayan Kibele Şefika teyzenin muhteşem bahçesine gittik. Ahşap bir sundurmada kilim kaplı minderlerde oturup yer sofrasında dünyanın en lezzetli gözlemelerini yedik ve onun tatlı sohbetini dinledik. Bahçesindeki ağaçlardan çağla topladık, kirazların ne zaman olacağını sorduk, buzağıları otlamaktan getiren çocuğun çaldığı ıslığı kuş sesine benzettik, gülüştük. Ardından Afyon'un termal bölgesi Gazlıgöl'deki otelimiz için yola düştük. Gazlıgöl'ün en talihsiz otel tercihini yaptığımız hemen ortaya çıktı; yeni el değiştirdiğini öğrendiğimiz, belki uzun zamandır kapalı olan kocaman bir tesis ve tatil yoğunluğuna cevap veremeyen çaresiz çalışanlar. Neyse, bu bölümü hızlı geçebilirim. Sabah erkenden Afyon kahvaltısı için İkbal tesisleri, lokum alışverişi sonrası rotamız Eskişehir. Önce otelimize gidip yerleşerek  dördüncü Midas gülü ve dörtbuçukuncu gül olan kızıyla  buluşup Yazılıkaya'ya yola düştük. Eskişehir'de yönlendirmeler şahane, Yazılıkaya'yı bisikletlilerle beraber bulduk. Köye araç giremediği için, kalabalık kahvenin yanına aracı bırakıp yürümeye başladık. Yürüdükçe köy evlerinin arasından Yazılıkaya (Midas kenti) göründü. Onca resmini görmeme, hakkında onca şey okumama rağmen her şey aklımdan silindi görkemi karşısında.


Yazılıkaya'ya köy kütüphanesi ve muhtarın ofisinin olduğu binanın yanından geçerek girdik ve dağıldık. Etrafında dolaştık, keçiler gibi üstüne tırmandık, ovaya baktık, milattan önce 7 ila 12. yüzyıl zamanlarında Friglerin oydukları kayalara baktık,  orada yaptıkları tapınma törenlerini düşündük, bu kadim yerin enerjisi ile sarmalandık, ayrılmak istemedik. Torununun çitlediği çekirdekleri toplayan civar bir köyden gelmiş bir teyze ile sohbet ettik. Ardından Eskişehir'de yaşayan ama buraya ikinci kez gelen başka bir hanımla, ilk gelişi burada yapılan bir şiir festivaliymiş, dünyanın bir çok yerinden gelen şairler Yazılıkaya önünde şiirler okumuşlar,şimdi de misafirlerini getirmiş. Akşam iyice çökmeden muhtarla da sohbet edip ayrıldık Yazılıkaya'dan. Eskişehir'e geri dönerken Gerdekkaya Kalesi, Deveboynu Kalesi, Doğanlı Kale'yi de gördük. Her yerde adını bilmediğimiz beyaz, muhteşem çiçekler vardı; bir kaç tanesini alıp ıslak mendillere sarıp eve getirdim, bakalım köklendirebilecek miyim.




Ertesi gün otobüs saatimize kadar Eskişehir'i keşfe çıktık. Önce Odunpazarı, elbette Yılmaz Büyükerşen Balmumu Müzesi, ardından Cam Eserleri Müzesi, Atlıhan El Sanatları Çarşısı, Odunpazarı sokakları.. Sonra vurduk kendimizi Porsuk kenarına. Porsuk kenarında dolaşıp Eskişehir'in "yapılmazsa olmaz"larını tamamlamaya çalıştık, çibörek yedik, Balaban Köftesi tattık, met helvası ve haşhaşlı cevizli çörek aldık, ben hatta bir de Ballı Şaban'dan milli piyango bileti aldım. Bizi İstanbul'a geri getirecek olan otobüse bindiğimizde yorgun ama çok mutluyduk. Eskişehir'e ne zaman tren seferleri başlar, Yazılıkaya'da bir daha şiir festivali ne zaman olur, aslında Eskişehir'e arabayla da gelinebilir, tüh nasıl Aslanlıkaya'yı bulamadık, Şefika teyze ne tatlıydı, Döğer Kervansarayı'nda bize evsahipliği yapan düğün sahibinin kuzeni genç 19 Eylül'de evleniyormuş ona mı gelsek, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne ve Gordium için Ankara'ya da gitmeli diye konuşa konuşa İstanbul'a döndük.



Kendime Not: Buradaki her noktadan bir sürü hikaye çıkarabilirsin, biliyorsun değil mi?
 

Hiç yorum yok: