.

.

5 Kasım 2007 Pazartesi

haftasonu ve çanta

Geçmiş olsun mesajlarınıza çok teşekkür ederim, geçti şükür. zaten sanırım mikropların ömrü o kadardı :) sesim hala kırçıllı çıkıyor ama enerjim yerine geldi ve lime lime, her oturduğumda bedenimin dağıldığını düşünme hislerim geçti. gerçi haftasonu dinlensem belk daha iyi olurdum ama duramadım. cumartesi önce seminerime gittim, bu hafta sonu konumuz "zaman"dı. zaman ve onu algılayışımız üzerine konuştuk. sonra sem'le buluşup, o gün gazetelerde kurtulduğunu okuyup çok sevindiğimiz taksim akm'ye pavarotti'yi anma konserine gittik. bu konsere italyan kültür derneği de destek vermiş ve orkestra şefi ile tenorlardan birini italya'dan getirmişler konuk olarak. misafir italyan tenor yanında 7 Türk tenor da konsere katılarak, ünlü aryaları söylediler. konserin başında ve sonunda barkovizyondan pavarotti'nin fotografları ve aryaları ile yapılan gösteri çok hoştu. çıkınca taksim, kaktüs. kaktüs, beyoğlu'nun en az değişen yerlerinden biri herhalde. şimdi cihangir'de de bir şube açıyorlarmış, tadilatı devam ediyormuş. beyoğlu'ndaki de duracakmış ama. pazar günü annemle bir akrabamıza hasta ziyaretine ve oradan da bir nikaha gittik maltepe'ye. maltepe sahilde yapılan yeni maltepe kültür merkezi'ne hiç gitmemiştim; bir tek nikah salonu değil, kütüphanesi, konferans salonu da olan büyük bir bina. manolya nikah salonu ise çok modern, insani bir nikah dairesi olmuş. nikah dairesinin insanisi mi olur diye soracak arkadaşlar, acaba hiç üsküdar nikah daiesine gittiniz mi diye sormak isterim size. ne girişi giriş, ne çıkışı çıkış, içiçe hıngırhışık bir yerdir. maltepe'deki hem bu açıdan ferah ve sıkıntı vermeyen bir yapı olmuş hem nikah salonu konseptini modernleştirmişler. nasıl mı? nikah masası yüksekçe bir stand üzerinde duruyor, beyaz lake ve etrafı beyaz güllerle süslenmiş. masanın arkasında yüksekte bir ekrandan evlenecek çiftin eski fotograflarından oluşan bir barkovizyon gösterisi ile çifti bekliyorsunuz. fotograflar doğumdan başladığı için arada matraklıklar da oluyor. neyse, sonra müzikle beraber masanın arkasındaki asansör kapısı açılıyor ve heyecanlı çiftimiz çıkıyorlar. o sırada nikah masası ikiye ayrılıyor ve yürüyerek öne kadar gelip misafirleri selamlıyor, ardından birleşen masaya oturuyorlar. biz annemle erken gitmişiz, önceki çiftin nikahına da katıldık, ben tanımadığım bu insanların fotograflarını izlerken hayatlarını kafamda yazdım, sonra karşımda görünce de pek duygulandım. sonra gece de denzel washington ile russell crowe'un son filmi american gangster'i seyrettim. şubat 2008'de vizyona girecekmiş Türkiye'de. dürüst bir polis (crowe) ile amerika'nın vietnam'da savaşta olmasından faydalanıp oradan eroin getiren ve hiç dikkat çekmeyen bir suç baronunun (washington) gerçek öyküsü. denzel washington'un tüm filmlerini seyrettim hemen hemen ve beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı, hep iyidir filmleri. bu da iyiydi, ancak filmin ilk yarısının temposu biraz ağırdı, ay hadi deyip durdum içimden. sonra neyse açıldı ve bomba gibi bir son 40 dakika sundu film. yönetmen ridley scott. polis-mafya filmlerini sevenlere duyurulur.
bu arada sizinle Can Dündar'ın eski bir yazısını paylaşmak istiyorum, 17 ekim 2004'de yazmış, hayalgücü ve yaratıcılık üzerine ilginç bulduğum bir yazı. bakalım siz beğenecek misiniz?



ÇANTA

Genç yönetmen yeni filmi için yüzü düzgün, kamera karşısında rahat, düş gücü gelişkin bir kadın oyuncu arıyordu.
Gazeteye ilan vererek adayları davet etmişti.
Gün boyu peş peşe girdiği mülakatlardan yorgundu.
O, kendine yeni bir kahve koyarken, sıradaki oyuncu adayını içeri aldılar.
Alımlı genç kız, yüzünde meraklı bir tebessümle deneme kamerasının karşısına oturdu ve yönetmenle sohbete başladı.
Adı Emile Muller'di.
Kısa hasbıhalden sonra yönetmen değişik bir şey denemiş olmak için "Çantanızı açıp bana içindekileri birer birer anlatır mısınız?" dedi.
Genç kız arkadaki çantaya uzandı.
Fermuarını açtı.
Önce eline gelen iri kırmızı elmayı çıkarıp anlattı:
"Bu elmayı sabah tezgah başında meyvelerini parlatırken gördüğüm manav hediye etti. Çok iştahlı bakmış olmalıyım."
Sonra bir kitap çıkardı.
Henüz kitabın ilk sayfalarında olduğunu ve okuduğu satırlardan çok etkilendiğini anlattı. Romanın baş kahramanının dalaverelerinden söz etti.
Ardından bir gazete çıkardı:
İş aranıyor ilanını orada okumuştu. Listede, başvuracağı başka işler de vardı.
Sonra makyaj çantası, ajandası ve not defteri...
Yönetmen, bu sonuncudan rasgele bir sayfa çevirip okumasını isteyince defteri açıp mahcup bir edayla okudu genç kız...
Özel duygulardı okudukları...
Derken çantanın gizli bölmesine attı elini...
Oradan iki fotoğraf çıkardı.
Biri uyuyan genç bir adam fotoğrafıydı:
"Sevgilim" diye açıkladı:
"Fotoğraf çektirmeyi hiç sevmez de... Ancak uykudayken çekebiliyorum fotoğrafını..."
İkinci fotoğrafın annesinin evlenmeden önceki hali olduğunu söyledi. O halini şimdikinden daha çok seviyordu.
Genç kızın, çantadan çıkarıp büyük doğallıkla anlattığı her bir nesne, bir yapbozun parçaları gibi onun hayatından kesitler sunuyordu.

* * *


Bu oyun, 15 dakika kadar sürdü.
Sonunda yönetmen Emile'e teşekkür etti.
Çıkarken kapıdaki görevliye telefonunu bırakmasını söyledi.
"Arkadaşlar gelecek hafta sizi arar" dedi.
Emile çıkarken, yönetmenin asistanı girdi içeri...
Dışarıda bekleyen daha pek çok aday vardı.
Yönetmen gerindi.
Kısa bir mola vermek istediğini söyledi.
Hala aradığını bulamamıştı.
Yeni bir kahve doldururken karşısındaki sandalyeye asılı çantaya ilişti gözü...
Biraz önce içindekilerin birer birer anlatıldığı çantaydı bu...
Telaşla asistanını uyardı:
"Giden kız çantasını unutmuş, hemen koşup yetiştirsene..."
Asistan kız sandalyeye baktı ve "Yoo... O benim çantam" dedi.
Yönetmen, koltuğundan ok gibi fırlayıp kapıya seğirtti.
Aradığı oyuncuyu bulmuştu.


* * *

20 dakikalık bu siyah - beyaz Fransız filmini geçen hafta, 10. Avrupa Filmleri Festivali'nde izledim.
Kısa filmin adı, filmdeki kızın adıydı:
"Emile Muller"
Yönetmeni:
Yvon Marciano...
Konusu:
"Hiçbir güç, düş gücü kadar güçlü değildir".

9 yorum:

legrottaglie dedi ki...

vaşingtonu severim denzıl olanını tabi. tümü olmasa da pek çok filmini izlemişimdir. tıpkı mel ağbi gibi. dolayısiylen arşivlik bir film daha çıktı demek oluyor bu.

maltepeye ben de geçenlerde gitmiştim ilk kez. evet kadıköyden ve diğer dairelerden farkı biraz daha geniş olması sanırım. gözlerimi kaparım altınımı takar tüyerim hesabı bir an önce o korkunç kalabalıktan kaçma telaşı yüzünden medreseydi, kervansaraydı falan hiç dikkatimi çekmedi benim. merak işte!

ABİ dedi ki...

sevgili Gülçin..
İlk defa duyduğum bir kelimeyi,
ilk defa duyduğumu itiraf etmek istiyorum..
hıngırhışık..
bu ne yaaa..:)

Ori dedi ki...

Sevgili Gülçin, yazını okuyunca insanın kısa süreli de olsa hasta olası geliyor:))
Yani gidilmedik mekan,izlenmedik sanatsal etkinlik bırakmamışsın. Şubatta gösterilecek filmi Russell Crowe'la izledin değil mi? Öncesinde biri italyan yedi yakışıklı tenor:))
Bari Kaktüs'e bende gelseydim ne olur du:))

Vladimir dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
gülçin dedi ki...

sevgili legro,
washington'un bi de portakalı vardır ki henüz çıkmadı. denzıl'ın gazap ateşi (man on fire) ne güzel filmdi yahu.

sevgili ori,
hayat kısa, gidilecek mekan-izlenecek etkinlik çok, ne yapayım :)) evet, cumartesi ve pazar günüm bir sürü yakışıklıyla geçti ve hiiiç şikayetim yok bu durumdan :)

sevgili abi ve vladimir,
sizi meraklara gark ettiğimi gördüm. hıngırhışık deyimi, tıklım tıklım ile harala gürele'nin çocuğu olur. ama sonradan evlenince kocası onun sözlüklere girmesini yasakladı, artık anılarda yaşıyor :)

sevgiler.

Sem dedi ki...

Sevgili Gülçin, Emile Muller'in stresli olabilecek bir ortamda öyle bir şeyi düşünüp, o kadarda güzel yapabilmesine bayıldım doğrusu. Şansıda yaver gitmiş, eğer yönetmen odadan hemen çıkıp çantanın orda olduğunu görmeseydi sonuç farklı olabilirdi! Bide bu yaratıcılığın nerde satıldığını söyleseydin bizde biraz nasiplensek, 'hıngırhışık' gibi kelimeleri yaratabilseydik:)))

Adsız dedi ki...

Sevgili Gülçın yaratıcılık seminerine gitmek sana yaramış.şimdilik yeni kelimeler yaratıyorsun, bakalım ilerde bu yaratıcılığın nerelere varacak.? Çok şekersin yaa. teyzen

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Gülçinciğim,

Haftasonun gezerek ve gayet güzel geçmiş de, hani senin o aklına gelen öykü?
:)

ABİ dedi ki...

“Sevgi düş gücüyle beslenir.Düş gücü bizi bildiğimizden daha bilge,duyduğumuzdan daha iyi,olduğumuzdan daha soylu kılar.Yaşamı bir bütün olarak görmemizi sağlar.Sevgiden yoksunluk ise kör eder.Nefret insanoğlunu öyle bir körleştirir ki,kurumuş bahçenin ötesini bile göremezsin.Ama düş gücü ve sevgi,en uzak yıldızların üstündeki yazıyı bile okunur hale getirir.”
“Sen yıldızların üzerinden bir şey okuyabiliyor musun?” diye sordu çırak.
“En son senin adını okudum.” diye yanıtladı kurukafa.

2-3 sene önce yazdığım bir yazıdan bi bölümdü.. 6-7 sayfalık.. ama alıntılar vardı içinde.. Muhtemelen bu bölüm Oscar Wilde olabilir, tam hatırlayamadım..:)