.

.

26 Kasım 2007 Pazartesi

Ağustos Karıncası ya da insan hayal ettiği müddetçe yaşar

Bu haftasonu yaratıcılık seminerinde gene çok değişik bir şey oldu. Bingöl Elmas adlı genç bir yönetmenin çektiği ilk belgesel filmi yönetmeniyle beraber izledik: Ağustos Karıncası. Film 2005 yılında Altın Portakal kazanmış. İsminden ne yalan söyleyeyim hayvanlar alemine benzer bir şey seyredeceğimizi düşünmüştüm, Akgün hiç ipucu vermedi çünkü.

Film başladı, kamera küçük bir Anadolu kasabasında dolaşıyor, caminin kubbesinde leylekler, sokaklarda akçagaz plakalı araçlar, fıskiyeli kahvehanelerde oturan yaşlılar filan. Fonda hoparlörden kasabaya bir anons: “halkımıza duyuru, bir adet eşofman bulunmuştur, kaybedenlerin belediye zabıta amirliğine başvurması rica olunur”. Derken bu anonsu yapan görevlinin odasında buluyoruz kendimizi.
Görevlinin adı İbrahim Er. Anons bitince adam koşarak çay ocağına gidiyor ve bardakları yıkayıp belediye çalışanlarına çay servisi yapıyor. Allah Allah derken, biri “nikah var şimdi” diyor ve İbrahim başka bir odaya gidip bordo cüppesini giyerek nikah salonuna kolunun altında kocaman bir defterle koşuyor, evet, adam aynı zamanda belediyenin nikahlarını da kıyıyor.
Dönüyor, bir anons daha, bu sefer kaybolan bir bisiklet var. Vay be derken, bakıyoruz işgünü bitmiş ama İbrahim eve gitmiyor, kasabanın hamamına gidiyor, geceyarısına kadar da hamamda tellaklık yapıyor. Arada gidip babadan kalma tarlasına birşeyler ekiyor, tarla sürüyor. Bu kadar işi yapmasının sebebi, üniversite çağındaki iki çocuğuna ve kendisinin İstanbul’da 20 yıldır aralıklı olarak Timur Selçuk’tan aldığı müzik derslerine yetecek parayı çıkarabilmek. Yanlış okumadınız, haftasonları İbrahim, sonradan İznik olduğunu öğrendiğimiz bu kasabadan bilmemkaç vasıta değiştirerek İstanbul’a gelip müzik dersleri alıyor. Bir piyanosu var ama evine koyamamış, üniversitenin kantinindeymiş şimdi, arada gidip onu çalıyor. Bir ara piyano kasabanın kantarında duruyormuş ve İbrahim de arkadaşlarının da yerine nöbet tutarak, kantar görevlisiyken oturup piyanosunu çalıyormuş. Film boyunca hem İbrahim’in hem de kasabalıların ve yakınlarının konuşmaları var. Kasabalılar onu garip buluyorlar, bu müzik hevesini pek desteklemiyorlar. Hamamcı Tahsin (filmin en matrak tiplerinden biriydi) arada öyle laflar ediyor ki, misal “müzik dediğin kafanda sorunun yokken yapılır, ben yarın ödeyeceğim senedi düşünüyorsam o sazı çaldığımda güzel ses çıkar mı ondan” gibi, hem gülüyorsunuz hem kafanız karışıyor.

Yönetmen Bingöl hanım, İznik’te kantara giden birinden “yahu buradaki görevli piyano çalıyor” diye duymuş ve keşfetmiş İbrahim’i. Sonrasında bir yıl kadar onunla beraber kalmış, izlemiş, konuşmuş, çekmiş. Pek de güzel yapmış. İbrahim halinden memnun, hayat yolculuğunda önemli olanın varmak değil yolun kendisi olduğunun farkında ve elinden gelenin en iyisini yaptığına kendisini ikna edene kadar da yoluna devam edecek gibi görünüyor.

Meraklısına not: İbrahim Er’le yapılmış bir röportajı burada, Can Dündar'ın ilgili yazısını burada ve yönetmen Bingöl Elmas'la yapılmış bir röportajı da burada bulabilirsiniz.

4 yorum:

ABİ dedi ki...

ne hayatlar var, yaşandığını bilmediğimiz..
ve ne hayatlar var, onları bulup filme döken, bilmediğimiz..
sağol..
içten..

Sem dedi ki...

Gülçin’ciğim yazdıklarını görünce o gün ‘misafir yaratıcı adayı’ olarak gelemediğim için daha daüzüldüm:(

Ağustos Karıncası’na gelince, ne güzel bir şey, hiperaktifliğini iyi şeylere yönlendirmiş, müzik tutkusundan da hiç vazgeçmemiş. Yakışırrrr:)

Vladimir dedi ki...

Kendini ifade edebilmek için farklı yöntemlere gönül koymuş yüzlerce insan var ülkemizde. Ne acıdır ki isimlerini bile bilmiyoruz, ne acıdır ki ülkemizde gerçek yeteneklerin de özverili çalışmanın da değeri bilinmiyor. İnsanlar boşvermeye udaklanıyor, önemsememeyi benimsiyor, "bu sefer olmadı" diyor, "bir başka hayatta mutlaka".

Ori dedi ki...

Adam "Atom Karınca" valla:)) Yok onu da geçmiş bence:))