Geçen yaz. Bir sabah işe gelmek için Kadıköy’den her zamanki gibi Karaköy motorlarına binip, üst kata çıkıyorum. Güzelim yaz gününün rüzgarında dağılan lepiska saçlarımı düzeltmek için başımı okuduğum kitaptan kaldırınca, İstanbul’un doyulmaz güzelliği ile gözgöze geliyor, bir sigara yakıyorum. İstanbul’u böyle anlık, suçüstü yakaladığım anlarda hep etrafa göz atıp başka farkeden var mı diye bakınırım. Gene yoktu, heyhat. İnsanlar sabahtan başlamışlar gam yükü katarlarını yola koymaya tıngır mıngır, konuşup gülüşeni bırak, kafasını kaldırıp bakan bile yok. Kışın daha çok şamata oluyor vapurlarda motorlarda, öğrenciler var ya. Derken motor Karaköy’e yanaşıyor, kalkıp merdivenlee yöneliyorum. O gün etek giymişim, eteğim rüzgardan hafifçe havalanıyor, gülümseyerek elimle yatıştırıyorum eteğimi, elim merdivenin trabzanında, prensesler gibi inmekteyim motorun merdivenlerinden, mağrur bir bakışla başımı kaldırıp yanaştığımız Karaköy motor iskelesine bakıyorum, “ah tebaam birazdan yanınızda olacağım” filan derken pıt diye trabzandaki sağ kolumda bir keskin acı hissediyorum. Telaşla bir bakıyorum ki kolumun ortasında bir delikte kanca gibi bişey sallanmakta, ucunda da bal gibi petek gibi garip bişey var. “Bu ne yahu” diyerek çekip atıyorum ve inmeye devam ediyorum merdivenlerden. Derken birden aklımdan şu düşünceler atlılar gibi geçiyor: “Nneydi bu? Köprüdeki balıkçılardan birinin olta ucu mu? Arı mı?Allaaaaaaaaaaah, arı! Beni hiç arı sokmadı ki be! Ya allerjim varsa? Ya şişersem Martin Şort gibi* mazallah !Karaköy’de motorda arı ne arar ya?” Bu sırada merdivenler bitmiş ilerlemeye devam ediyorum, başımı çevirip koluma bakıyorum ve o sırada korku filmlerindeki gibi birşey oluyor, kolumdaki deliğin etrafındaki kızarıklık milim milim yayılmaya başlıyor ve aynı zamanda da şişmekte, ağzım açık seyrediyorum bu doğa olayını, durdum bakıyorum koluma, insanlar (tebaaam) yanımdan farketmeden langır lungur, çarpa çarpa, sürtüne ite geçiyor. Derken başımı kaldırıyor ve aynı işyerinde çalıştığım bir arkadaşımı görüyorum, hemen yanına gidip diyorum ki “beni sanırım arı soktu, allerjim var mı bilmiyorum, ayılıp bayılırsam götüreceğiniz yerde anlatırsın”. Ben böyle deyince kız bir telaşlan, bir panikle.. “ay bayılacak mısın yaniiiiii” diyerek o dakika oracıkta kendisi bayılacak diye korkuyorum vallahi. Yan yan gülümseyerek “hayır yavrum, şanslıysam bayılmayacağım, hadi gidelim” diyorum. Taksiyle gidiyoruz, bayılmıyorum, derhal eczaneye uğruyorum, kalfa daha eczaneyi süpürüyor, “arı soktu beni” deyince gülüyor, oturtup amonyak sürüp pamuk basıyor koluma. Zonkladı bir gün boyunca, şişi indi ama. Şimdi motordan inerken aklıma her gelişinde gülüyorum, ah sivri akıllı arı sen nereden geldin düştün karaköy’e diye.
* Martin Şort ne alaka diyenlere not: Martin Short’un 1991 yapımı “Pure Luck” diye bir filmi vardır Danny Glover ile, sevdiğim bir filmdir.. 1981 yapımı “La Chevre-Keçi” isimli Fransız filminin Amerikan versiyonu (Fransız versiyonunda Gerard Depardieu ve Pierre Richard oynuyordu). Filmin konusu şöyle: Ünlü ve zengin bir işadamının sürekli kör talihinden şikayetçi kızı, Meksika’ya yaptığı bir gezide kaybolur. İşadamı da kızını bulmak için bir dedektif tutar, ama dedektif başarısız olur. Bunun üzerine adamın son ümidi, gene kızı kadar başı dertten kurtulmayan bir muhasebeciden yardım istemektir. Böylece iki kör talihli belki birbirlerini mıknatıs gibi çekeceklerdir :) Film boyu bu kör talih olaylarından bolca görürüz, bunlardan biri de zavallıcığın arı tarafından sokulmasıydı, anında balon gibi şişmişti ve filmin burasını dehşetle hatırladım beni de arı sokunca. (Filmin sonunda baba haklı çıkıyor, Meksika’nın derinliklerinde bir hastanede buluyorlar birbirlerini, hafif hafızalarını kaybetmiş bir halde ve kafaları sargılı bir şekilde iskeleye doğru yürüyorlar ve iskele çökerken film bitiyordu). Aslında hiç modası geçmeyecek bişey karatalihli olmak :) bi de çizgi film vardı, kara bi civciv kafasında yarım yumurta kabuğu ile başına gelen her türlü garabete "ama bu haksızlık, öyle değil mi" diyerek karşılık veriyodu. biz çocukken saftık valla, ben de bi müddet hayatta başıma abuk bişey geldiğinde "ama bu haksızlık, öyle değil mi" dersem herşeyin yoluna gireceğine inandım sanırım. zaten ne demişler, filmlerle gerçek hayatın tek farkı arka planda müzik çalmaması. yani sanki arkada müzik çalsa, herşey daha güzel olacak. ama bu haksızlık, öyle değil mi?
* Martin Şort ne alaka diyenlere not: Martin Short’un 1991 yapımı “Pure Luck” diye bir filmi vardır Danny Glover ile, sevdiğim bir filmdir.. 1981 yapımı “La Chevre-Keçi” isimli Fransız filminin Amerikan versiyonu (Fransız versiyonunda Gerard Depardieu ve Pierre Richard oynuyordu). Filmin konusu şöyle: Ünlü ve zengin bir işadamının sürekli kör talihinden şikayetçi kızı, Meksika’ya yaptığı bir gezide kaybolur. İşadamı da kızını bulmak için bir dedektif tutar, ama dedektif başarısız olur. Bunun üzerine adamın son ümidi, gene kızı kadar başı dertten kurtulmayan bir muhasebeciden yardım istemektir. Böylece iki kör talihli belki birbirlerini mıknatıs gibi çekeceklerdir :) Film boyu bu kör talih olaylarından bolca görürüz, bunlardan biri de zavallıcığın arı tarafından sokulmasıydı, anında balon gibi şişmişti ve filmin burasını dehşetle hatırladım beni de arı sokunca. (Filmin sonunda baba haklı çıkıyor, Meksika’nın derinliklerinde bir hastanede buluyorlar birbirlerini, hafif hafızalarını kaybetmiş bir halde ve kafaları sargılı bir şekilde iskeleye doğru yürüyorlar ve iskele çökerken film bitiyordu). Aslında hiç modası geçmeyecek bişey karatalihli olmak :) bi de çizgi film vardı, kara bi civciv kafasında yarım yumurta kabuğu ile başına gelen her türlü garabete "ama bu haksızlık, öyle değil mi" diyerek karşılık veriyodu. biz çocukken saftık valla, ben de bi müddet hayatta başıma abuk bişey geldiğinde "ama bu haksızlık, öyle değil mi" dersem herşeyin yoluna gireceğine inandım sanırım. zaten ne demişler, filmlerle gerçek hayatın tek farkı arka planda müzik çalmaması. yani sanki arkada müzik çalsa, herşey daha güzel olacak. ama bu haksızlık, öyle değil mi?
7 yorum:
çok eğlenceli, keyifle okudum:) arılar bir de havuzlarda olur nedense.
arı vız vız vız'ı yazmışsın da bu önemli repliğin hangi filmde olduğunu yazmamışsın..
altan (cem yılmaz) ve ayla (ceyda düvenci) arasında geçen unutulmaz diyalog ve sahne.. herşey çok güzel olacak filminde..
cem'in donla yatağın başında karısına sulanması ve finalindeki meşhur sözü.. ::::))))))))
&
arının soktuğunu söölediin kızın bayılma ihtimali..::))
arıların havuz ve denizkenarlarında olmasını sağlayan önemli etkenlerden biri güneş yağları bence..
Çocukken, birkaç kez arı sokmuştu, beni. Bir seferinde, tam ayağımın altından hem de. :) Çünkü, yeni sulanmış bir bahçenin yeni yıkanmış kenar taşlarına çıplak ayakla basmıştım. Su içmeye gelmiş bir arı, can havliyle, iğnesini ayak tabanıma bırakmıştı. Ne amonyak, ne alerji ilacı işe yaramadı. Üç gün, bavul gibi ve zonklayan bir ayakla yaşamıştım.
Geçmiş olsun, neyse ki alerjin yokmuş.
:)
Sana yapılan gerçekten haksızlık Gülçin, arı için aynı şeyi söylemem abes olur:)
Arıların Karaköy'de bulunma nedenlerinden en önemlisi indiğin iskelede satılan balıklar. Havuz yakınında su içmek için bulunuyor olabilir. Bir başka neden de yakınlardaki çöp kutusundan bence.
Neyse geçmiş olsun, filmde daha kötü son var; iyiki iskele yıkılmamış:))
Pure Luck'ı görmedim ama senin filmin kahramanları canlanıverdi gözümde; prensesler gibi merdivenden inen, kır çiçeklerinden yapılmış parfüm kokularını etrafa yayan Gülçin ve şaşkın bir arı.
Bir başka sahnede de ayakkabının topuğunu kapan motor! Sen anladın onu:))
Çook geçmiş olsun.
Efendim, öncelikle geçmiş olsun.
Ardından arı'lara dair iki ayrı yazı da benden;
Soğan Çiçeği ve Yaban Arısı'nın Düşündürdükleri
Arı Vız Vız Vız
Yorum Gönder