.

.

4 Ekim 2007 Perşembe

Karınca Yuvasındaki Zil Sesi

KARINCA YUVASINDAKİ ZİL SESİ


Günlerini oyuncakçı dükkanlarının önü yerine, karınca yuvalarının önünde geçiren bir çocuktum. Güneşin ışınlarıyla tokatladığı ensemde boza pişerken, karıncaların çevresini yumuşak toprakla ördükleri o küçük deliğin yanına yüzükoyun uzanır; o müthiş çalışma temposunu büyük bir merakla izlerdim.



Yuvanın kapısındaki o hızlı trafikte bile karıncalar birbirlerine çarpmazlar; bir sıçramış, iki sıçramış, üçüncüde karıncalara yem olmuş iri bir peygamberdevesini taşıyan kalabalığı gördüklerinde kenara çekilmek yerine, o kalabalığa omuz verirlerdi. Kimisi bir ayçekirdeğini, kimisi bir buğday tanesini, kimisi de kendinden kat kat büyük bir ekmek parçasını ağzındaki o sert, kıskaca benzeyen dişlerle sürüklemeye çalışırdı. Güneşin beynimi fırına çevirdiği zamanlar, su içtikten sonra, bardakta kalan suyu, serinlesinler diye yuva girişine döker; karıncaların bu iyiliğime (!) sağa sola kaçışarak yanıt vermelerine şaşkınlıkla bakardım.



Kimi zamansa, üzerine bir insanın bastığı, bir örümceğin saldırısıdan eksilerek kurtulmuş ya da başka bir nedenle yaralanmış bir karınca yuvaya varmaya çalışırken yolda ölür, geçenler onu alır, sessizce yuvanın içine taşırlardı. Yalnızlığı sevmezler, birbirlerine sık sık dokunurlardı. Bazen bir böceği esir alır, onun etrafını sararak yuvalarına inmeye zorlarlardı. Ben de, Kafka'nın kahramanı Gregor Samsa'dan habersiz, bir karınca olup yuvanın içine dalmak isterdim. Saatlerce davranışlarını izlediğim bu yaratıkların, geceleri ne yaptıklarını da merak ederdim hep. O zamanlar erkeklerle dişiler arasındaki "fark"ın farkında olmadığımdan, aklıma aganigi saganigi durumları gelmez; hava kararınca önce yemeklerini yediklerini, sonra da yavrularına ibret olsun diye ağustosböceklerini ve çekirgeleri eleştiren masallar anlattıklarını düşünürdüm.



Mahallede, herkesce sevilen birisinin iyiliğini anlatmak için "karıncayı bile incitmez" denirdi. Bir gün eşiğin kenarında görülen, oradan halıya doğru yollanıp gözden kaybolan bir karıncayı saatlerce aramıştı annem. Üzerine basıp onu karıncalar cennetine göndermememiz için. Biz ise, sokaktaki karıncaların etrafına tebeşirle çember çizip onları hapseden çocuklara kızar; kimyanın k'sinden bile anlamadığımız için karıncaların neden bu çemberden, biz çemberi silene kadar çıkamadıklarını bilemezdik. Komşu evlerde mutfaklara karıncalar dadanmasın diye kıyıya köşeye konan limon parçaları, tarafımızdan gizlice imha edilirdi. Karıncalar, mahalle çocuklarının şemsiyesi altındaydılar.



Daha sonra bir filmde dev karıncaların dünyayı istila ettiklerini gördüm ve neden böyle bir filmde rol aldıklarını da bir türlü anlayamadım. Ablamın söylediğine göre, karıncalar suçsuzdu. İnsanlar onları merceklerle büyütüp kocamanlaştırmış, kötü yaratıklarmış gibi göstermişlerdi. Yine de, o filmde oynayan karıncaları affetmedim.



Ama şiir okudukça, yazdıkça, şiiri tartıştıkça ve onun ipeği üzerinde gözlerimi gezdirdikçe şairin kim olduğunu hep düşündüm. Şair, herkes ayakkabılarındaki çamurlara bakarken, gökyüzündeki yıldızlara yer değiştirten kişiydi belki. Kuyuları ters çevirip, "çok akıllılar"ın içine attığı taşları boşaltan'dı. Yağmur yağarken, yol ıslanmasın diye şemsiye açan'dı. Arı kovanında çıngırak çalan'dı belki. Ama o Uruguay'lı gazetecinin, Eduardo Galeano'nun "Kucaklaşmanın Kitabı" adlı yapıtında "Karıncalar" bölümünü okuyunca, kafamdaki "şair" tanımına da el feneri tutulmuş gibi oldu. Şöyle yazıyordu Galeano :



"Tracey Hill Connecticut'un bir kentinde yaşayan küçük bir kız çocuğuydu ve oyalanmak için, Connecticut'da ya da bu gezegenin başka herhangi bir yerinde yaşayan bütün melekler gibi o da kendine eğlenceler bulurdu. Bir gün Tracey, kendi gibi küçük okul arkadaşlarıyla birlikte bir karınca yuvasının içine yanmış kibritler atmaya başladı. Bu sağlıklı çocuk oyunu hepsine keyif veriyordu. Ne var ki Tracey, öteki çocukların görmediği ya da görmezlikten geldiği bir şey gördü ve bu onu adeta dondurdu ve hiç çıkmamak üzere belleğine kazıldı : ölümle yüz yüze gelince karıncalar çiftlere ayrılıyor ve böyle, ikişer ikişer, birbirlerine sokulmuş durumda ölümü bekliyorlardı."



Her ne kadar bu küçük yazının şairle ve şiirle bir ilgisi yokmuş gibi görünse de, ben aradığım tanımı bulmuştum : Şair, karınca yuvalarına yanan kibritlerin atıldığı anda, karıncaların ölürken birbirlerine sevgi ile sarıldıklarını gören kişidir. Şair'i Aydın'a dönüştüren ise, karınca yuvasına kibrit atanlara yaptıklarının yanlış olduğunu anlatması, gerekirse ellerini tutup onları durdurması ya da kibritleri onların ellerinde iken üfleyerek söndürmesidir.



Büyüyünce şunu da görmüştüm ki, karıncalar yalnız halı üzerinde kaybolmuyorlardı. Haritalarda kaybolan karıncalar, hatta karınca yuvaları da vardı. Yırtılan haritalar, kibrit kutularının içine doldurulup yakılan karıncalar vardı dünyada. Göz göre göre ezilen, ezilmelerine ses çıkarılmayan karıncalar vardı. Kandırılan, aldatılan, ihanete uğrayan karıncalar vardı. Ve şair de işte tam orada, karınca yuvasının önünde duruyordu.



Çünkü, karınca yuvasındaki zil sesiydi şiir...





AKGÜN AKOVA



Bu metin, Akgün Akova'nın "1998 Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü"nü kazanan "Yıkık Bir Çocuk Bahçesi Gibiydi Yüzü" adlı kitabında yayınlanmıştır.



**

14 Ocak 1995. Cumartesi. Hava soğuk ama yağışlı değil. Evdeyim, canım sıkılıyor. Gazeteyi elimde evirip çeviriyorum. Kültür sayfasının kenarında ufacık bir yazı var: bugün saat 15.00'de Caddebostan Kültür Merkezi'nde Cemal Süreya'nın ölüm yıldönümü nedeniyle, bir anma toplantısı yapılacak. Turgay Fişekçi, Sunay Akın ve Akgün Akova konuşmacı olarak katılacaklar. Konuşmacıların üçü de şair biliyorum, ben de bütün kitapları var, o günlerde henüz pek tanınmıyorlar; e Cemal Süreya malum. Kalkıp gittim tek başıma. Elimde Sunay Akın'la Akgün Akova'nın bir kitabı, fırsat olursa imzalatırım diye düşünüyorum. Toplantı kalabalık, rahatsız sandalyelerde oturuyoruz. Sonra bu merkezin yetersiz olduğu anlaşılıp yıkılacak, yerine içinde kitapçılar, sergi salonları, tiyatro salonu, sinemalar ve hatta bir spor merkezi ile Hayal Kahvesi'nin olduğu dev bir kültür merkezi yapılacak, henüz bilmiyoruz. Cemal süreya'dan şiirler okunuyor, onunla ilgili anılar anlatılıyor ve toplantı bitince şairler kitap imzalamak için oturuyorlar. Ben hem Akgün'e hem Sunay'a kitaplarını imzalatıyorum. Sunay'ın kitaplarının arkasında Trabzon doğumlu olduğunu okumuşum ya, şiirlerinde rastladığım deniz ve Trabzon imgelerinden hareketle, gene de çekinerek "böyle toplantıları Trabzon'da da yapıyor musunuz?" diyorum. Şaşırıyor, "Sen nereden biliyorsun Trabzon'u" diyor ve konuşmaya başlıyoruz. Sohbete oradaki diğer kişiler de katılıyor ve kalkıp kafeye geçip oturuyoruz hep beraber. O sırada Akgün, yazmakta olduğu bir kitaptan bahsediyor. Çeşitli kelimelerle ilgili rastladığı sözleri, dizeleri, hikayeleri not alıyormuş. Gündemindeki kelime kaplumbağa. Kaplumbağalarla ilgili birşeyler anlatıyor, ilgiyle dinliyoruz. Derken benim aklıma kaplumbağaya Anadolu'da bir yerde tosbey dendiği geliyor, bunu söylüyorum. Gülüyoruz. "Peki ya dişiyse?" diyor. "O zaman toshanım olur" diyorum, buna da gülüyoruz. Cumartesim şiirle çok güzel geçiyor.



Aradan bir-bir buçuk yıl geçiyor. Bu arada ben Sunay Akın ile Akgün Akova'nın şiir dinletilerine mümkün olduğunca gitmeye çalışıyorum (O dönem ikisi beraber yaparlardı söyleşileri, birlikte çok iyi bir takımdılar). Ekim 1996'da Akgün'ün ilk deneme kitabı çıkıyor, Güzel Atlar Ülkesi. İçinde bir bölüm Kaplumbağalı Yazılar. Bu bölümde bir başlık "Toshanım ile Tosbey". Bu başlığın olduğu sayfanın altında bir satır: Başlık için, tam bir "kitap tosbağası" olan Gülçin'e teşekkürler. O kadar mutlu olmuştum ki... Akgün sonra başka kitaplar yayınladı, derken fotografa merak sardı ve çok ilginç projeler gerçekleştirdi, fotograf albümleri hazırladı, özel toplantılara çok özel sunumlar yaptı, Voyager ve Skylife dergilerinde editörlük yaptı, belgeseller hazırladı ama yazı hala başka bir şey.




İşte Akgün, bu Cumartesi Sunay'ın gerçekleşen rüyası Oyuncak Müzesi'nde yaratıcılık dersi vermeye başlıyor. Ben de gittim kaydımı yaptırdım, kendim için yaptığım en güzel şeylerden biri olacağına inanıyorum. Anlatırım sizlere de :)

9 yorum:

efendinizm dedi ki...

bizim antalyada bu şairlere ulaşma imkanımız pek olmuyor, sunay akını çok severek takip ediyorum, akova'yı da takibe almaya başlayacağım. benimde gülten dayıoğlu ile böyle bir hikayem var ama henüz o kitap çıkmadı, bekliyorum...alp...

Sem dedi ki...

Demek güzel Türkçemize 'Toshanım ve Tosbey'i ekleyen sendin:)) Seni Kitap Tosbağası seni:))) Akgün'ünde öyküsü çook güzelmiş. Onunla yaratıcılık kursunun ne kadar iyi geçebileceğini düşündükçe keşke benim kursumla çakışmasaydı demeden edemiyorum:( Ama çok da üzülmüyorum çünkü sen nasılsa bize bol bol bahsedersin ordaki yaratıcılıklarınızdan:))

legrottaglie dedi ki...

eh oradan kaptıklarını müsait bi zamanda bize de aşılarsın artıkın.:)

gülçin dedi ki...

sevgili alp,
evet anadolu şehirlerinin bu konuda biraz talihsizlikleri var. ancak kitap fuarları filan olursa gelebilirler belki. gülten dayıoğlu ile ne oldu? bak senin de böyle bir hikayen varmış, ne güzel.

sevgili sem,
valla akgün yıllar önce görmüş, anlamış benim kitap tosbağası olduğumu :)) kurstan tabii ki bahsedeceğim, senin sinema kursunu da ben merak ediyorum :))

sevgili legro,
kapabilirsem, başım üstüne.

sevgiler.

Ori dedi ki...

A. Akova' ve sana çok teşekkürler. Karınca yuvalarından şiirler eksik olmasın. Yaratıcılık kursunda başarılı olacağına zaten inanıyorum. Kolaylıklar dilerim.
Pazartesi yeniden yaratılmış bir İstanbul istiyorum, ben. Sonrasında yepyeni bir ülke.
Demokratik ve kültür düzeyi yüksek bir ülke.
Sahi, demokrasi evde mi başlar? Yoksa balığın başında mı?
Evde başlayan demokrasi sokağa nasıl ulaştırılır?
Her eve bir kültür bakanı atansa, senfoni ve arabesk kardeş olur mu?
Sokaktaki trafik sorunu nasıl çözümlenir? Demokrasi gelince mi?
Boğazı doldurup otopark yapsak mimli gelirimiz artar mı?
Mimli gelir nedeniyle artan paramız bitmedikce bu şehrin hala bizden çekeceği var mı?
....
Tamam bitti, bitti:))

hep dedi ki...

Bu akşam tv8 deki programını oyuncak müzesinden yaptı Sunay Akın canlı yayında.Kulakların çınladı mı bilmiyorum ama izlerken seni andım:)
sevgiler

gülçin dedi ki...

sevgili ori,
gene trafikte kaldın anlaşılan :)) bugün 202'de gelirken ben de aynı şeyi düşündüm: bu şehrin bizden daha çoook çekeceği var.

sevgili hep,
maalesef görmedim programı. kulaklarım çınçın etti demek bundanmış :)) sağolasın.

efendinizm dedi ki...

şu yaratıcılık dersleri hakkında biraz bilgi verirmisin; gülten dayıoğlu çalıştığım otele geldi ve onu tanıyan bir ben çıktım dolayısı ile uzun uzun sohbet ettik yazarlık ve şairlik denemelerimden bahsettim, giderken bana "burdan bir hikaye çıkacak ve sen o hikayenin bir yerlerinde isminle değilse bile karakter olarak yer alacaksın" dedi gülten dayıoğlunun kitaplarında kendimi arıyorum senin anlayacağın...görüşürüz bu günlük bu kadar :) alp

ABİ dedi ki...

Hep'in bahsettiği programa bakarken, ben de seni andım..

*****

Geçen gün bizim ufaklığın 3,yaş günüydü..
Değişiklik olsun diye bi mikroskop aldım O'na.. Kurdum, anlattım ne işe yaradığını.. Masanın üzerinde bulduğumuz:)) bi susam parçasına baktık beraber.. Daha sonra bir çiçeğin, eşeylerine.. Garip ve çok büyüktü hakikaten.. Susamın yalnızca bir bölümünü görebildim yani..
ertesi gün, Lina uyurken, ben balkondan bir karınca bulayım dedim. Tabi karıncanın Lâmın üzerinde durması yani hareketsiz olması için ölmüş olması gerekiyor.. Neyse.. bi tane çok minicik bir şey aldım parmaklarımın arasına ve öldürmeye çalıştım..:(.. Öldüremedim.. En son Lâmla taş arasında hafif bir ezme işlemi uyguladım.. Kaldı bu..
Koydum lâma.. Ayarları yaptım.. Bi baktım.. Anaa.. Accaip büyük.. Sırf kafası sığmıyo bile görüntüye.. Nasıl net ama herşey.. tüyler müyler..
A.W.'ye seslendim "Gel bak.." diye..
Bakarken bi çığlık ..
Ne oldu yaw.. meğerse hareket etmiş karınca..
Hemen ben baktım tabi nooluyo diye.. Abicim, harbiden acaip ürkünç korkunç ve dahi feciydi yani..
o bacakların üzerindeki tüylerin ve kıskaçların hareketini görseniz.. Arrah Arrraaah..dedim yani.. Zaten karıncanın bacak var ya benim bacaklardan daha kalın ve büyük görünüyo....
ya işte bu da bööle karıncalı bi anımdı..
konuyla çok alakası yok ama.. Olsun..
Bir de Galatasaray'ın amigosu vardı.. Karıncaezmez Şevki.. O da çok şeydi.. Neydi? Boşver.

O başka bir konu..